Hz. Mevlana Halid-i Bağdadi Kimdir?
Mevlana Halid-i Bağdadi Hazretleri kimdir? Mevlana Halid-i Bağdadi nasıl ahlâk ve yapıya sahipti? Mevlana Halid-i Bağdadi Hazretleri'nin ilim hayatı nasıldı? İlim çevresi tarafından 'Güneşler Güneşi' diye adlandırılan Mevlana Halid-i Bağdadi Hazretleri hakkında bilinmesi gerekenler...
Mevlânâ Hâlid Hazretleri (1779-1827), “Silsile-i Aliyye” denilen büyük evliyâullâh halkasının bir tertibe göre otuzuncusudur.
İsmi, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî, lâkabı Ziyâüddîn’dir. Ayrıca Osmânî olarak da anılmıştır. Asrının müceddidi olan bu büyük Allah dostunun nesebi, baba tarafından Osman bin Affân -radıyallâhu anh-’a, anne tarafından da Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-’a ulaşır. Bağdad’ın kuzeyinde bulunan Zûr şehrinde doğmuştur.
BÜTÜN İLİM SAHALARINDA DERİNLEŞTİ
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri, daha küçük yaşlarda iken keskin zekâsı, kuvvetli hâfızası, sağlam irâdesi ve çalışkanlığı sebebiyle zamanının aklî ve naklî ilimlerinde gâyet yüksek bir seviyeyi hâiz oldu. Hemen hemen bütün ilim sahalarında derinleşti.
Hangi ilimden ne sorulsa derhâl cevabını verir, ondaki kıvrak zekâ ve sonsuz bilgi ummânı karşısında herkes hayrette kalırdı. O, zamanının pek çok büyük âliminden ilim öğrenmiş ve icâzet almıştır. Böylece devrindeki ulemânın ve tasavvuf erbâbının en üstünü olmuştur.
‘GÜNEŞLERİN GÜNEŞİ’ DİYE ANILIRDI
Ömrü zühd ve takvâ ile geçen Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri, Kur’ân-ı Kerîm’in esrârına son derece vâkıf idi. O, âlimlerin âlimiydi. “Şemsü’ş-Şümûs”, yani “Güneşler Güneşi” diye anılırdı. Rûhâniyet dolunayının nurlarına bir şafaktı. Hakîkatin sırlarına, sırların da hakîkatine muttalî idi.
O, daha icâzet almadan, talebe sıfatını hâizken bile ilimde temâyüz etmiş ve herkesin alâkasını celbetmişti. Bu sırada kendisini ziyâret eden Süleymâniye mutasarrıfı Abdurrahman Paşa’nın, onun ilim ve irfânına hayran kalarak:
“–Süleymâniye medreselerinden hangisini arzu ederseniz oranın müderrisi olunuz.” tarzındaki teklifini, henüz icâzet almamış bulunduğu için, ilim an’anesine hürmeten kabûl etmedi:
“–Bu hizmetin ehli değilim!..” dedi.
“İÇ DÜNYAN İLE MEŞGUL OL!”
Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri, 1805 senesinde hacca gitti. Yolda Şam âlimlerinden çok saygı gördü. Bu arada Mustafa Kürdî adında bir zâttan Kâdirî icâzeti aldı. Ancak o, tevâzû ve mahviyet içinde bulunuyor ve kendisinin kemâlât yolunda daha çok mesâfe kat etmesi gerektiğine inanıyordu. Bunun için Medîne-i Münevvere’ye vardığında kâmil bir velî bulup ona teslîm olarak mâneviyatını ilerletmek arzusundaydı.
İşte o büyük ilim deryâsı, bu hâlet-i rûhiye ile Medîne-i Münevvere’ye vardı. Bir gün orada nur yüzlü bir zâta rastladı. Yemenli olan bu Hak dostunun mânevî câzibesine kapılarak tıpkı câhil birinin âlim bir zâttan nasihat istemesi gibi, ondan öğüt taleb etti. O zât da şöyle dedi:
“–Ey Hâlid! Mekke-i Mükerreme’ye vardığında Kâbe’de şâyet edebe mugâyir bir şey görürsen, muhâtabın hakkında hemen sû-i zanna kapılıp kendi kendine yanlış bir yorumda bulunma! Gözünü ve kalbini ayıp ve kusur aramaktan uzak tut! İç dünyan ile meşgul ol!”
İlk bakışta kapalı bir îkaz mâhiyetinde görünen bu ifâde, gerçekte, Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri ile onu asıl mertebesine iletecek olan Pîr-i Kâmil arasındaki esrârengiz zuhûrâta bir işâretti.
“SELİM BİR KALP BEYTULLAHTIR”
Ancak Mekke-i Mükerreme’ye gittiğinde oradaki mânevî feyzin heyecanı karşısında âdeta bir gönül sarhoşluğu içinde bulunan Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri, bu zâtın nasihatini unutmuş olduğu hâlde, bir cuma günü, dağınık kıyafetli, garip görünüşlü ve nur yüzlü bir dervişin Kâbe’ye sırt çevirip kendisine nazar etmesi dikkatini çekti. İçinden:
«–Şu zât Kâbe-i Muazzama’ya karşı lâzım olan edebi göstermiyor. Arkasını Kâbe’ye dönmüş vaziyette oturuyor.» diye düşündü.
Bu esnâda sadır sadıra bulunduğu o zât, Hâlid-i Bağdâdî’ye:
“–Ey Hâlid! Bilmez misin ki mü’mine hürmet, Kâbe’ye hürmetten efdaldir. (Çünkü kalp, nazargâh-ı ilâhîdir. Selîm bir kalp, beytullahtır.) Medîne’deki o sâlih zâtın nasihatini ne çabuk unuttun!..” dedi.
Bu sözler üzerine Mevlânâ Hâlid Hazretleri, bu zâtın sıradan biri değil, büyük velîlerden olduğunu idrâk ederek özür diledi ve hemen ellerine sarıldı:
“–Ey sâlih zât! Ne olur bana himmet et, beni sâlikliğe kabûl eyle!” diye ricâ etti.
O esrârengiz derviş, ufukların sırlı derinliklerine bakarak:
“–Senin fütûhâtın bu bölgede değil!” dedi. Sonra eliyle Hindistan yönünü işâret ederek:
“–Sana oradan işâret gelecek ve fütûhâtın orada olacak!..” buyurdu.
Yani mânevî terbiyesinin, Hindistan’ın Delhi şehrinde bulunan Abdullah Dehlevî Hazretleri’nin irşâdında kemâle ereceğine işâret etti.
HAZRETİN BEKLEDİĞİ İŞARET GELDİ
Bu ifâdeler, Mevlânâ Hâlid Hazretleri’ne derinden tesir etti. Hac vazifesini îfâdan sonra memleketi Süleymâniye’ye döndü. Fakat gece gündüz Hindistan’ı düşünüyordu. O, bu hâlet-i rûhiye içinde mânevî ihtilâçlar yaşarken bir gün Abdullah Dehlevî Hazretleri’nin talebelerinden bir zât çıkageldi. Ona Hindistan’daki üstâdından bahsedince Mevlânâ Hâlid Hazretleri, bunun, beklediği işaret olduğuna iyice kanaat getirdi ve derhâl yol hazırlıklarına başladı. Medreseyi ve talebelerini bıraktı.
Ancak kendisini çok seven talebeleri ve ahâli, onu Hindistan’a göndermek istemediler. Gideceği memleketin siyâsî bakımdan son derece karanlık ve tehlikeli bir yer olduğunu, bu sebeple kendisinin hayâtından endişe ettiklerini söylediler. Bütün bunlara rağmen Hâlid-i Bağdâdî, tıpkı Mûsâ -aleyhisselâm-’ın ilâhî bir emirle Hızır -aleyhisselâm-’ı arayıp bulmak ve ondan hikmet tahsil etmek yolunda gösterdiği azmi kendisine örnek alarak:
“Âb-ı hayat arıyorsan, karanlığa gitmelisin!” dedi ve Hindistan’a gitmekten vazgeçmedi.
PEYGAMBERLER GÜNAH İŞLER Mİ?
Nihâyet kısa zamanda hazırlıklarını tamamladı ve Dehlevî Hazretleri’nin mürîdi ile yola koyuldu. Yol üzerinde Tahran’a uğradılar. Burada Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri’nin meşhur şiî âlimi İsmail Kâşî ile câlib-i dikkat bir münâzarası oldu. Şöyle ki:
Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri, daha önce şiî tefsirlerini okumuş, âyetleri nasıl tahrif ettiklerini müşâhede etmişti. Bu gibilerin bilhassa Hulefâ-i Râşidîn hakkındaki sû-i îtikadları kendisini çok üzüyordu. Bu sebeple İsmail Kâşî’ye:
“–Peygamberler günah işler mi?” diye sordu.
Kâşî de:
“–Hayır onlar mâsumdur.” dedi.
Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri:
“–Cenâb-ı Hak; «Allah seni affetti. Fakat doğru söyleyenler sana iyice belli olup, sen yalancıları bilinceye kadar onlara niçin izin verdin?» (et-Tevbe, 43) buyuruyor. Af, günahta geçerlidir. Burada Allah affettiğini söylüyor. O hâlde Peygamber günah mı işlemiş oluyor?” diye sorunca Kâşî:
“–Hayır, bu âyet-i kerîme Ebû Bekir’i azarlamak için nâzil olmuştur.” dedi.
Bunun üzerine Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri:
“–Mâdem bu âyet-i kerîme Hazret-i Ebû Bekir hakkındadır, öyleyse Allah Teâlâ Hazret-i Ebû Bekir’i affettiğini beyan buyuruyor. Peki, siz niye affetmiyorsunuz?” dedi.
Bu nükte karşısında Kâşî, hiçbir şey söyleyemeyip sustu; talebelerinin huzurunda mahcup ve rezil oldu. (İbrahim Fasîh, el-Mecdü’t-Tâlid, s. 128)
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Osmanlı, Erkam Yayınları