Mazeretsiz Savaşa Katılmayan Üç Sahabi

Tebük Seferi’ne iştirak etmedikleri için ağır bir imtihana tabi tutulan üç sahabinin meşhur tövbesi ve affı...

Erkeklerden Medîne’de kalıp Tebük Seferi’ne iştirâk etmeyen üç grup vardı:

1- Mâzeretliler: Bunlar, daha evvel âyet-i kerîmede beyân edilen kimseler olup istedikleri hâlde se­fere iştirâk edemeyenlerdir ki, bunlar için Allâh Resûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, İslâm ordusuna:

“Medîne’de öyle gruplar var ki, gittiğimiz hiçbir yer ve geçtiğimiz hiçbir vâdi yoktur ki, onlar da bizimle birlikte bulunmuş olmasın! (Çünkü) onları özürleri geri bırakmıştır.” buyurdu. (Buhârî, Meğâzî, 81; Müslim, İmâre, 159)

Nitekim bir başka hadîs-i şerîfte de:

“Ameller niyetlere göredir!..” buyrulmaktadır. (Buhârî, Bed’ü’l-Vahy, 1)

2- Münâfıklar: Bunlar, birçok sebebin yanında Hazret-i Peygamber’in -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bu seferden dönemeyeceğini sanıp da orduya iştirâk etmeyenlerdi. Ancak Hazret-i Peygamber’in -sallâllâhu aleyhi ve sellem- sağ sâlim büyük başarılarla döndüğünü gör­düklerinde, koşup huzûruna vardılar ve bin bir yalan söyleyerek özür dilediler. Sayıları seksen kadar olan bu münâfıklar hakkında Allâh Teâlâ şöyle buyurdu:

وَيَحْلِفُونَ بِاللهِ اِنَّهُمْ لَمِنْكُمْ وَمَا هُمْ مِنْكُمْ وَلَكِنَّهُمْ قَوْمٌ يَفْرَقُونَ لَوْ يَجِدُونَ مَلْجَأً اَوْ مَغَارَاتٍ اَوْ مُدَّخَلاً لَوَلَّوْا اِلَيْهِ وَهُمْ يَجْمَحُونَ

“(O münâfıklar) mutlakâ sizden olduklarına dâir Allâh’a yemîn ederler. Hâlbuki on­lar, sizden değillerdir; fakat onlar, (kılıçlarınızdan) korkan bir topluluktur. Eğer sığınacak bir yer, ya da (barınabilecek) mağaralar veya (girebilecek) bir delik bulsalardı, koşarak o tarafa yönelip giderlerdi.” (et-Tevbe, 56-57)

يَعْتَذِرُونَ اِلَيْكُمْ اِذَا رَجَعْتُمْ اِلَيْهِمْ قُلْ لاَ تَعْتَذِرُوا لَنْ نُؤْمِنَ لَكُمْ قَدْ نَبَّأَنَا اللهُ مِنْ اَخْبَارِكُمْ وَسَيَرَى اللهُ عَمَلَكُمْ وَرَسُولُهُ ثُمَّ تُرَدُّونَ اِلَى عَالِمِ الْغَيْبِ وَالشَّهَادَةِ فَيُنَبِّئُكُمْ بِمَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ. سَيَحْلِفُونَ بِاللهِ لَكُمْ اِذَا انْقَلَبْتُمْ اِلَيْهِمْ لِتُعْرِضُوا عَنْهُمْ فَاَعْرِضُوا عَنْهُمْ اِنَّهُمْ رِجْسٌ وَمَأْوَيهُمْ جَهَنَّمُ جَزَاءً بِمَا كَانُوا يَكْسِبُونَ

(Seferden) onlara döndüğünüz zaman size özür beyân edecekler. De ki: «(Boşuna) özür dilemeyin! Size aslâ inanmayız! Çünkü Allâh, haberlerinizi bize bildirmiştir. (Bundan sonraki) amelinizi Allâh da görecektir, Rasûlü de. Sonra gaybı ve şehâdeti (gizli âşikâr her şeyi) bilen (Allâh’a) döndürüleceksiniz de (O), yapmakta olduklarınızı size haber verecektir.» Onların yanına döndüğünüz zaman size, kendilerinden vazgeçmeniz (onları cezâlandırmamanız) için Allâh adına yemîn edecekler. Artık onlardan yüz çevirin! Çünkü onlar, murdardır. Kazanmakta olduklarına (kötü işlerine) karşılık cezâ olarak varacakları yer ce­hennemdir!” (et-Tevbe, 94-95)

Bu âyet-i kerîmelere binâen münâfıklar, İslâm toplumundan artık tecrîd edilmiş ol­dular ve kendilerine “murdar” sıfatı verilerek Müslümanlardan sayılmadılar. Ayrıca İslâm için yapılacak her türlü cihâddan da menedildiler.

3- Mâzeretsizler: Bunlar da iki gruptur:

Bunlar, herhangi bir mâzeretleri bulunmadığı ve münâfıklardan da olmadıkları hâlde harbe katılmayanlardır. Ancak bu kimseler, Allâh Resûlü -sallâllâhu aleyhi ve sel­lem- henüz Tebük’ten dönmeden evvel hatâlarını anlayarak son derece nâdim oldular. Öyle ki, yaptıkları yanlış hareketin bir cezâsı olarak kendilerini câminin direklerine bağ­ladılar ve Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- çözmedikçe, bu şekilde bağlı kalacak­larına yemin ettiler. Resûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- seferden dönüp de onların durumlarını öğrenince:

“Ben de haklarında emir alıncaya kadar onları çözmeyeceğime yemin ederim.” bu­yurdu. Bunun üzerine şu âyet-i kerîme nâzil oldu:

وَاَخَرُونَ اعْتَرَفُوا بِذُنُوبِهِمْ خَلَطُوا عَمَلاً صَالِحًا وَاَخَرَ سَيِّئًا عَسَى اللهُ اَنْ يَتُوبَ عَلَيْهِمْ اِنَّ اللهَ غَفُورٌ رَحِيمٌ

“Diğerleri ise günahlarını îtirâf ettiler; sâlih bir ameli diğer kötü bir amelle karıştırmış­lardı. (Tevbe ederlerse) umulur ki Allâh, onların tevbelerini kabûl eder. Allâh, Gafûr (ve) Rahîm’dir.” (et-Tevbe, 102)

KENDİLERİNİ DİREKLERE BAĞLAYAN SAHABİLER

Bu âyet-i kerîmenin nüzûlünden sonra Resûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, piş­manlıklarından kendilerini direklere bağlayan bu sahâbîleri çözdü.

Bunlar da herhangi bir mâzeretleri bulunmadığı ve münâfıklardan da olmadıkları hâlde harbe katılmayan, ancak evvelden pişman olup kendilerini direklere bağlayan ashâ­bın dışında kalan üç sahâbîdir. Şâir Ka’b bin Mâlik, Mürâre bin Rebî ve Hilâl bin Ümeyye adlarındaki bu üç sahâbî, münâfıklar gibi yalan söylemediler. Onlar, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e mâzeretsiz olarak harbe iştirâk etmediklerini beyân ettiler. Yaptıklarına son derece pişman olduklarından dolayı da târifsiz bir nedâmet içinde huzûr-i Peygamberî’de af dilediler.

İlâhî emirlere riâyet husûsunda büyük bir rikkat sâhibi olan Allâh Resûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bu üç sahâbîyi affetmedi. Hattâ vahy-i ilâhînin gelmesini beklediğinden, onların selâmlarını dahî almadı. Her hâlükârda kendisine tâbî olan ashâbı da aynı şekilde hareket etti.

ÜÇ SAHABİNİN AFFI

Bu üç sahâbî, bütün gazvelere katılmışlardı. İçlerinden Ka’b hâriç, diğer ikisi Bedr’e de iştirâk etmişlerdi. Bunun içindir ki şu an, Tebük’e iştirâk etmemekle içine düş­tükleri hatâ yüzünden kendilerine uygulanan tavır karşısında dünyâ, gönüllerine dar gel­mekteydi. Hele Allâh Resûlü’nün -sallâllâhu aleyhi ve sellem- selâmlarını dahî almayacak derecede onlardan yüz çevirmesi netîcesinde, âdeta yeryüzü kendilerine yabancılaşmıştı. Öyle ki, hanımları bile kendileri için bir yabancı gibiydi. Yapacak hiçbir şeyleri kalmamıştı. Bu yüzden onlar da gece-gündüz ağladılar. Eriyen bir muma döndüler. Hatâ yapmışlardı, ama ihlâs, doğruluk, sadâkat, samîmiyet, teslîmiyet, nedâmet ve tevbeden uzaklaşmamışlardı. Böylece elli gün geçti. Nihâyet doğru konuşmuş olmaları ve samîmî bir şekilde tevbe et­melerinin bir mükâfâtı olarak şu âyet-i kerîme ile affa mazhar oldular:

وَعَلَى الثَّلَثَةِ الَّذِينَ خُلِّفُوا حَتَّى اِذَا ضَاقَتْ عَلَيْهِمُ اْلاَرْضُ بِمَا رَحُبَتْ وَضَاقَتْ عَلَيْهِمْ اَنْفُسُهُمْ وَظَنُّوا اَنْ لاَ مَلْجَأَ مِنَ اللهِ اِلاَّ اِلَيْهِ ثُمَّ تَابَ عَلَيْهِمْ لِيَتُوبُوا اِنَّ اللهَ هُوَ التَّوَّابُ الرَّحِيمُ يَااَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اتَّقُوا اللهَ وَكُونُوا مَعَ الصَّادِقِينَ

“Ve Allâh, (haklarındaki hüküm) geri bırakılan üç kişinin de (tevbelerini kabûl etti). Yeryüzü, olanca genişliğine rağmen onlara dar gelmiş, vicdanları sıkıştıkça sıkışmıştı. Nihâyet Allâh’tan (O’nun azâbından) yine Allâh’a sığınmaktan başka çâre olmadığını anlamış­lardı. Sonra eski hâllerine dönmeleri için Allâh, onların tevbelerini kabûl etti. Çünkü Allâh, tevbeyi çok kabûl edendir, Rahîm’dir. (O hâlde) ey îmân edenler! Allâh’tan korkun ve sâdıklarla berâber olun!” (et-Tevbe, 118-119)

Bu üç sahâbî, Allâh Resûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile bütün gazvelere katıldık­ları hâlde, sâdece bir gazveden geri kaldıkları için bu kadar ağır bir cezâya dûçâr oldular. Bu hâ­dise, mâzeretsiz bir şekilde emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münkerin ve Allâh yolundaki tevhîd mücâdelesinin dışında kalanlara ne büyük bir îkazdır.

[1] Verilen bu müjde üzerine Ka’b -radıyallâhu anh- Varlık Nûru Efendimiz’in yanına gelirken, Talha bin Ubeydullâh -radıyallâhu anh- hemen ona doğru koşup musâfaha yapmış ve onu tebrîk etmişti. Ka’b -radıyallâhu anh-, onun bu samîmî davranışını ömrü boyunca unutmamıştır.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Hz. Muhammed Mustafa 2, Erkam Yayınları

 

İslam ve İhsan

TÖVBE DUASI

Tövbe Duası

SAMİMİ TÖVBE NASIL YAPILIR?

Samimi Tövbe Nasıl Yapılır?

TEVBENİN HAKÎKATİ VE SIRLARI

Tevbenin Hakîkati ve Sırları

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.