Mecusîyi Hidayete Erdiren Diyalog
Kâmil bir mü’min, bütün mahlûkâta karşı müşfik ve mütebessim olur. Yaratılanları Yaratan’dan ötürü sever ve sayar. İslâm’ı en güzel şekilde anlayarak onun güler yüzünü, insanlara, hayvanlara ve cemâdâta ilâhî bir lutuf olarak takdim eder. Böyle mü’minlerden oluşan bir toplumun huzur içinde olacağı muhakkaktır.
İslâm, insanları dâimâ huzur ve saâdete sevk eden ilâhî bir dîndir. Asıl mesele, Müslümanların onu aslî muhtevâsıyla kavrayıp temsil edebilmeleridir. İslâm’ı lâyıkıyla yaşayıp, getirdiği güzellikleri insanlara sergilediğimizde, onu kabul etmeyecek hiçbir insaflı insan bulunamaz. Müslümanlar, dînlerinin güler yüzünü bütün âleme gösterebildikleri takdirde, her akıllı kişi İslâm’ın va’dettiği ebedî saâdeti idrâk edecek ve onun bütün güzellikleri ihtivâ eden huzurlu iklîmine girmek için can atacaktır.
Zulüm ve bâtılın karanlık sokaklarında bunalan, korku ve endişeler içinde boğulan insanlar, hep İslâm’ın güler yüzüyle saâdete kavuşmuşlardır. İslâm’ı bilmeyen veya yanlış tanıyan niceleri, Allah dostlarının hayâtında onun hakîkî çehresini görünce hayran kalmaktadırlar. Nitekim İslâm’ın şefkat ve merhametini sergileyen gönül ehli Hak dostları, nice kararmış ve katılaşmış kalpleri yumuşatarak hidâyet yoluna sevk etmişlerdir.
İslâm’ın güler yüzünü sergileyebilmenin en güzel yolu, onu güzelce öğrenmek ve Allah Rasûlü’nün Sünnet-i Seniyyesi istikâmetinde hayâtımıza tatbik etmektir. İslâm’ın güler yüzü, evvelâ bizim hayâtımızda, yâni hâl ve davranışlarımızda sergilenmeli, daha sonra da sözlü veya yazılı bütün ifâdelerimizde temâşâ edilmelidir.
Şeyh Sâdî buyurur:
“Evlâdım, ihsân et (iyilikte bulun)! Zira vahşî hayvanlar tuzak ile avlanır, insanoğlunun gönlü ise ihsân ile kazanılır.”
İMAM-I ÂZAM EBÛ HANÎFE VE MECÛSÎ
Rivâyet edildiğine göre İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe Hazretleri’nin bir mecûsîde malı vardı. Onu istemek üzere mecûsînin evine gitti. Evin kapısına gelince ayakkabısına bir pislik bulaştı. Ayakkabısını silkelediğinde pislik mecûsînin duvarına sıçradı. Şaşıran ve ne yapması gerektiğine karar veremeyen Ebû Hanîfe Hazretleri kendi kendine şöyle dedi:
“Eğer pisliği bu hâlde bıraksam, mecûsînin duvarının çirkin görünmesine sebep olacağım. Yok oradan kazısam bu sefer de duvarın toprak sıvası dökülecek!”
Derken kapıyı çaldı, bir hizmetçi çıkınca ona:
“Efendine; «Ebû Hanîfe kapıda bekliyor.» diye haber ver!” dedi.
Bunun üzerine adam kapıya çıktı ve Ebû Hanîfe’nin malını isteyeceğini zannederek özür dilemeye başladı.
Ebû Hanîfe ise:
“Şu anda bu önemli değil.” dedi ve duvarın durumunu anlattı.
“Bu duvarı nasıl temizleyebilirim.” dedi.
Bu incelik ve âlicenaplık karşısında son derece duygulanan mecûsî:
“Ben önce nefsimi temizleyerek işe başlayayım!” dedi ve o anda Müslüman oldu.
İşte Ebû Hanîfe Hazretleri, bu kadar küçük bir meselede mecûsîye zulmetmekten çekindiği ve bundan dolayı ondaki malını ona bıraktığı için mecûsî îmâna geldi. Düşünmek gerekir ki; zulüm ve haksızlıktan bu kadar titizlikle çekinen bir mü’minin Allah katındaki izzet ve mükâfâtı nasıl olur? [Fahruddin er-Râzî, Mefâtihu’l-Gayb (et-Tefsîru’l-Kebîr), Beyrut 1990, I, 192.]
Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Asr-ı Saâdet’ten Günümüze FAZÎLETLER MEDENİYETİ, Erkam Yayınları.
YORUMLAR