Mazlum Din Kardeşlerimize Karşı Mes’ûliyetlerimiz Nelerdir?

Gazze’deki kardeşlerimize destek olabilmek için boykot yapıyoruz, yürüyüşlere katılıyoruz, duâlar ediyoruz ama fiilî olarak oralara gidip herhangi bir şey yapamıyoruz. Oradaki kardeşlerimize hakkıyla destek olamadığımızın acısını yaşıyoruz. Bu konuda Hak katındaki mes’ûliyetimiz nedir?

Mü’min, kendini dünyanın gidişâtından mes’ûl gören insandır. Bu sebeple, nerede bir zulüm ve haksızlık varsa, onu bertaraf etmek için kendini vazifeli addeder.

Rabbimiz âyet-i kerîmede:

“Mü’minler ancak kardeştirler…” (el-Hucurât, 10) buyuruyor.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de:

“Müslüman, Müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu düşmana teslim etmez…” buyuruyor. (Buhârî, Mezâlim, 3; Müslim, Birr, 58)

Fakat -maalesef- bugün yeryüzünde, zâlimlerin insafına terk edilmiş milyonlarca din kardeşimiz, ümmetin dağınıklığının acı faturasını canlarıyla ödüyor.

MAZLUM DİN KARDEŞLERİMİZE KARŞI GÖREVLERİMİZ

Ümmet, İslâm kardeşliği etrafında kenetlenemezse, dün Bosnaʼda, bugün Gazzeʼde olduğu gibi, yarın sıranın hangi Müslüman topluma geleceği meçhul...

Bugün başta Filistin olmak üzere, Doğu Türkistan, Myanmar, Sudan, Yemen ve diğer İslâm beldelerindeki mazlum din kardeşlerimizin içler acısı hâli, hepimizi derin bir nefis muhâsebesine sevk etmeli…

Unutmayalım ki bu hâl, onlar için de ağır bir imtihan, bizim için de... Onlar için, sabır, sebat ve tahammül imtihanı; bizim içinse, din kardeşlerimize ne kadar vefâ gösterebildiğimizin imtihanı…

Türkiye gibi müstesnâ bir vatanda yaşıyor olmamız, büyük bir nîmettir. Fakat bu nîmetin bizlere yüklediği İslâmî, insanî ve tarihî pek çok mesʼûliyet bulunuyor. Bu mesʼûliyetlerden biri de İslâm coğrafyasındaki mazlum kardeşlerimizin kanayan yarasına merhem olmak, onların dertleriyle dertlenmek, maddî ve mânevî bütün imkânlarımızla yanlarında olmaktır.

Zira İslâm âlimleri, yeryüzünün herhangi bir bölgesinde zulüm gören, esir olan veya ezilen din kardeşlerine yardım etmeye muktedir olup da yardım etmeyen müslümanların, büyük bir günaha girdikleri hususunda ittifak etmişlerdir.

Bir düşünelim: Bizler Gazzeʼde yaşıyor olabilirdik, onlar da burada olabilirlerdi. Orada bizim evlâdımız, anne-babamız, akrabamız da olabilirdi.

Şayet öyle olsa, nasıl bir hâlet-i rûhiye içinde olurduk? Gönlümüzde duyduğumuz ıztıraptan dolayı, nasıl büyük bir gayretin içine girer, nasıl duâlar eder, nasıl fedakârlıklar yapardık?..

Nitekim vaktiyle aziz vatanımız da düşman istilâsına uğradı. O vakit İslâm âlemi, bizler için takdîre şâyan fedakârlık numûneleri sergiledi.

Meselâ 1913’te Osmanlı Balkanları kaybederken, Hindistan’da Cevher Kardeşler ve İslâm Teşkilâtı’nın başkanları sürekli mitingler yaptılar ve bütün müslümanları Osmanlı’ya yardıma çağırdılar. Zekât ve infaklarını onlara göndermeye teşvik ettiler. Hattâ meydanlara sergiler açtılar.

Burada câlib-i dikkat manzaralar yaşandı:

Bir genç geldi, üzerindeki gömleği ve fanilasını, açılan serginin üzerine attı. Bir ihtiyar ise kefenini bıraktı.

Bugün ümmet-i Muhammed olarak, bilhassa Gazze için bu kardeşliği sergilemekle mükellefiz. Aksi takdirde ümmetin ezilip katledilen zayıfları, yarın mahşer günü bizden dâvâcı olurlarsa, niçin yardımlarına yetişmediğimizi sorarlarsa, ne cevap vereceğimizi bugün ciddiyetle düşünmeliyiz!..

Bugün bizler de büyük bir kardeşlik imtihanından geçiyoruz. 14 asır evvel câhiliye müşriklerinin müslümanlara yaptıkları işkence ve cinayetlere rahmet okutacak cinsten, modern bir câhiliye vahşeti yaşanıyor bugün Filistinʼde. İnsan olanın kanını donduran, yediği lokmayı boğazına dizdiren, uykularını kaçıran, insanlığından utandıran, kelimelerin tasvirden âciz kaldığı felâket manzaraları karşısında sessiz kalamayız.

Bu hengâmede müʼminler olarak; zayıfın, bîçârenin, kimsesizin, ezilenin acısını paylaşmak ve onların derdiyle dertlenmek, hepimizin birinci vazifesi olmalıdır. Din kardeşlerimiz mahzun iken bizler mesrur olmamalı, onlar açken karnımızı tıka-basa doyurmamalı, onlar muzdaripken sabahlara kadar rahat rahat uyumamalıyız. Mazlumların Arşʼı titreten sesli ve sessiz feryatlarına bîgâne kalmamalıyız.

Zâlim siyonistler, “dünyanın süper gücü”ne güvenerek, savunmasız müslümanlara hayâsızca saldırmaya başladığında, Türkiyemiz, üç günlük millî yas îlan edip bayrakları yarıya indirmişti. Bu bile safını belli etmek adına mazlumlara verilen kıymetli bir destekti. Bugün de ticarî münasebetler kesildi.

Fakat din kardeşlerimiz katledilmeye devam ettiği müddetçe, ümmet-i Muhammed olarak yasımız bitemez. Bu felâket son bulup mazlumların yüzü gülmedikçe bizim de yüzümüz gülemez, kardeşlerimizin acısı dinmedikçe bizim de hüznümüz dinemez.

Bugün belki Gazzeʼye bizzat gitme imkânımız yok. Fakat Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyuruyorlar:

“Kim bir kötülük görürse, onu eliyle değiştirsin.

Şayet eliyle değiştirmeye gücü yetmezse, diliyle değiştirsin.

Diliyle değiştirmeye de gücü yetmezse, kalbiyle buğzetsin ki bu, îmânın en zayıf derecesidir.” (Müslim, Îmân, 78)

Dolayısıyla, gücümüz varsa elimizle, yoksa dilimizle, o da mümkün değilse kalbimizle buğzederek, zulüm ve haksızlıklara karşı mücadeleye devam etmeliyiz.

Bugün Gazzeʼye gidemesek de;

‒Bulunduğumuz yerde zâlimleri boykota, protestoya devam edebiliriz.

Zâlim siyonistlere ait veya onlara destek olan markaların ürünlerini satın almanın, bu vahşetlere dolaylı yoldan destek vermek mâhiyetinde olduğunu unutmayacağız.

Bu hususla ilgili olarak, şu misal çok mânidardır:

Şâfiî fakihlerinden İbn-i Abdüsselâm (v. 1262), İslâm dünyasına savaş açmış olan haçlılara silah ve silah yapımında kullanılacak malzeme satışının haram olduğuna ve bunu yapanların zâlim olacaklarına dair bir fetvâ yayınlamıştı. Bu fetvâyı duyan terzilerden biri, İbn-i Abdüsselâm’a gelerek;

“–Haçlılar, bana elbise diktirmeye geliyorlar. Ben haçlılara elbise dikersem bu zulme ortak olur muyum?” diye sordu.

İbn-i Abdüsselâm ise şu ibretli cevâbı verdi:

“–Hayır, sen onların zulümlerine ortak olmazsın. Sana iğne iplik satan zulme ortak olur, sen ise zâlimin ta kendisi olursun!”

Bizler de o peygamber kâtili kavmin ve destekçilerinin küresel medya ve reklâm gücüyle moda hâline getirdikleri pahalı markaları boykot edeceğiz. Onların taraftarı olan televizyon kanallarını, yazılı ve görüntülü mecrâları protesto edeceğiz. Bu hususta en ufak bir tâviz vermeyeceğiz.

Zira âyet-i kerîmede buyruluyor:

“Zulmedenlere meyletmeyin; yoksa size de ateş dokunur! Sizin Allahʼtan başka dostlarınız yoktur. Sonra (Oʼndan da) yardım göremezsiniz!” (Hûd, 113)

‒Yine, ulaşabildiğimiz her yere ve bilhassa Dünya kamuoyuna Filistinli kardeşlerimizin haklı dâvâsını duyurmak için mücâdele edeceğiz.

‒Ümmetin bu kanayan yarasını dâimâ gündemde tutarak, insanlığı harekete geçirmeye çalışacağız.

‒Bir vesîleyle Türkiyeʼye gelmiş olan Filistinlilerʼe yardımcı olarak kardeşliğimizi yaşatacağız. Unutmayalım ki Filistin halkı, Abdülhamid Hânʼın yetimleridir.

–Ayrıca, ümmet olarak Gazzeli kardeşlerimizi katliamdan kurtaramadığımız için; âcizlik, noksanlık ve kusurlarımız sebebiyle de bol bol tevbe-istiğfâr etmeliyiz.

Bilhassa seherlerde, o mazlum kardeşlerimizin selâmeti için, samimî gözyaşlarıyla Cenâb-ı Hakkʼa ilticâ etmeliyiz.

İmâm-ı Rabbânî Hazretleri:

“Bir savaş, iki ordunun ittifâkıyla kazanılır. Biri gazâ ordusu, diğeriyse duâ ordusudur.” buyurmuştur.

Bizler de, ne imkânımız varsa seferber ettikten sonra, bu duâ ordusunda da yer almaya gayret edelim.

Rabbimiz, âyet-i kerîmede:

“Allah hiç kimseyi gücünün yetmediğinden mükellef kılmaz...” (el-Bakara, 286) buyuruyor.

Yani Allah Teâlâ, gücümüzün yetmediği hususlardan bizleri mesʼûl tutmadığını açıkça beyân ediyor. Fakat bu demektir ki; gücümüzün yettiğinden, yani imkânımız dâhilinde olup da yapmadıklarımızdan da Hak katında mesʼûlüz.

Bir de “Gazze ve Filistin dâvâsı, uluslararası, hattâ küresel bir mesele hâline geldi. Benim boykotumdan, duâmdan, yapacağım üç kuruş yardımdan ne çıkar?” diye düşünmemek gerekir. Zira;

“Bir şeyin tamamı elde edilemiyorsa, elde edilebilen kısmından da vazgeçmek gerekmez.” Bu bir Mecelle kâidesidir.

Dolayısıyla Gazze meselesini tamamen çözecek bir şey yapamıyoruz diye ümitsizliğe kapılıp, yapabildiğimiz gayretleri de terk etmeyelim. Zira bu gayretler, en azından niyetimizi ve safımızı belli eder. Hakkın ve haklının yanında olduğumuzu gösterir. İnşâallah, Allah katında affımız için de bir mâzeret teşkil eder…

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Rahmet Toplumu Hayırlı Gençlik 2, Erkam Yayınları

İslam ve İhsan

KARDEŞLERİMİZE KARŞI GÖREVLERİMİZ

Kardeşlerimize Karşı Görevlerimiz

MAZLUM MÜSLÜMANLAR İÇİN OKUNACAK DUALAR

Mazlum Müslümanlar İçin Okunacak Dualar

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.