Mesnevi’de Geçen Derviş Hikayesi
Mesnevi’de geçen hikayede, gemide yolculuk eden bir dervişi hırsızlıkla töhmet altına almaları nedeniyle dervişin Allah'a yakarmasıyla kendisine gelen ilahi yardım.
İnsanı inciten kişinin, Allâh’ı incittiğinden haberi yoktur. O bilmiyor ki bu küpün suyu, Hak ırmağının suyu ile birleşmiştir.
HIRSIZLIKLA SUÇLANAN GEMİDEKİ DERVİŞ
Hazret-i Mevlânâ’nın naklettiği şu hikâye, bu gerçeği ne kadar güzel yansıtır:
Bir gemide bir derviş vardı. Yükü ve eşyâsı yoktu. İyi huylarından, mertlik ve insanlıktan bir yastığa dayanmıştı. Gemi suların üzerinde akıp giderken, bir ara gemide bir kese altın kayboldu. Derviş ise o sırada uyumuştu. Herkesi aradılar, bulamadılar; biri de o dervişi gösterdi. Ve:
“–Şu uyuyan fakiri arayalım.” dedi.
Para sahibi, derdinden dolayı, yok yere onu uyandırdı. O mâsum dervişe itham dolu bakışlarla:
“–Bu gemide bir kese altın kayboldu. Herkesi aradık; bulamadık. Sıra sende! Hırkanı çıkar, soyun da, halkın şüphesi kalmasın.” dedi.
Derviş:
“Ya Rabbî! Mâsum kulunu suçlu buluyorlar, hâlimi Sana arzediyorum!” diyerek Hakk’a iltica etti.
Gemidekiler, dervişe gönül kırıcı bir şekilde davranmışlardı. O temiz gönlün sahibi, yâni Hak Teâlâ ise, onun kırılmasına râzı olmadığından, balıklara emretti ve o anda denizin her tarafından sayısız balık başını çıkardı. Her birinin ağzında, çok kıymetli iri bir inci vardı. Her birinin ağzında bir inci vardı ama ne inci... O incilerden her biri, bir memleket geliri değerinde idi. Allâh tarafından lutfediliyordu. Kimsenin o incilerde hakkı yoktu.
Derviş balıkların ağzından birkaç inci alıp geminin ortasına attı. Kendisi de sıçrayıp havada iskemleye oturur gibi oturdu. Padişahların tahtlarına oturdukları gibi bağdaş kurmuş, havada duruyordu. Gemi de onun önünde gitmede idi. Gemidekilere seslenerek dedi ki:
“Haydi gidin; gemi sizin olsun Hak benim olsun! O, ne beni hırsızlıkla suçlar, ne de beni kusurlarımı açığa vuran birisinin eline bırakır.”
Gemide bulunanlar:
“–Ey ulu kul! Sana bu yüce makamı ne yüzden verdiler?” diye seslendiler.
Derviş:
“Mânâ sultanlarına saygı gösterdiğim için verdiler. Yoksullara karşı da hiç kötü zanna kapılmadım. O latîf ve nefesi hoş yoksullar yok mu; “Abese” sûresi, onları yüceltmek için geldi. Onların yoksulluğu dünyalık için veya dünyaya sarılmak için değildir. Onların dünyada Hak’tan başka hiçbir şeyi olmadığından, onlar yoksulluğu benimsemişlerdir.” dedi.
Bir şiirde bu incelik şöyle anlatılmıştır:
Fukarâ kalbine her kim dokuna
Dokuna sînesi Allâh okuna
İNSANI İNCİTEN, ALLAH’I İNCİTMİŞ DEMEKTİR
Bu kıssadan hisse çıkaran Hazret-i Mevlânâ şöyle ifade buyurur:
“İnsanı inciten kişinin, Allâh’ı incittiğinden haberi yoktur. O bilmiyor ki bu küpün suyu, Hak ırmağının suyu ile birleşmiştir.”
“Bilgisizliğimiz, körlüğümüz yüzünden, Hakk’ın velîlerini hor görmek, onları incitmek istiyoruz.”
“İbtilâ, belâya uğrayış bir hastalıktır, belâya uğrayan kişiye acırlar, ama ahmaklık öyle bir hastalıktır ki başkalarını da yaralar ve incitir.”
“Ahmaklar, insan yapısı mescide saygı gösterirler de, gönül sahiplerinin gönüllerini kırmaya çalışırlar.”
“Bu gönül evinin içinde kimin bulunduğunu biliyorsanız, bu gönül sahibinin kapısı önünde ettiğiniz terbiyesizlik nedendir?”
“Oysa bir Allâh adamının, yani bir peygamberin veya velînin gönlü incinmeyince, Allâh hiçbir kavmi rezîl ve rüsvây etmemiştir.”
Dolayısıyla tasavvuf, incitmemek bahsi üzerinde ziyadesiyle durur. Öyle ki, incinmemek derecesinde…
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Ab-ı Hayat Katreleri, Erkam Yayınları