Mekke'nin Fethinde Gerçekleşen Genel Af

Nübüvveti

Mekke'nin fethinden sonra Kureyşliler, Mescid-i Harâm’a dolmuş, haklarında verilecek hükmü bekliyorlardı. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, sâdece oradakilere değil, bütün insanlığa şâmil olan şu cihanşümûl hutbesini îrâd buyurdu:

“Allâh’tan başka ilâh yoktur. Yalnız O vardır. O’nun hiçbir nazîri ve şerîki yoktur. Allâh, vaadini yerine getirmiş, kuluna yardım etmiş ve bütün düşmanlarımızı dağıtmıştır. Kâbe hizmeti ve hacılara su dağıtma işi dışında bütün eski gelenek ve görenekler, mal ve kan dâvâları, bugün şu iki ayağımın altındadır.

Ey Kureyşliler!

Allâh, sizden câhiliyet gurûrunu, babalarla, soylarla (övünüp) kibirlenmeyi giderdi. Bütün insanlar Âdem’den, Âdem de topraktan yaratılmıştır.

(Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, bu ifâdelerin ardından şu âyet-i kerîmeyi okudu:)

يَااَيُّهَا النَّاسُ اِنَّا خَلَقْنَاكُمْ مِنْ ذَكَرٍ وَاُنْثَى وَجَعَلْنَاكُمْ شُعُوبًا وَقَبَائِلَ لِتَعاَرَفُوا اِنَّ اَكْرَمَكُمْ عِنْدَ اللهِ اَتْقَيكُمْ اِنَّ اللهَ عَلِيمٌ خَبِيرٌ

«Ey insanlar! Doğrusu Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve sizi (kibre kapılıp da övünmeniz için değil) birbirinizle tanışasınız diye milletlere ve kabîlelere ayırdık. Allâh katında en üstün olanınız, muhakkak ki O’ndan en çok korkanınızdır. Şüphesiz ki Allâh, bilendir, her şeyden haberdardır.» (el-Hucurât, 13) (İbn-i Mâce, Diyât, 5; Ahmed, II, 11; Tirmizî, Tefsîr, 49/3270)

Artık Mekke-i Mükerreme, Hudeybiye’nin bir müjdesi olarak, af, sulh, emniyet ve hidâyetin içiçe olduğu rûhânî bir fetihle asıl sâhiplerine, yâni ciğerpârelerine sînesini açmıştı. Bin bir ıztırap, zulüm ve meşakkatlerle dolu Mekke hasreti de artık sona ermişti. Yılların hüznü sürûra inkılâb etmişti. İşte bunun büyük bir şükrânesi olarak, târihin en büyük affını sergilemek üzere Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Mekke halkına:

“–Ey Kureyş topluluğu! Şimdi benim, sizin hakkınızda ne yapacağımı sanırsınız?” diye sordu.

Kureyşliler:

“–Biz Sen’in hayır ve iyilik yapacağını umarak; «Hayır yapacaksın!» deriz. Sen, kerem ve iyilik sâhibi bir kardeşsin! Kerem ve iyilik sâhibi bir kardeş oğlusun!..” dediler.

Bunun üzerine Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Ben de Hazret-i Yûsuf’un kardeşlerine dediği gibi:

لاَ تَثْرِيبَ عَلَيْكُمُ الْيَوْمَ يَغْفِرُ اللهُ لَكُمْ وَهُوَ أَرْحَمُ الرَّاحِمِينَ

«…Size bugün hiçbir başa kakma ve ayıplama yok! Allâh sizi affetsin! Şüphesiz O, merhametlilerin en merhametlisidir.» (Yûsuf, 92) diyorum. Haydi gidiniz, artık serbestsiniz!” buyurdu.

Bir diğer hitâbında da:

“–Bugün merhamet günüdür. Bugün Allâh’ın, Kureyşlileri İslâmiyet’le güçlendireceği, üstünleştireceği bir gündür.” buyurdu.

Bunun netîcesinde, fetihten önce birçok müslümanın malına ve cânına kıymış olan kimseler bile, hidâyet şerefine erdiler. Allâh Teâlâ, Kureyş müşriklerini Rasûlü’nün eline düşürmüş, ona boyun eğdirmişti. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de onları affetmiş ve serbest bırakmıştı. Bu sebeple Mekkelilere “Tulekâ”, yâni “âzâd edilenler” adı verildi.

Fahr-i Kâinât Efendimiz’in en büyük arzusu, hiçbir fert hâriçte kalmamak şartıyla bütün insanların müslüman olmalarıydı. Mekke’nin fethinden sonra güç ve kuvvetin zirvesinde olduğu bir anda, vaktiyle kendisine her türlü zulüm ve işkenceyi revâ gören insanlardan intikâm alabilecek durumda olmasına rağmen bunu yapmayıp umûmî af îlân etmesi, Hakk’ın nazarıyla mahlûkâta bakış tarzının hârikulâde bir tezâhürüdür.

Yıllardır alay, hakâret, zulüm ve düşmanlıktan başka bir şeye şâhid olmayan Mekke, o gün sergilenen büyük bir af bayramıyla târifsiz bir muhabbet ve merhamet tecellîsi yaşıyordu. Ancak bu güzelliğe gölge düşürmek isteyen Fedâle isimli bir Mekkeli, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i öldürmek kastıyla mübârek yanlarına sokuldu. Onun niyetini mânen bilen Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, hiçbir telâş ve kızgınlık göstermeyip, şefkat ve rahmet kanatlarını açarak Fedâle’ye:

“–Sen Fedâle misin?” diye sordu.

“–Evet!” dedi. Ardından O Rahmeten li’l-Âlemîn:

“–Ey Fedâle! Zihninde kurduğun şeyden tevbe ve istiğfâr et!” buyurdu ve mübârek ellerini onun göğsüne koydu. Böylece daha o anda zihnindeki öldürme düşüncesi kaybolan Fedâle’nin kalbi yumuşadı, îman nûru ile doldu ve Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bir anda kendisinin nazarında yaratılanların en sevgilisi hâline geldi. (İbn-i Hişâm, IV, 37; İbn-i Kesîr, es-Sîre, III, 583)

Ebû Süfyân bin Harb, Mescid-i Harâm’da oturmuş düşünüyordu. Peygamber Efendimiz önde, müslümanlar da O’nun arkasında yürüdüklerini görünce:

“−Acabâ Muhammed’e karşı asker toplasam mı, şu adamla yine çarpışmaya dönsem mi, ne yapsam acabâ?!” diye içinden geçirdi. O esnâda Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- gelip onun baş ucunda durdu ve iki kürek kemiği arasına eliyle vurarak:

“–Allâh o zaman da seni hor ve hakîr kılar!” buyurdu. Ebû Süfyân, başını kaldırıp Allâh Rasûlü’nü görünce:

“–Şu âna kadar Sen’in peygamber olduğuna tam kanaat getirememiştim. İçimden geçirdiğim düşünceler sebebiyle Allâh’a tevbe ediyor, O’ndan mağfiret diliyorum!” dedi. (İbn-i Kesîr, el-Bidâye, IV, 296)

***

Uhud Harbi’nde Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in amcası Hazret-i Hamza’nın ciğerini hırsla dişleyen Hind de Mekke’nin Fethi günü îmân ederek umûmî affa mazhar oldu. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, kelime-i tevhîdin şânı hürmetine onu da bağışladı.

Ebû Cehl’in oğlu İkrime, sayılı İslâm düşmanlarındandı. Mekke’nin fethinden sonra Yemen’e kaçmıştı. Hanımı, müslüman olarak onu Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanına getirdi. Âlemlere rahmet olarak gönderilen Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, İkrime’yi memnûniyetle karşılayarak:

“–Ey göçmen süvârî, hoş geldin!” buyurdu ve müslümanlara karşı yaptığı zulmü yüzüne vurmayıp onu da affetti. (Hâkim, III, 271/5059; Vâkıdî, II, 851-852)

Hebbâr bin Esved de İslâm düşmanlarının önde gelenlerinden idi. Mekke’den Medîne’ye devenin üzerinde hicret ederken kasten Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in kızı Zeyneb -radıyallâhu anhâ-’yı mızrağıyla vurarak deveden aşağı itmişti. Hazret-i Zeyneb hâmile olduğundan çocuğunu düşürmüş ve ağır bir şekilde yaralanmıştı. Bu yara daha sonra vefâtına sebep olmuştu. Hebbâr, bunun gibi daha birçok suç işlemişti. Mekke’nin fethinden sonra kaçtı ve ele geçirilemedi. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Medîne’de ashâbıyla oturduğu bir esnâda huzûr-i saâdete gelerek müslüman olduğunu bildirdi. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- onu da affetti. Ona hakâret edilmesini ve târizde bulunulmasını yasakladı. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm’de:

خُذِ الْعَفْوَ وَأْمُرْ بِالْعُرْفِ وَاَعْرِضْ عَنِ الْجَاهِلِينَ

(Ey Rasûlüm!) Sen af yolunu tut, bağışla, uygun olanı emret, câhillere aldırış etme, onlardan yüz çevir!” buyruluyordu. (el-A’râf, 199)

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, canlı bir Kur’ân idi. Kur’ân ahlâkı da en güzel bir şekilde O’nda sergileniyordu. Kendine yönelik olarak işlenen bütün suçları hiç tereddüt etmeden yürekten affederdi. Lâkin, umûma karşı işlenen suçlar için hakkı tutup kaldırıncaya ve hak sâhibinin hakkını alıncaya kadar, onu kimse sâkinleştiremezdi.

Nitekim Mekke’de kâbına varılmaz, cihânşümûl bir affın sergilenmesi yanında, bâzı ıslâh olmaz hâin müşriklerin de görüldükleri yerde ümmetin menfaati için öldürülmeleri husûsunda emr-i Peygamberî sâdır olmuştur.

Mekke’den ganîmet olarak hiçbir şey alınmamıştır. Varlık Nûru Efendimiz, İslâm ordusunun bir hayli yekûn tutan zarûrî ihtiyaçlarını karşılamak için Mekke zenginlerinden ödünç para ve zırh aldı. Daha sonra bunu, Hevâzin ganîmetinden tamâmıyla ödedi ve:

“–Ödüncün karşılığı, teşekkür etmek ve onu ödemektir!” buyurdu. (Vâkıdî, II, 863; Ebû Dâvûd, Büyû’, 88/3562; Muvatta, Nikâh, 44)

***

Mekkeliler, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bütün insanlığa numûne olarak sergilediği af bayramının sürûrunu yaşarken öğle vakti girmişti. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, her zaman olduğu gibi yine ezân okuması için Hazret-i Bilâl’e emretti. Bilâl -radıyallâhu anh-, bir zamanlar köle olarak akıl almaz işkencelerle “Ehad, Ehad” diye inlediği günleri hatırladı. Artık zulüm zevâle ermişti. Şimdi hür idi ve zafer kazanmış bir îmân ordusu ile Mekke’de idi. Allâh’a şükrederek Kâbe-i Muazzama’nın üstüne çıktı. Yakıcı nağmelerle ezâna başladı. Öyle içli ve yanık bir ezân okuyordu ki, bütün Mekke dağları ve semâsı bu ulvî sadâ ile yankılanıyordu. Gökler mütebessim, yerler mesrûr oldu. O gün okunan ezân-ı Muhammedî, mü’minlere ebedî bir hâtıra idi. Bu manzarayı gören müşriklerden birkaçı:

“–Yazıklar olsun bize!.. Köleler kadar da olamadık! Onlar nerelere ulaştı, bizler ne hâlde kaldık?” diye önceden yaptıklarına, yâni o âna kadar hakîkatten gâfil kalmalarına hayıflandılar.

KAYNAK: Osman Nuri TOPBAŞ, Hazret-i Muhammed Mustafa-1, Erkam Yayınları, İstanbul