Mevlânâ Hazretleri’nin Sohbeti

İHSAN

Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî (k.s.) nasıl sohbet ederdi? Hak dostlarından Mevlânâ Hazretleri’nin sohbetini istifadenize sunuyoruz.

Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî -rahmetullâhi aleyh- şöyle sohbet etmiştir.

MUHABBETLE KAHIR RAHMET OLUR

Her kimi Allah tâlibi görürsen, onun dostu ol, onun önünde saygı ile eğil! Allâh’ı isteyenlerin, Allah dostu olanların komşusu olursan, sen de Hakk’ı isteyenlerden olursun; onların sâyesinde, sen de nefs savaşını kazanırsın. Şunu iyi bil ki, bu dünyadaki fânî ve yalancı dostlar, sahte sevgililer, sonunda hepsi sana düşman olacaktır. Baş kesen düşman kesilecektir. Hâlbuki sen, feryatlar içinde mezarda: “Ya Rabbi, beni yalnız bırakma!” diye Allâh’a yalvaracaksın.

Kimin bir ölüye, yani fânî bir varlığa sevdâsı varsa, o sevdâyı canlı ve diri varlığa kavuşmak için besler. Böylece fânî bir varlığı sevmek, aşka bir köprü olur da, onu ilâhî sevgiye ulaştırır. Ey Hakk yolcusu, sen öyle bir diriye kavuşmak için, ona kavuşmayı umarak çalış çabala ki, o gönül verdiğin diri, bir müddet sonra cansız bir hâle gelip toprağa gömülmesin. Hislerine kapılıp da bir saman çöpünü, yani fânî bir güzeli, kendine yakın bir dost olarak seçme. Çünkü ondaki sevgi ve yakınlık duygusu iğretidir. Sen kalıcı dostu ara. Eğer Allah’tan başka senin gönül verdiklerinde vefâ ve bağlılık olsaydı, senin en vefâlı yakının olan annen ile babanın dostluğu (şimdi) nerede?

Gönül verdiğin şeyin yaldızı, aslına gidip de o şey çirkinleşince, bakırı meydana çıkınca, yani sevdiğin güzelliğini kaybedince, tabiatın ona doyar, ondan hoşlanmaz, onu boşlayıverir. Fânî varlıklarda görülen güzellik, ilâhî güzelliğin iğreti olarak onlara aksetmesinden ibârettir. Akseden o nur, günün birinde aslına geri dönecektir. Bu yüzden ey sâlik, iğreti/geçici güzelliklere bakma da, sen onun aslını, yani o güzelliği vereni ara! Güneşin duvara düşen nuru, yine güneşe gider. Sen duvara düşen nûra değil de, o nûru düşürene, yani güneşe git; sana lâyık olan odur. Mâdem ki oluktan su akmadı, yani güzellerden vefâ görmedin; bundan sonra suyu, sen göklerden elde et.

Herkesin, her şeyin Kendisine muhtaç olduğu, lâkin kendisinin hiç bir şeye ihtiyacı bulunmayan Allâh’ın tertemiz Zât’ına yemin ederim ki, kötü yılan, kötü dosttan iyidir! Kötü yılan, insanın canını alır. Fakat kötü dost, insanı ateşe atar, yakar yandırır! İnsan, konuşmasa bile, kötü arkadaşından huy kapar! Gönül gizlice onun ahlâkını alır, benimser; onun kötü ahlâkını kendisine ahlâk edinir! Doğruluktan nasibi olmayan, sermayesi bulunmayan arkadaş; sana gölgesini düşürür, senin sermayeni de alır gider! Münâfıklarla dost olmanın uğursuzluğu, mü’mini de onlar gibi çirkinleştirir ve âsî kılar.

Mâdemki, bizim görüşümüzde birçok hastalıklar vardır. O hâlde, git kendi görüşünü, dostun görüşünde yok et. Bizim görüşümüze karşılık dostun görüşünü elde edebilmek, verilenin yerine alınan ne güzel bir karşılıktır. Onun görüşünde, bütün dilekler bulunur.

Adamın biri, bir türlü karar veremediği bir mesele hakkında, kat’î karara varmak, tereddütten kurtulmak için birisine danışarak onun fikrini almak istedi. Danışmak istediği kişi dedi ki: “Bana güvenerek, bana danışmak için başvurman hoşuma gitti. Ama ben, senin dostun değilim ki! Sen benden başkasını bul da, danışacağını ona danış! Ben, sana dost değilim; bana danışma! Dost olmayanın vereceği akıl ile başarıya ulaşılmaz! Git; sana dost olan birini ara! Dost, şüphe yok ki, dostun hayrını ister! Ben dost değilim; benim gibi birisinden sana fayda gelmez! Ben; eğri büğrü yürürüm, sana yanlış şeyler söylerim!”

İyi insanlarla dost olup onlarla oturan kişi, külhanda bile olsa, gül bahçesinde oturuyor sanılır. Fakat bahçede dost zannettiği kötü düşmanla beraber oturan kişi, külhanda oturuyor gibidir! Aklını başına al da, benliğe kapılarak o samimi dostu küçük görme, onu incitme!

Gönül, her dosttan bir gıda alır. Gönül, her bilgiden bir manevi zevk, bir safa, bir arınma elde eder. Buluştuğun herkesten manevi bir gıda alırsın, manevi bir şey yersin. Kavuştuğun her güzel dosttan da bir şeyler alırsın.

Sen, kaskatı bir taş veya mermer parçası olsan, bir gönül sahibine erişebilirsen cevher olursun. Temiz erlerin sevgisini gönlüne yerleştir. Âriflerin muhabbetinden başka bir şeye gönül verme. Ümitsizlik tarafına gitme, ümid kapıları vardır. Karanlıklar semtine varma, güneşler parlamaktadır. Gönül, seni gönül ehlinin, âriflerin mahallesine doğru çeker, ten ise seni su ve çamur hapsine koymak ister. Aklını başına al da, bir gönül arkadaşının sohbeti ile gönlüne gıda ver.

Bir dosta, dostun cefâsı nasıl ağır gelir? Cefâ ve ızdırap bir şeyin içi gibidir. Dostluk onun kabuğuna benzer. Dostluğun belirtisi belâlardan, âfetlerden, mihnetlerden hoşlanmak değil midir? Dost altın gibidir. Belâ ise ateşe benzer. Hâlis altın ateş içinde saf bir hâle gelir.

Başımıza gelen belaların rüzgârı çok sert esmede, ömrümüzün mumu ise sönmek üzere; çabuk olalım, çabuk davranalım da ömrümüzün mumundan bir başka mum uyandıralım, bir başka mum elde edelim. O iki mumdan birini rüzgâr söndürürse, bari öbürü ile yolumuza devam edelim.

Ah, tabiatı bize uymayan dostun verdiği ıstıraplardan! Ah, onların kalbimizde açtığı derin yaralardan! Ey ulu kişiler, ey büyük insanlar; aklınızı başınıza alın da kendinize iyi dostlar, uygun arkadaşlar arayınız! Kendine gel de, görünüşe kapılma, güzel sûrete tapma; öyle bir söz de söyleme! Aynı cinsten oluşu görünüşte, sûrette arama!

Bir efendiye, ziyarete gelen yakın dostları hediye olarak kavun getirmişlerdi. O da sevdiği, gönüldaşı, derin duygulu sâdık hizmetkârı Lokman’ı çağırttı. Hz. Lokman gelince, efendisi kavundan bir dilim kesip, ona ikrâm etti. Hz. Lokman o dilimi sanki bal gibi, şeker gibi yedi. Öyle hoşlanarak öyle zevkle yemişti ki, onu görenlerin de iştahları kabarıyor, ona âdeta imreniyorlardı. Efendisi ona ikinci bir dilim daha verdi. Zîra efendisi, Hz. Lokman’ın duyduğu bu lezzet karşısında huzur buluyordu. Derken kavundan son bir dilim kaldı. O zaman efendisi:

“–Bunu da ben yiyeyim de ne kadar tatlı bir kavun olduğunu anlayayım!” dedi.

Efendisi o dilimi yer yemez, kavunun acılığından ağzını bir ateş kapladı. Dili uçukladı, boğazı yandı. Kavunun acılığından kendinden geçti. Ondan sonra Hz. Lokman’a:

“–Ey benim canım hizmetkârım! Ey benim cihânım!” dedi. “Böyle bir zehri, nasıl oldu da tatlı tatlı yedin? Böyle bir kahrı, nasıl oldu da lütuf saydın? Bu ne sabırdır? Kim bilir, şimdiye kadar ne acılara katlandın ve sabrettin? Yoksa sen tatlı canına düşman mısın? Neden bir şey söylemedin? Neden; ‘Beni mâzur görün, şimdi yiyemem!’ demedin?”

Hz. Lokman dedi ki:

“–Ben, siz efendimizin elinden o kadar tatlı yemekler yedim, maddeten ve mânen o kadar nâdide gıdalar aldım ki, size, bunlar için mukâbelede bulunamadığımdan dolayı utancımdan iki büklüm olmuşumdur. Elinizle sunduğunuz bir şeye, nasıl olur da ‘Bu acıdır, yenilemez.’ diyebilirim? Hem, sizin elinizle gelen her acı, bana tatlı gelir. Çünkü bedenimin her hücresi, sizin nimetlerinizle perverde olmuştur.”

Sonra Hz. Lokman, heyecan ve muhabbet dolu sözlerle içini dökmeye şöyle devam etti:

“–Efendim! Sizden gelen bir acıdan feryat edersem, başıma yüzlerce defa toprak saçılsın. Lütufkâr elinin tadı, bu kavunda nasıl acılık bırakır? Muhabbetten acılar tatlılaşır, muhabbet yüzünden bakırlar altın olur. Muhabbet ile tortular durulur, arınır. Muhabbetten, dermansız dertler şifâ bulur. Muhabbetten ölüler dirilir. Muhabbet yüzünden padişahlar kul olur. Muhabbetten zindanlar gül bahçelerine döner. Muhabbet yüzünden karanlık evler aydınlanır, nurlanır. Muhabbet yüzünden nâr, nur olur. Muhabbet yüzünden, çirkin bile hûri kesilir. Muhabbetten kederler, üzüntüler neşe olur, sevinç olur. Muhabbet yüzünden, yoldan çıkaran, yol kesen, yol gösterici ve saâdet rehberi olur. Muhabbet yüzünden hastalık, sıhhat ve âfiyete çevrilir. Muhabbetten kahır rahmet olur.”

Ey Hakk yolcusu! Sen; aklı, zekâyı sat da hayranlığı satın al! Çünkü zeki olmak, akıllı olmak; bir fikir yürütmekten, bir zanna kapılmaktan ibârettir! Hâlbuki hayranlık; Hakk’ın güzelliğini, kudretini, san’atını görmek, şaşırıp kalmaktır! Aklı, Hazret-i Mustafa huzurunda kurban et ve “Allâh’ım bana yeter!” de!

Akıl ve zekâ, sana kibir ve gurur verir. Aklı, dostun aşkında kurban et! Çünkü bütün akıllar, dostun bulunduğu taraftadır! Çünkü rûhların da, akılların da çıkış yeri Hak’tır! Bu sebeple aklı, Hak’ın aşkında kurban et! Akıllı olanlar, akıllarını dostun bulunduğu yere, ötelere göndermişlerdir! Bu dünyada kalan akıl ise, sevgiden haberi olmayan, sevmeyen, sevilmeyen, ahmak olan akıldır!

İyi talihli ve insan olan kişi bilir ki; zeki olmak, akıllı geçinmek iblisin yoludur; aşk ve kulluk da Âdem’indir. Şeytan gibi zeki olanlar, okyanusta yüzenler gibidir. Koca bir okyanusta yüzen kimsenin kurtulması nâdirdir. Nihâyet batar, boğulur; yani aklına güvenip şerîat gemisine binmeyenler, sonunda helâk olurlar. Sen yüzmeyi bırak, kendini beğenmekten vazgeç, kîni terk et! Yüzdüğün su; dere, ırmak değildir, okyanustur! Bu okyanus, aslında kazâ ve kader denizidir!

İlâhî aşk, seçkin mü’minler için bir gemi gibidir. Bu gemiye binenler; âfete, felâkete pek uğramazlar; çoğu zaman da kurtuluşa ererler. Nefsini alçak gören kişiye, ne mutlu! Dağ gibi kendini üstün gören kişinin de vay hâline.

İlâhî aşk sayesinde nefsâniyetten kurtulan, benlik elbisesinden sıyrılan kimse; hırstan, her türlü ayıp ve çirkinlikten tamamıyla temizlenir. Topraktan yaratılmış olan bedenimiz, aşk sâyesinde göklere yükseldi, ulvîlik kazandı.

Cenâb-ı Hak, Hazret-i Âdem’e, kendi esmâ ve sıfatlarını bizzat bildirdi. Başkalarına ise, o esmâyı Âdem vasıtasıyla açığa vurdu. Allâh’ın nurunu ister Allah’tan al, ister kâmil insandan. Aşk şarabını, ister küpten iç, ister testiden. Bir mumdan yakılan mumu gören, gerçekten de asıl mumu görmüş olur. Böylece, o mumun ışığı, yüz muma nakledilse, o mumdan yüzlerce mum yakılsa, sonuncu mumun aydınlığını gören bile asıl ilk mumu görmüş olur. İstersen, aradığın hidâyet nurunu, aşk nurunu son mumdan al; istersen bizzat ondan, can mumundan al; aralarında hiçbir fark yoktur.

Ey heveskâr insan! Şunu iyi bil ki, rahmet-i ilâhiyyenin en büyük eseri, gönüldür. Onun dışındakiler, bu büyük eserin gölgesi mesâbesindedir. Ağaçlar arasında bir dere akıp gider. Onun berrak suyunda iki tarafın ağaçlarının akislerini görürsün. Su içine aksedip görülenler, hayalî bir bağ-bahçedir. Asıl bağ ve bahçeler, gönüldedir. Çünkü gönül, nazargâh-ı ilâhîdir.

Velîlerde, Hakk tarafından ihsan edilmiş öyle bir kudret vardır ki, onlar atılmış, yaydan çıkmış oku yoldan geri çevirirler. Bir Velî, bir hadisenin meydana gelmesinden huzursuz olursa, o hadiseyi meydana getiren sebep kapısını, Hakk’ın kudret eliyle kapar.

Bil ki, bakır, altın olmadıkça bakırlığını bilmez. Gönül de mânevî kıvâma ulaşmadıkça hatâlarını görmez, süflîliğini anlamaz. Ey gönül! Nefsin kibir ve gurur çukurundan kurtul da sen de bakır gibi iksire hizmet edip bir altın hâline gel! Gönülleri kuşatan sevgiliye hizmet et! Bu sevgililer, gönül sahibi olanlardır. Gece ile gündüz birbirinden nasıl çekinir ve ayrılırsa, onlar da dünyadan öyle çekinir, öyle kaçıp dururlar...

Ey gâfil insan! Mâdemki peygamber değilsin, ötelerden haber alamıyorsun, sana uyanlar da yok; bu yolda haddini bil, kendi safında kal; ileri gitme! Yürüdüğün hakîkat yolunda da büyük bir velînin arkasından yürü ki, bir gün nefsaniyet kuyusundan çıkıp Hazret-i Yûsuf gibi bir mânâ padişahı olasın. Mâdemki Hakk’ta fânî olup Hakk’ın lisanı olamadın; bari kulak kesil! Bir şey söyleyeceksen bile sual tarzında söyle de, sözün bir şeyler öğrenmeye yarasın! Padişahlar padişahıyla, hiçbir şeyi olmayan fakir ve muhtaçlar gibi konuş!

Kaynak: Mehmet Lütfi Arslan, Marifet Meclisleri, Erkam Yayınları