Mirasçı Olmanın Şartları

Sorularla İslam

Nasıl mirasçı olunur? İslam hukukuna göre mirasçı olmanın şartları.

Mirasta hakkın sabit olması için üç şartın gerçekleşmesi gerekir. Mûrisin ölümü, mirasçının hayatta olması ve bir miras engeli bulunmaması.

MİRAS ALMANIN ŞARTLARI

Mirasçı olmanın üç şartı vardır. Bunlar;

1) Mûrisin ölmesi

Mirasın söz konusu olması için, mûrisin gerçek, hükmî veya takdiri olarak ölmüş bulunması gerekir. Gerçek ölüm, ruhun bedenden ayrılması ile gerçekleşir. Görme, işitme veya başka bir delille sabit olur. Hükmî ölüm; hayatta olduğu bilinen veya muhtemel bulunan kimsenin ölümüne hâkimin hükmetmesiyle ortaya çıkar. Hayatta olduğu bilinen mürteddin (dininden dönen) dâru’l-harbe kaçması hâlinde hakim ölü sayılmasına hüküm verir. Bunun mirası, hüküm tarihine kadar mirasçı olan hısımları arasında taksim edilir.

Hayatta olması ihtimali bulunan kayıp kişinin (mefkûd) durumu mahkemeye intikal edince, gerekli süreler geçmişse, hakim vefatına hükmeder. Eşi iddet bekler ve serbest kalır. Mirası da hüküm sırasında hak sahibi olan varislere paylaştırılır. Takdiri ölüm, kişinin takdiren ölü kabul edilmesidir. Hamile kadın darb edilse ve bunun sonucunda cenin ölü olarak doğsa, suçluya elli dinar (yaklaşık iki yüz gram altın para) gurre cezası tazminat olarak ödettirilir. Bu, tam diyetin yirmide biri kadar bir tazminattır. Ebû Hanîfe’ye göre, cenin mirasçı olur ve kendisine mirasçı olunur. Çünkü onun suç işleme sırasında diri olduğu kabul edilir.[1]

2) Mirasçının hayatta olması

Murisin ölümü sırasında varisin hayatta olması gerekir. Bu yüzden, muristen önce ölen bir hısım, daha sonra ölen murisine mirasçı olamaz. Muris vefat ettiği zaman, ana karnında bulunan çocuğu da (cenin) sağ doğmak şartıyla mirasçı olur.

3) Miras engeli bulunmaması

Miras engelleri şunlardır:

a) Öldürme: Mûrisini öldüren bir kimsenin, bir an önce onun servetini elde etmek için öldürme ithamı vardır. Hısımını öldüren kimsenin onun mirasından mahrum olacağı konusunda mezheplerin görüş birliği vardır. Ancak hangi çeşit öldürmelerin miras engeli olacağı hususu mezhepler arasında ihtilâflıdır. Hadiste: “Miras bırakanını öldüren katil için miras yoktur.” buyurulur.[2] Hanefîlere göre, kısas veya kefaret cezasını gerektiren öldürme çeşitleri mirasa engel olur. Bunlar da şu çeşit öldürmelerdir:

Kasten öldürme: Mûrisi silâh veya kesici bir aletle kasden öldürmek gibi. Buna günah ve kısas gerekir, keffaret gerekmez. Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed’e göre, insan öldürebilecek büyük taş vb. her şeyle, kasten öldürme suçu meydana gelir.

Kasta benzer şekilde öldürme. İnsan öldürmede kullanılmayan, sopa, değnek gibi bir şeyle vurup öldürmek gibi. Cezâsı: kefaret, âkile üzerinde diyet ve günahtır. Birisini yanlışlıkla öldürme: Ava atıp, insanı öldürmek gibi. Cezası; kefaret, âkıle üzerine diyettir. Âhiretteki günahı kaldırılmıştır.

Hata sayılan öldürme: Uykuda veya uyanık iken birisinin üzerine düşüp ölümüne sebep olmak gibi. Cezası; hataen öldürmenin aynıdır.[3]

Dolaylı yoldan ölüme sebebiyet vermek (tesebbüb), mükellef olmayanın öldürmesi, meşrû savunma hâlinde öldürme ve mükrehin öldürmesi miras engeli değildir.

İmam Şâfii’ye göre, öldürme fiilini işleyen herkes öldürülene mirasçı olamaz. Kastın bulunup bulunmaması, öldürenin mükellef olup olmaması sonucu etkilemez. Mâlikîler ise, katilde kasıt ve tecâvüzü esas alırlar. Buradaki görüş ayrılığı, miras engeli bildiren hadisteki “kâtil” sözcüğünün kapsamındaki belirsizlikten doğmuştur.[4]

b) Din farkı: Mûrisle vârisin ayrı dinlerden oluşu bir miras engelidir. Bu konuda İslâm hukukçularının görüş birliği vardır. Müslüman kâfire, kâfir de Müslümana nesep hısımlığı veya evlilik akdi bulunsa bile mirasçı olamaz. Delil şu hadislerdir: “Müslüman kâfire, kâfir de Müslümana mirasçı olamaz.”[5] “İki ayrı dine mensup olanlar, birbirine mirasçı olamaz.”[6] Bunun sebebi, Müslümanla gayrimüslim arasında velayet bağının kesik olmasıdır.

Ancak Muaz b. Cebel ve Muaviye ile Tabiîlerden Mesrûk b. el-Ecdâ’, Saîd b. el-Müseyyeb, İbrahim en-Nahaî ve diğer bazı bilginler aksi görüştedir. Bunlara göre; Müslüman kâfire mirasçı olur. Fakat kâfir Müslümana mirasçı olamaz. Dayandıkları delil şu hadislerdeki genel anlamdır: “İslâm yücedir, onun üzerine yücelinmez.”[7] “İslâm artırır, eksiltmez.”[8] Bu konuda sahabe uygulaması da vardır. Bir Yahudi vefat edince, biri Yahudi diğeri Müslüman olan iki oğlu kalmıştı. Yahudi olan oğlu bütün mirası almak isteyince, Müslüman olan oğlu mahkemeye başvurdu ve hak istedi. Davaya bakan Muaz İbn Cebel (ö.18/639) Müslümanı Yahudiye mirasçı yapmıştır.[9]

Çoğunluk İslâm hukukçuları, Müslümanla kâfir arasında mirasın olamayacağını ifade eden hadisleri bu konuda ana delil kabul etmiş, azınlığın dayandığı hadisleri doğrudan mirasla ilgili görmemişlerdir.

Diğer yandan gayrimüslimler birbirine mirasçı olabilirler. Çünkü küfür ehli tek millet sayılır. “Ehl-i küfür birbirinin velisidir.”[10] ayetinin genel anlamı bütün gayrimüslimleri kapsamına alır. “Hakkın dışında sapıklıktan başka ne vardır.”[11] ayeti de bunu ifade eder. Yalnız Malikiler, “İki ayrı dine mensup olanlar birbirine varis olamaz.” hadisinin, Hıristiyan ve Yahudilerin kendi aralarındaki mirasçılığını kapsadığını da söylerler.

Mürtedin mirası: İslâm’ı terk eden kimseye “mürted” denir. Mürted ne Müslüman ve ne de kâfire mirasçı olamaz. Mürtedin mirasının başkalarına intikali konusunda ise görüş ayrılıkları vardır.

Ebû Hanîfe’ye göre, irtidattan önce kazandığı malvarlığı Müslüman varislerine gider. Sonra kazandıkları ise beytü’l-mâle (İslâm Devleti hazinesine) “fey” geliri olarak kaydedilir. Mürted kadınsa, bütün mirası Müslüman mirasçılarına intikal eder.

Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed’e göre, irtidattan önce ve sonra kazandığı malları Müslüman varislerine intikal eder. Bu iki müctehid, erkek ve kadın mürted arasında miras bakımından bir ayırım yapmaz.

Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelîlere göre, aslî inkârcıda olduğu gibi mürted mirasçı olamaz ve ona da başkası mirasçı olamaz. Bütün malı, beytü’l-mal için fey’ geliri olarak kaydedilir. Çünkü o, irtidat etmekle, İslâm toplumuna karşı harp ilan etmiş sayılır ve servetine de harbinin malına uygulanan hükümlerin uygulanması gerekir. Ancak bu hükümler, mürted irtidadı üzere ölürse uygulanır. Hayatta olduğu sürece malı bekletilir. İslâm’a dönerse, malı kendisine verilir.[12]

c) Ülke farkı (İhtilâfu’d-dâr): Müslümanlar hangi devletin tebeası olurlarsa olsunlar birbirine mirasçı olurlar. Müslüman için farklı devletin vatandaşı (tebeası) olmak miras engeli değildir. Meselâ; Türkiye’deki bir Müslüman, Mısır’daki Müslüman bir hısımına mirasçı olabilir. Çünkü Dâru’l-İslâm müslümanlar için tek vatan sayılır. Daha sonra kâfirlerin Daru’l-İslâm’a egemen olması ve buralarda ayrı sistemlerin ve rejimlerin oluşması veya bağlantının kopuk olması da sonucu değiştirmez. Bu yüzden, bir Müslüman gayrimüslim ülkede ölse, ona İslâm ülkesinde yaşayan varisleri mirasçı olur.

Ülke ayrılığı gayrimüslimler için bir miras engeli teşkil eder. Meselâ; İslâm tebeasındaki bir gayrimüslim, yabancı tebealı gayrimüslim bir hısımına mirasçı olmaz. Burada, mirasçılık “velayet bağı” esasına dayanır. Bu bağ kopunca mirasçılık hakkı da ortadan kalkar. Ancak ülkeler sulh anlaşmaları yaparak, karşılıklı miras ilişkilerini düzenleyebilirler.

Yukarıdakilere murisin ölüm tarihinin veya mirasçının kim olduğunun bilinememesi gibi başka engeller de eklenmiştir.[13]

Mâlikî, Hanbelî ve Zâhirîlere göre tebealık farkı hiç bir şekilde miras engeli doğurmaz.[14]

Günümüzde ülke ve din ayrılığı sebebiyle miras konusunda aile fertleri “rıza yoluyla miras taksimi” yoluna gidebilirlir. Taraflar anlaşıp helâlleşince paylaşım meşruiyet kazanır.

Dipnotlar:

[1]. İbnü’l-Hümâm, Fethu’l-Kadîr, IV, 440 vd.; İbn Kudâme, Muğnî, VI, 320; Zühaylî, age, VIII, 253. [2]. Ebû Dâvûd, Diyât, 18; Tirmizî, Ferâiz, 17; İbn Hanbel, I, 49. [3]. Serahsî, Mebsût, XXV, 59 vd.; Kâsânî, Bedâyi’, VII, 234, 254; M. Cevat Akşit İslâm Ceza Hukuku, s. 55, 56. [4]. bk. M. Ebû Zehra, Usûlü’l-Fıkh, Kahire, t.y. s. 126, 127. [5]. Buhârî Hac, 44, Megâzî, 48, Ferâiz, 26; Müslim, Ferâiz, 1; Ebû Dâvûd, Ferâiz, 10. [6]. Ebû Dâvûd Ferâiz 10; Tirmizî, Ferâiz, 16; İbn Mâce, Ferâiz, 6. [7]. Buhârî, Cenâiz, 79. [8]. Ebû Dâvûd, Ferâiz, 10; İbn, Hanbel, Müsned, V, 230, 236. [9]. Askalânî, Bulûgu’l-Merâm, Terc. ve Şerh, A. Davudoğlu, İstanbul 1967,III, 206. [10]. Enfâl, 8/73. [11]. Yûnus, 10/32. [12]. İbnü’l-Hümâm, age, IV, 390 vd.; İbn Rüşd, Bidayetü’l-Müctehid, Mısır, t.y., II, 322-329; Zühaylî, age, VIII, 263-266. [13]. bk. Meydânî, Lübâb, Kahire, t.y., IV, 188, 197; Zeylaî, Tebyinü’l-Hakâik, Matbaatü’l-Emîriyye Tab’ı, VI, 239 vd.; İbn Âbidîn, Reddü’l-Muhtâr, Mısır, t.y., V, 541 vd. [14]. Zühaylî age, VIII, 266 vd.; Sibâî, Şerhu Kanuni’l-Ahvâli’ş-Şahsiyye, Dımaşk 1959, II, 46, 47.

Kaynak: Prof. Dr. Hamdi Döndüren, Delilleriyle Aile İlmihali, Erkam Yayınları