Medyanın Dini Yok!

“Türkiye’de Medyada Dinin Popüler Temsili” üzerinden “medya ve din” ilişkisini konuştuğumuz İstanbul Ticaret Üniversitesi İletişim Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Mete Çamdereli ile bugün devam eden röportajımızın ikinci bölümünde; medyada Ramazan gündemini, TV’de dinî temsil biçimlerini, medyanın neden dinî değerlerden uzakta olduğunu ve medya-iktidar-din ilişkisini konuştuk.

Röportaj: Abdullah Güner

MÜBELLİĞ, TEBLİĞİ GÜZEL OLARAK İFA EDER

Medyadaki popüler hocaların televizyonda dini temsil etme biçimlerini değerlendirebilir misiniz?

Medya, her şeyin ortada olduğu bir yer. Tüm sosyal ortam ve alanlarda eğer din varsa -ki vardır- onun da uyarıcıları, anlatıcıları vardır. Bu anlatma, duyurma, uyarma işlevine islami perspektifte “tebliğ” deniyor. Tebliğ eden, tebliğini, kelamullahtan mülhem, anlatacaklarını “mübelliğ” olarak, yani beliğ olarak, salt anlatıcı olarak değil de fasih, belirgin, düzgün olarak ama mutlaka güzel olarak ifa eder. Bunu yaparken, beliğ, belagatli, nefis, bedii, yani güzel tarzı içselleştirmiştir. “Medyatik tarz beliğ midir, bedii midir? Medyatik tarzda ortaya çıkan tebliğ söylemleri, uyarıcı vaazlar bedii midir ya da beliğ midir yoksa medyatik ya da pragmatist midir? Tebliğin göstereceği doğru yolu gösterici midir yahut doğru yol umurunda değil midir? Medyanın ekonomi düzeninin isterleri sıradan bir mübelliği medyatik vaiz ya da dini ikon haline dönüştürür mü?” gibi bir dizi soru ve soruların çevrelediği kavramlar üzerine düşünmek hocaların duacı, fetvacı, eğlendirici gibi kimliklerini betimleyecek, medyatik temsillerini, bizim açıklamalarımıza hacet duyulmadan, kendiliğinden ifade edecektir.

CAMİDE VAAZ İLE TELEVİZYONDA VAAZ ARASINDAKİ FARKLAR

Televizyonda sohbet edip, vaaz vermek ile dini bir mekânda vaaz vermek arasında ne gibi farklar vardır?

1.

Prof. Dr. Mete Çamdereli

Muhakkak ki fark var. Öncelikle ortam farkı var. Televizyon da medyatik bir ortam ve onun da kendine özgü, kendi mecraına özgü kuralları var. Dolayısıyla medyadaki kurallar perspektifinde işleyen bir takım yapılar var. Bunun için şöyle bir örnek verilebilir: Kandil günü üşenip de camiye gitmeyen bir Müslüman, geceyi evinde kandil programının yayınlandığı bir televizyon kanalını seyrederek geçirmeyi tercih ettiğinde, daha baştan camii adabının dışında bir davranış imkânını kabul etmiş demektir. Yani camide pijamayla oturamayacaktır ama evinde pekala pijamayla mevlit dinleyebilecektir. Hatta daha ileri gidelim; camide mevlit bittikten sonra lokum, şeker vs. dağıtılacaksa ve canı da lokum çekmişse doğal olarak lokumun dağıtım anını sabırla beklemek durumundadır. Mevlid esnasında lokum, şeker gibi bir şeyler atıştırmak edebe mugayirdir, cami adabından değildir bilindiği üzere. Ama evde bütün bunları yapmak için bir adap, bir kural yoktur, çünkü evinizde komşunuzu rahatsız etmemeniz kaydıyla kendi kurallarınız geçerlidir. İsterseniz sehpanızın üzerinde bir bardak çay ve yanına da bir takım kuruyemiş koyup, mevlid dinlerken belki de bilinçdışı olarak, farkında olmadan arada bir atıştırmak mümkündür. Bunun adaba ters olduğunu fark edip, utansanız dahi buna engel olacak bir kural yoktur. Bu yüzden iki mecra, iki mekan birbirinden farklıdır. Bu durum ya da bu tutum, sorunuz bakımından, vaazın da, vaizin de konumundan ari değildir. Medyadaki vaaz ile medyadaki vaize gösterilecek duyarlık, pekala biraz önceki medyatik mevlide gösterilebilecek duyarlıkla benzer nitelikler gösterir.

MEDYANIN ENDÜSTRİLEŞTİRDİĞİ DİN VE RAMAZAN

Özellikle Ramazan ayında dini programların (gazete sayfaları, radyo programları) arttığını görüyoruz. Türkiye’de “din endüstrisinin” Ramazan’da tavan yaptığını söyleyebilir miyiz?

Bu konuda bir istatistik var mı, bilmiyorum. Ama bu endüstri kavramının çok yerinde ve çok uygun bir kullanım olduğunu düşünüyorum. Eğer medyayı bir endüstriyel ortam olarak düşünecek olursak, tabii ki orada popülerize edilen ne varsa doğal olarak o endüstrinin bir parçası olacaktır. Din de bu konuda bir popüler kültür nesnesi haline getirilerek kolaylıkla endüstrileştirilebilir. İslam perspektifli din endüstrisinin semirtilebileceği en uygun zaman da kuşkusuz Ramazan’dır. Böylesi gün ve zamanlarda, medya işini yapar ve kendi içinde bulunduğu endüstri gereği tutumunu endüstrinin lehine geliştirir. Bunda, eşyanın tabiati gereği, doğal karşılamamamız gereken hiçbir şey yok.

MEDYADA ARZIN VE TALEBİN SAMİMİYETSİZLİĞİ VAR

Türkiye’deki medyanın Ramazan gündemini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Hiç değerlendirmiyorum dersem yalan olur. Özellikle bunu tarihsel perspektifiyle ele almak zorundayız diye düşünüyorum. Eğer medyaya muhtaç ve mahkûmsak, medyada benim de beğeneceğim yayın, yayım ve programların olmasını isterim. Her Müslüman da örneğin tıpkı benim veya başkasının isteyebileceği gibi kendine dönük yayın, yayım ve programların olmasını isteyecektir. Ancak bunun bugüne kadar –en azından 90'lı yıllara kadar- pek fazla imkânı yoktu. Ama bugün “din televizyonu”nu ve bir kaç sahur/iftar programını bir yana koyarsak, hasret duyulan programların yapıldığını görmek henüz pek kolay değildir.

Eğer 50’li, 60’lı,70’li yıllardaki talep düşünülürse bugün neredeyse sabahtan akşama kadar, insanların dini yayınları seyrediyor olması gerekir ki böyle bir şey söz konusu değil. Dolayısıyla arz-talep dengesinde birtakım sapmaların olduğu açıktır. Arzın samimiyetsizliğinden söz ediyoruz çoğu kez ama talebin de samimiyetsizliğinden söz etmek pek yanlış olmaz. Bu kadar bolca din programı yapıldığı halde ya da en azından Ramazanlarda yapıldığı halde izleyicisinin o kadar da bol olmadığını gözlemliyoruz. İzleyici Ramazan'da ben izlemesem de günün maneviyatı açısından, medyada dini yayın ve program olsun demek istiyor olmalı.

"MEDYANIN DİNÎ VEYA GAYRIDİNÎ GİBİ BİR AYRIMI YOKTUR"

Medya-sahiplik yapısının Ak Parti döneminde bazı değişiklere uğramasına rağmen bu kitle iletişim araçlarında özellikle muhafazakar-dindar insanlara ters gelebilecek içeriklerle dolu olduğunu görüyoruz. Türkiye’de medya neden dini, örfi ve geleneksel değerleriyle örtüşmüyor? Medya neden Türkiye insanının dini değerlerinden uzakta?

Bu değişmemenin tek nedeni vardır, o da en başından beri söylemeye çalıştığımız medyanın kendi isterleridir. Medyanın isterleri, ideolojilerin, dinlerin, felsefelerinmuhafazakarbasın ötesinde isterlerdir. Biraz önce de söylemeye çalıştığım gibi; siz sabahtan akşama kadar dini yayınlarla ömrünüzü geçirmek imkânına sahip değilsiniz. Din kavramını seküler perspektifte söylediğimin altını yukarıda çizmiştim. Hayatınız dinle temasa geçmişse ve bir inanç sisteminiz varsa, yaptığınız iş sabahtan akşama kadar o dini yaşamaktır zaten. Oysa medyanın kuralları vardır; bu kurallara göre hareket edilir. Medyanın patronaj sistemi sizin elinizdeyse, onu siz biçimlendirirsiniz. Bunun dini ya da gayrı dini gibi bir ayrımı olmaz. Siz dinin içinden bir bakışa sahipseniz “şu anda eğlence programı yapıyoruz, biraz sonra da dini program yapacağız” diyemezsiniz. Eğlence programınız da dinden bağımsız bir program olarak kurgulanabilir değildir artık. Yani önemli olan içerik sağlayıcılardır, içerikler değil. İçerikleri belirleyen içeriklerin doğası değil içerik sağlayıcıların doğasıdır. Aslında sorunun yanıtı büyük ölçüde burada ama aynı zamanda dini nasıl algıladığımızın yanıtıyla da yakından alakalı. Dini biz yaşamın her alanında düşünecek olursak, içeriğin nasıl ve kimler tarafından yönetildiği, medyanın hangi gündemleri taşıdığı sorusu cevaplanmış, medyanın neden dini, örfi vs. değerleri içermediği meselesi kendiliğinden aydınlanmış olacaktır.

MEDYA-DİN-İKTİDAR İLİŞKİSİNİ KÜRESEL ŞARTLAR İÇİNDE DÜŞÜNMEK GEREKİR

İktidarın medya ve din bağlamında nelerden yoksun ve geri kalmış olduğunu düşünüyorsunuz? Yani dini mevzularda bu kadar hassas olduğunu bildiğimiz iktidar medyada neden bu hassasiyeti gözetmiyor?

Biraz da yöneticilik perspektifinden, hükümet etme perspektifinden düşünmek gerekir. Yönetim mekanizması her konuya gereken hassasiyeti gösterebilecek bir düzenek kurar ya da kurmaya çalışır; kendisi yapmaz, yapacak kurumları, kişileri, politikaları belirler. Bir hükümet sağlık veya eğitim politikası üretir ama sağlık veya eğitim politikasını yürüten insanları görevlendirir, böylece bu politika onlardan sorulur. Bu politikalar medya üzerinden de üretilir ve bunları yönetecek insanlara bırakılır. Bunun için TRT ve RTÜK gibi kurum ve düzenlemeler var, düzenleyici kurumlar var. Kural koyucuların çizmiş olduğu çerçeveyle özel sektör de özel yayın kuruluşları da önümüzde duruyor. Medya ile din ilişkileri bu yapı içinde ortaya çıkıyor. Ha deyince oluverecek bir yapıdan söz etmiyoruz. Eğer bir zaaf varsa bu yönesel kurgu içinde düşünülmeli öncelikle. Eksiklik varsa herkesin ihmali ve kusuru var demektir. Var mı, elbette var. Bunu inkâr etme imkânımız yok. Ancak önem derecesine göre bir tasnif yapabiliriz ya da her birine eşit oranda önem verilip verilmediğini tartışabiliriz. Bu tür konular eleştiriye matuf konulardır.

Bugünkü TRT on yıl öncesinin TRT’si değil; bugünkü özel televizyon kuruluşları on yıl öncesinin özel televizyon kuruluşları değil. Yayın politikaları, yayın anlayışları, küreselleşme içinde var olma biçimleri, yaygın-yerel konumları, dijital konumları vs. hükümet politikalarının da ötesinde düşünülmesi gereken bir konu artık. Hükümetin de birçok konuda hüküm üretebileceği alanların dışında kalabilecek bir medya ile karşı karşıyayız bugün. Hükümetin bu konuda yeterli çabayı gösterip göstermediği meselesine küresel şartları göz önünde bulundurarak yanıt vermenin doğru olacağı kanısındayım. En son yaşanan sosyal medya ve dijital ortam konusundaki kırılmalar buna işarettir. Sadece Türkiye’deki eksiklikleri tamamlamak, giderici tedbirleri tanımlamak sorunun çözümü için yeterli değildir.

"MEDYANIN DİN BİLGİSİNE İHTİYACI VAR"

Medyanın dini vecibelerle ilgili bilgisinin az olduğuyla ilgili neler düşünüyorsunuz?

Kesinlikle. Medyanın elbette bir din bilgisine ihtiyacı var. Fakat salt din bilgisine değil, medyanın siyaset bilgisine de ekonomi bilgisine, toplum bilgisine, özellikle dil ve söylem bilgisine de ihtiyacı var, en azından var olan bilgisinin artırılmasına ihtiyacı var. Birçok konuda bilgisi yok demek kolaycılık olur ama din bilgisinin çok çok az olduğu ya da bildiklerinin yanlış ya da eksik olduğu aşikar. Bunda hiç kuşku yok. Ama dini yayıncılık konusunda son yıllarda kısmi de olsa olumlu ve nitelikli gelişmelere tanıklık ettiğimizi de itiraf etmek zorundayız. Ama yine de çok geliştirilmeye muhtaç…

DİN HABERLERİNDEN ANLAYAN BİR GAZETECİ OLMALI

Nasıl geliştirilebilir peki?

Bu tamamen iyi niyet ve samimiyetle alakalı bir şey. Ama ticari kaygıların ötesinde bir samimiyet gerektirir. Bu kaygılar öncelendiği zaman bu tür bir samimiyeti ötelemek zorunda kalırız. Gerçekten bir kaygı varsa, insanlar bunu öğrenmek isterlerse öğrenirler. Öğretmek isteyen kurumlar da açıktır, gün gibi ortadadır. Diyanet işleri Başkanlığı’ndan böyle bir talepte bulunsanız buna asla hayır demeyecektir. Diyanet İşleri Başkanlığı dışında kalan ama konu ile ilgili vakıflar, dernekler de hayır demez. Ama öyle sanıyorum ki bu konuda en dertli kurumlardan biri Diyanet İşleri Başkanlığı’dır. Sadece sıradan bir Müslümanı kastetmiyorum, kurumsal bir dert taşıdıklarını düşünüyorum. Onlar da seve seve bu konuda bilgilendirme yapacaklardır.

Örneğin, adliye muhabirliği sisteminde nasıl ki hukuktan anlaması gereken bir gazeteci söz konusu ise nasıl ki sağlık ile ilgili bir takım haberler yaparken sağlıktan anlayan bir gazeteci görevlendiriliyorsa, pekâlâ bir din haberi yapan gazetecinin de bu konulardan anlayan gazetecilerden oluşması medyatik samimiyetin bir göstergesi olacaktır. Olması gereken de budur. Özellikle sinemamızda gördüğümüz çok basit bir namaz kılma sahnesindeki aksaklıklar bile medyanın din bilgisizliğine bir örnektir. Hatta ve hatta bugün “muhafazakâr” diye bilinen bir Türkiye’den bahsediliyor ama tuhaf bir biçimde, muhafazakâr karakterlere yer verilen televizyon dizilerinde bile bir yönetmen/aktör sorumsuzluğunu görülüyor. "Ezan sesi duyuluyor ya makamının önemi yok; namaz kılan “iyi adam” görülüyor ya zararı yok, namazda ellerini bağlamayı bilmesin" denebilir mi? Yanıta başlarken söylediğimi bir cümle ile toparlayayım; samimiyetle öğrenme ve öğretme talebinin zaman içinde her kurum, kişi ve kuruluşta gelişmesini beklemek gerekecektir. Bu bir ahlak sorunudur, istenmezse olmaz, istenirse kural gerekmez, kendiliğinden olur, fark edilmez bile.

İSLAMİ DEĞERLERİN DOĞRU DEĞERLENDİREBİLECEĞİ MEDYA PLATFORMLARINA İHTİYAÇ VAR!

Bütün bu konuştuklarımıza eklemek istediğiniz bir şey var mı?

Aslında bu sorular çerçevesinde eklemek istediğim çok şey var. Ancak şunu biliyorum ki medyanın dini bilmesi gerekliliğinin yanında bizim de baştan aşağı medyayı öğrenmemiz, bilmemiz gerekiyor. Medya çok büyük bir istihdam alanı ve büyük bir ekmek kapısı. Tıpkı sanayi gibi bir çalışan grubu var. Bunu çok iyi anlamak gerekir. Tek yanlı olarak düşünmemek lazım. Ama burada din üzerinden bir konuşma yaptığımız için, sorularınızın önümüze çizdiği güzergahtan gitmeye, sorularınızın perspektifinden bakmaya çalıştık; bu değerlendirmeleri medya üzerinden de yapmak ve karşılıklı ilişkileri gerçek bir samimiyet ölçüsünde, iyi değerler üretmek için de yapmak gerekir. Sonuçta amaç çözüm üretmek olmalı, bunun için de İslami, insani değerlerin doğrudan ve doğru biçimde değerlendirilebileceği bir medya platformuna şiddetle ihtiyaç var…

 

İslam ve İhsan

DİNDARLARIN MEDYA İLE İMTİHANI ÇOK AĞIR GEÇİYOR

Dindarların Medya İle İmtihanı Çok Ağır Geçiyor

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.