Milliyetçiliğin Ümmete Zararları
İslam imanı zemininde, sevgi, merhamet ve dayanışma üçgeninde birleşmiş bir ümmet bünyesi, her türlü rahatsızlığın kesin merhemidir. Mümin duyarlığına dayalı ümmet birliğini yaşanır kıldığımız güne kadar sıkıntılar şu ya da bu boyutta yaşanmaya ne yazık ki devam edecektir.
Mehmed Âkif Ersoy'un "Emr-i bi’l-ma’rûf imiş ihvân-ı İslâm’ın işi / Nehyedermiş bir fenalık görse kardeş kardeşi." sözleriyle anlattığı Müslümanların kardeşlik bilinci 20.yy'ın başında yaygınlaşan ve ümmete zarar veren kavmiyetçiliğin, ırkçılığın güncel, tarihi ve ilkesel gerçekleri...
GÜNCEL GERÇEK
Müslümanlar olarak uzunca bir zamandan beri, başta başımız olmak üzere ümmet bünyemizin kalb ve gönül gibi önemli bir çok nahiyesinde büyük ve ciddi rahatsızlıklar bulunmaktadır. Bu bir gerçek. Yine aynı şekilde, “dinlerine uymadıkça asla razı olmayacakları”1 Kur’an-ı Kerîm tarafından bildirilmiş olan Yahudiler ve Nasra (siyon ve haçlı) güç odaklarınca planlı ve bilinçli bir şekilde içine itildiği elem ve kargaşayı, ümmet-i Muhammed’in giderek sanki daha az hisseder olduğu, yönetimler düzeyinde bunun daha da yoğunlaştığı gözlemlenmektedir. Bu da bir başka kahredici gerçektir. Ümmet olarak, tepkisizlik ya da gecikmiş cılız tepkilerimizle, organlar arası irtibatları oldukça zayıflamış, duyarlığı büyük ölçüde kaybolmuş bir vücudu andırmaktayız. Zira karşı koymak için değil, tıbbî ve insanî yardım için bile bünye dışı ve düşman odakların iznini kollama zilletini, mümin çevrelerin yüzüne marifetmiş gibi, yüksek siyasetmiş gibi sunabiliyoruz. Onlar “bire on” anlayışıyla güç kullanırken, biz “ona bir” oranına bile sahip çıkmayı, “küresel değerlere aykırı” görebiliyoruz. İslâm dünyasının hemen her bölümünde yıllardır yaşanan trajediler, bizim bu yürekler acısı tutum ve tavrımızı tüm kör gözlere sokacak kadar netleştirdi. Halbuki,
“O iman, ittihad isterdi bizden, vahdet isterdi
Nasıl “Bünyân-ı mersüs” olmamız lazımsa gösterdi!”2
Ne var ki uzunca bir zamandan beri İslâm imanının istediği ittihad/birlik yerine ümmet bünyesindeki ayrılıkların onulmaz kaynağı olan kabilecilik/ırkçılık/ulusçuluk duygu ve söylemleri kök salmış bulunmaktadır. Oysa İngiliz tarihçi Arnold Toynbee bile, iki tehlike olarak gördüğü, IRKÇILIK ve ALKOLİZM’e karşı İslâm’ın panzehir olduğunu söyler. Kavmiyetçiliği ve içkiyi yasaklamış olmasının, İslâm Medeniyetinin Batı medeniyetine üstün olduğu iki nokta olduğu itirafında da bulunur. Şu tespit de ona aittir: “Gerçekte, ırkçılık/milliyetçilik Müslümanların içine düştükleri bir oyundur.”
Müslümanlar arasında sevgi, şefkat ve dayanışma bağları yeterince çalışmıyorsa, inananlar bünyesi, organlarının derdini yekdiğerine aktaramıyor ve birlikte ağlayamıyor, beraber çare arayamıyorsa, aslında başkalarını suçlamaya da hakkı kalmamış demektir. Bize öyle gelmektedir ki, müminler arası duyarlılığı, özellikle bizim açımızdan, ülke sınırlarından önce ilke sınırları, yani maddi mânialardan evvel, doktriner engeller önlemektedir. Yüreklerin duyarlılığı ile kafaların şartlanmışlığı çatışması her şeyi alt-üst etmektedir. Bir asrı aşkın bir süredir hep bu anlamsızlığı, bu çatışmayı yaşamaktayız. Ümmet bünyesinin hiç bir yerindeki rahatsızlığa dostça ve etkili bir biçimde çare bulamamanın mahcubiyeti, aczi ve sorumluluğu, ümmetçe yaşadığımız güncel ve acı gerçektir.
TARİHİ GERÇEK
Halbuki her sistem gibi İslâm da kendi ümmetini ve medeniyetini belli esaslar üzerine kurmuştur. İnançta tevhidi; toplumda uhuvvet ve vahdeti yani kardeşliği ve birliği esas almıştır. Dolayısıyla İslâm ümmeti, sınırları İslâm imanıyla çizilmiş kardeşler topluluğudur. Bu bünyeye imandan başka hiç bir şey, mesela ne ırk, ne renk ne de coğrafya sınır çizemez. İslâm kardeşliğinin yegâne belirleyici ön şartı “La ilahe illallah Muhammedur’r-resulullah” demektir. Bu kelime-i tevhîd’i söyleyen herkes Müslüman’dır ve öteki Müslümanların din kardeşidir. Yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim’de bu gerçek, “Ancak mü’minler kardeştir”3 diye pek açık biçimde belirlenmiş ve ilan edilmiştir. Sevgili Peygamberimiz de “Müslüman müslümanın kardeşidir” buyurmuş, dünyanın neresinde olursa olsun, hangi devirde yaşamış bulunursa bulunsun, bütün Müslümanların birbirlerinin din kardeşi olduklarını tüm dünyaya duyurmuştur. Hatta bizzat kendisi Medine’yi teşrif ettiklerinde, Mekke’den gelen Muhacirlerden her birini Medineli Müslümanlardan biri ile kardeş ilân etmiş, böylece ilk İslâm toplumunu, kardeşlik esas ve uygulamasıyla başlatmıştır. Modern dünyanın “toplum dayanışması” dediği ve aradığı oluşumu, Hz. Peygamber, kıyamete kadar yaşayacak olan ümmetine örnek olmak üzere muâhât (kardeşlik) uygulamasıyla, daha ilk İslâm toplumunda gerçekleştirmiştir. Bu sebeple Müslümanlar, kardeşliği Kitap ve Sünnet ile ilan edilmiş ve Medine İslâm toplumuyla o kardeşliği yaşamaya başlamış bir ümmettir.
Hz. Peygamber de bu yüzden kardeşler arasındaki her türlü münasebette, Müslüman’a kendi nefsini ölçü almasını öğütlemiştir. O sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
“Hiç biriniz, kendisi için istediğini din kardeşi için de istemedikçe olgun mü’min olamaz.”
İLKESEL GERÇEK
İslâm haktır. Her şeyin en doğrusunu en tabiîsini bildirmiştir. Soy-sop, kavm, kabile, millet ve ırk kaygılarını, bunların ne zaman zararlı ve yasak; nereye kadar serbest ve gerekli olduğunu Sevgili Peygamberimiz belirlemiştir.
Ahmed b. Hanbel ve İbn Mâce tarafından zikredilen rivâyette Vâsile b. el-Eskâ radıyallahu anhâ:
“-Ya Resülallah, kişinin soyunu-sopunu (kavmini) sevmesi, kavmiyetçilik (asabiyye) sayılır mı?” diye sormuş, Hz. Peygamber de:
-”Hayır, kişinin zulümde kavmine yardımcı olması kavmiyetçiliktir” cevabını vermiştir.4
Demek oluyor ki, bir Müslüman’ın, yakınlarını, mensup olduğu milleti sevmesi değil, onlara haksız olmalarına rağmen arka çıkmaya kalkışması ve yardımcı olması kavmiyetçiliktir.
Burada bir kez daha vurgulamak gerekir ki İslâm, tabiî, fıtrî ve haktan yana bir din ve sistemdir. Kişinin mensup olduğu soy-sop, millet ve ırkını sevmesi, onları kendisine yakın hissetmesi, daha doğrusu kendisini onlarla aynı sayması pek tabiî bir duygudur. Çünkü o, o çevre içinde kendisinin farkına varmıştır. Ancak bu çevrenin, iman değerlerinin üzerine geçerek haksızlıkları hoş gördürecek düzeyde kişiye etkili olması işte bu gayr-i tabiidir. Hakkâniyete aykırıdır. İslâm’ın hak idealine temelinden ters düşmektir. Câhiliyye insanının, yani hak duygusu kaybolmuş insanların dediği gibi “Ben ve benim soyum-sopum, kavmim, kabilem her zaman haklıdır ve ne olursa olsun ben kavmimden yanayım” anlayışı kavmiyetçiliktir, tefrikadır ve yasaktır, İslâm işte işin bu boyutuna karşıdır. Nitekim bir hadîs-i şerîfte sevgili Peygamberimiz:
-“Zâlim de olsa, mazlum da olsa kardeşine yardım et” buyurmuştur. Kendisine sormuşlar:
-Mazlum kardeşe yardımı anladık, fakat zâlime nasıl yardım edeceğiz?
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem bunun üzerine:
-“Onu da zulmünden vaz geçirirsiniz. Bu da ona yardımdır”5 buyurmuştur.
Diğer yandan Surâka b. Mâlik b. Cu’şum el-Müdlicî radıyallahu anh’den nakledildiğine göre Surâka şöyle demiştir:
“Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bize hutbe irad etti. Hutbesinde şöyle buyurdu:
-“Sizin en hayırlınız, günaha girmeksizin, kavm ve kabilesini savunandır.”6
Uhud Harbi’nde bir darbe ile bir müşriği öldüren ve “Al sana. Ben İranlı bir delikanlıyım” diye nara atan sahâbîyi duyunca Hz. Peygamber, sesin sahibine yönelmiş ve
-“Al sana, ben ensarlı bir gencim” demen gerekmez miydi?” diye onu uyarmıştır.7
Bu hadislere şu âyetleri de eklersek, Müslümanın kavmiyetçilik konusundaki nezâket sınırları daha bir açıklıkla ortaya çıkmış olur:
“Allah’a ve âhiret gününe inanan bir milletin, -babaları, oğulları, kardeşleri veya akrabaları da olsa- Allah’a ve Peygamberine karşı çıkanlara sevgi beslediklerini görmezsin.”8
“Ey iman edenler, öz nefsiniz, anne-babanız ve yakınlarınız aleyhine de olsa, Allah için şahid olarak adaleti gözetin. İster zengin ister fakir olsunlar, Allah onlara sizlerden daha yakındır. Artık siz haktan yüz çevirerek hislerinize uymayın.” 9
“...Ve sakın bir topluluğa öfkeniz sizi adaletsizliğe sevk etmesin. Âdil olun. Bu, takvâya daha yakındır. Allah’tan sakının. Doğrusu Allah işlediklerinizden haberdârdır.”10
Bu delillerden iyice anlaşılmış oluyor ki, herhangi bir Müslüman’ın mensup olduğu milleti sevmesi yasak değil, kavminin haksızlığına arka çıkması, haksız olmasına rağmen (sadece kendi milleti olduğu için) savunması kavmiyetçiliktir/ırkçılıktır ve yasaktır. Çünkü ümmet’in en temel ve en tehlikeli zararlısı kavmiyetçiliktir.
İslam imanı zemininde, sevgi, merhamet ve dayanışma üçgeninde birleşmiş bir ümmet bünyesi, her türlü rahatsızlığın kesin merhemidir. Mümin duyarlığına dayalı ümmet birliğini yaşanır kıldığımız güne kadar sıkıntılar şu ya da bu boyutta yaşanmaya ne yazık ki devam edecektir.
“Hiç sıkılmaz mısınız Hazret-i Peygamberden?
Ki uzaklardaki bir mü’mini incitse diken,
Kalb-i pakinde duyarmış o musibetten acı,
Sizden elbette olur ruh-i Nebî davacı!..”11
Dipnotlar: 1) Bk. el-Bakara (2), 120. 3) Safahat, s. 279. 3) el-Hucurat (49), 10. 4) Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 107,160, İbn Mace, Fiten 7. 5) Buhârî, Mezalim 4, İkrah 7; Tirmizi, Fiten 68. 6) Ebû Davud, Edeb 112. 7) Ebû Davud, Edeb 112. 8) el-Mücadele (58), 22. 9) en-Nisa (4), 135. 10) el-Maide (5), 8. 11) Safahat, s. 164
Kaynak: Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan, Altınoluk Dergisi, Eylül 2016, 367. Sayı
YORUMLAR