Misafir Bize Neler Öğretir?
İslam dininde ve geleneklerimizde misafir ağırlamak çok önemli bir yer tutar. Misafir ağırlamanın külfet olarak görüldüğü günümüzde misafirle elindekileri paylaşmanın eve bereket olarak döndüğü, muhabbetin insanlar arasında bambaşka güzellikler getirdiğini unutmadan hatırlamamızın tam sırası.
“Cast Away” orijinal adlı, uçağı düşüp okyanusun ortasında bir adada yalnız kalan bir adamın hayat mücadelesini anlatan bir film seyretmiştim. Açlık ya da susuzluktan ölürüm korkusu yaşamamıştı. Bir yolunu bulup karnını doyurmuştu. Daha sonra adam çıldırmış gibi hâller almaya başladı. Bir voleybol topunu insanmış gibi kabul edip onunla sohbet etmeye, iç sesini, topun sesiymiş gibi kabul edip, topu insanmış gibi dost edinince normalleşmeye başlamış, hayata tutunmuştu. Daha sonra araştırınca insanlar ile bağlantısı kesilen kişinin, yalnız kalınca ümidini de kaybettiğini, çıldırma noktasına gelebildiğini öğrenmiştim. İnsana insan lâzımdı ve insan, insanın hem panzehiri, hem de şekil veren çekiç darbesi idi.
Oturduğumuz sitede yalnız yaşayan yaşlı bir hanım var. Çocukların parkına oturur, saatlerce onları seyreder, bastonuna dayanarak gider. Geleni yok, misafir kabul edecek gücü olmadığı için de utanıp misafirliğe gitmez. İyi işitemediği için de konuşmalara katılamaz.
“İnsansız bir hayat” bizler için mümkün olmadığındandır ki, evleniriz ki hayat arkadaşımız; çocuk sahibi oluruz ki, gücümüzün tükendiği âhir vaktimizde elimizden tutanımız olsun. Hiçbirisi garanti olmadığı için, evlât da, eş de kaybedilen varlıklar olduğu için etrafımızı insanlarla çevirmek isteriz. Dostlar ediniriz, arkadaşlar ediniriz. İlişkileri devam ettirmek için, bağlantıyı koparmamak için de birbirimize gider-gelir “misafirlik” ederiz. Aynı iş yerinde bile sabahtan akşama aynı odada duramayıp, yan odaya beş dakikalık olsun ziyarete gideriz. Fıtrat olarak bu şekilde yaratılmışız. Ziyaretleşme, misafirlik, bir çay içimliği sohbet etmek ihtiyacımız... Bu ihtiyaç karşılanırken bilgi, kültür, görgü de öğreniriz.
MİSAFİRLE ÖĞRENDİKLERİMİZ
Lisede trigonometriden ağır bir sınavımızın olduğu gün evimize misafir gelmiş, ders çalışma bahanesi ile misafirle ilgilenemeyeceğimi anneme söyleyince, büyük bir uyarı almıştım:
“-Misafir, ders çalışmak kadar önemlidir, hattâ daha önemlidir. Herkes kendisine okur, misafirim hürmet ister. Kalk hizmet et, sonra çalış.”
Genç aklımla iki-üç kadın, konuşup çay içecekler diye ben ders çalışamayacaktım ve bu çok saçma idi. Madem bir araya geldiniz, “Konuşun konuşun, dağılın. Ne diye çaymış, kekmiş beni yorarsınız!” diye de kızmıştım. Surat asma hakkımız olmadığı için bütün bunları içimden söylüyor, misafirlerin yanına gelince tebessüm ediyordum. Annem:
“-Yarın matematikten sınavı var, duâ edin teyzeleri!” deyince, “Duâ edeceğinize evinize gitseniz de ben ders çalışsam, daha mutlu olurum!” diye iç sesimle haykırmıştım. Hepsi içten pek bir duâ etmişlerdi. Çalışabildiğim kadar çalışıp, sınavdan geçer bir not almıştım. Arkadaşım deli gibi çalıştığı hâlde nasıl zayıf aldığını sorguluyordu. Bir diğeri de:
“-Tam iyiyim, ders çalışacağım, üst kattakinin temizlik yapası tuttu, delirtti beni kadın çalışamadım.” demişti.
Ben hem misafir ağırlamış, hem sınavımı geçmiştim. Anlamıştım; işin içinde başka bir iş vardı.
Daha sonra, misafirle yenen yemeğin hesabını sormaktan Allah Teâlâ’nın hayâ ettiğini Hasan-ı Basrî Hazretleri’nden öğrenecektim. Dostları ile geçirdiği zamanın hesabının kişiye sorulmayacağını da Câfer es-Sâdık -rahmetullâhi aleyh-’ten öğrenmiştim. Misafirlerine pişirdiği yemeği, normalden daha fazla yapan bir hanımın:
“-Misafir sofrasından arta kalanın hesabı sorulmazmış. Neden hesabı sorulmayan yemek yemeyeyim?” diye konuştuğuna şahit olmuştum.
Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-’ın ise, dost ve kardeşlere bir ölçeklik yemek hazırlamanın, bir köle âzat etmekten daha çok hoşuna gittiğini öğrenmiştim. Hatta Abdullah İbni Ömer -radıyallâhu anhümâ-’dan kişinin yolculukta arkadaşına yemek yedirip, para harcamasının asâlet alâmeti olduğunu öğrenmiştim.
Abdülkadir Geylânî Hazretleri’nin:
“-Bütün amelleri araştırdım. Yemek yedirmekten daha faziletli, güzel ahlâktan daha şerefli bir amele rastlamadım.” sözü bana çok tesir etmişti.
Bize verilecek en büyük hediye, bir insanın dostluğu idi. Gençliğimde idrak edemediğim, gelen misafirin annem için ehemmiyetini, sitenin bahçesine çocukları seyretmek için çıkan yaşlı teyzeyi gördükçe daha iyi anlıyorum.
MİSAFİRLİKLE İLGİLİ GÜZEL SÖZLERİMİZ
“-Samimi olmayan, ayıp arayan misafirle nasıl baş edelim, böylelerini kabul etmek zorunda mıyız?”
“-Misafirliğe gittiğimizde ev sahibi diken üstünde duruyorsa, çocuklarımız ayağa kalktıkça huzursuz oluyorsa oraya bir daha gitmeli miyiz?”
“-Misafir umduğunu değil, bulduğunu yer… Misafirlikte amaç bir şeyler yemek midir?”
“-En çok da misafirlere yalan söylenir. Çocuğu etrafı dağıttığı ve bu duruma çok üzüldüğümüz halde «Yok bir şey, çocuktur yapar!» diye yalan söylemek doğru mudur?”
“Ya da misafir saatlerce oturduğu ve nihayet; «Biz kalkalım artık!» dediği zaman görgülü olalım diye yalan söyleyip de; «Az daha otursaydınız, neden acele ediyorsunuz?» demeli miyiz?”
“-Misafire yalan söylenir mi?”
“-Sürekli evi inceleyen, oda oda gezen misafiri sevmek zorunda mıyım?”
“-Misafir ne kadar kötü olursa olsun katlanmak zorunda mıyız, kabul etmek zorunda mıyız?”
“-«Dostuna bir, düşmanına iki yedir!» ne kadar doğru cümledir, düşmanın soframda ne işi var?”
“-Müsait olmadığımız hâlde «Biz size geliyoruz!» diyene, «Müsait değiliz!» desek ayıp mı olur, günah mı olur? Öyle bir hakkı var mıdır misafirin?”
“-Erkek karısına sormadan misafir kabul edebilir mi? Karısı surat assa, Allah hesap sorar mı, bu kocaya itaatsizlik midir, bunu alışkanlık hâline getiren kocaya ne yapılmalıdır?”
“-Misafirlikte ondan fazla çeşit pasta yapılıyor, israf had safhada… Bu kadar aç varken içim rahat etmiyor, ev sahipliği gösterişe dönüştü, misafirlik amacını kaybetti, ben böyle misafirliğin sünnette kastedilen misafirlik olduğuna inanmıyorum.” söz ve soruları çok duyduklarımdandır.
MİSAFİRLİK NEDEN CAZİBESİNİ KAYBETTİ?
Eminim bu tür sıkıntılar geçmişte de vardı, ama onlar bunu dert etmediler. Daha samimî idiler. Peki, biz neden dert ediyoruz? Çünkü insanların beklentileri, öncelikleri çok değişti. Önce kendimiz, çocuklarımız, sonra başkaları… Bugün olsaydı, acaba annem sınavıma rağmen misafir kabul eder miydi? Bencilleştik, kadın da çalışınca, misafir kabul etmek zor gelmeye başladı. Ansızın gelen misafire uygun evimiz yok, lavabolar kirli, ev temiz değil, toz alınmamış. Tek başına çay verilmez; şu yorgunlukla kek-pasta nasıl yapılacak? Dâirede moralimiz çok bozuldu, bu moralle misafir kabul edemeyiz. Evde yemeği ve bulaşığı anca yetiştiriyoruz, temizlik ancak hafta sonu yapılacak, misafir de o zaman kabul edilir, gerçi bir tek dinlenme günümüzü âilemizle geçirmek isteriz, şimdi misafirle uğraşmak akıl işi mi? Aklın bu tezleri yabana atılır gibi değil hani… Artık misafire methiyeler düzmüyoruz. İletişim ihtiyacımızı sanal ortamla karşılıyoruz; çaysız, kahvesiz, yorulmadan, kıyafetimizi değiştirip görgü kurallarına uymak zorunda kalmadan… Misafirlik bizim için cazibesini kaybetmiş görünüyor.
Şakîk-i Belhî kuddise sirruh-:
“-Misâfiri çok severim. Çünkü rızkını Allah Teâlâ veriyor. Ben hiçbir şey yapmıyorum. Bununla beraber, Allah Teâlâ bana sevap veriyor.” demişlerdi.
MİSAFİRLİK EVİN ERKEĞİ İLE YAPILIRDI
Aynı mahallede otururduk akrabalarımızla, yürüme mesafesinde idi evlerimiz… Babam eve geldikten sonra yemek yemeden önce bir yere gidilecekse annemle konuşurlar, gitmeye karar verilirse, bizi ev sahibinden müsaade almak için gönderirdi. Hiç geri çevrildiğimizi;
“-Müsait değiliz!” denildiğini hatırlamam.
Kapıda sevgi ile karşılanırdık. Herkes kendisine yakın olan kişiyi karşılardı. Babamı evin erkeği, annemi evin hanımı, biz çocukları ise evin çocukları… “Mâbeyn” dediğimiz odalar arasında kalan bölüm bizim yerimizdi. Sokakta oynadığımız yetmezmiş gibi, birbirimize karışır, orada da oynardık. Yazın bağ-bahçe işlerinden, sonbaharda kışlık hazırlama, ilkbaharda bahçeyi hazırlama, Ramazan öncesi erişte ve yufka sebebi ile hanımların gündüz gezmeleri çok olmazdı. Ahzâb Sûresi’nin 33. âyet-i kerîmesine îtibar edilir, kadınların evlerinde oturmaları makbul görülürdü. “Misafirlik” denilen şey, evin erkeği ile birlikte yapılırdı. Bizde genelde hanımların misafirlikleri düğün merasimlerinden olan yorgan kaplaması, sandık gelimi, bohça götürülmesi, sünnet, kına vb. davet şeklinde olurdu. Hanımların buluşma ve konuşma yerleri, aralarında duvarlar olmayıp sadece sokağa karşı duvarları olan bahçelerde genelde de dut, iğde ve kayısı ağaçlarının altında olurdu. Altında konfor olarak sadece kilim ve yassı minderler olan bu ağaç altları, evde pişirilen çayların içildiği mükemmel çınar altı tadında idi.
MİSAFİR DEMEK MUTLULUK DEMEKTİ
Misafirlik için gittiğimiz yerde, sanki yarım saat önce birbirimizi görmemiş gibi kucaklaşılır, el öpülür, hâl hatır sorulurdu. Evlerde gelin-kayınvâlide birlikte oturulduğu için genelde öyle bol odalar olmadığı için aynı odada oturulurdu. Haremlik-selâmlık oturulmazdı. Fakat öyle herkes her yere oturmazdı. Sanki oda ikiye bölünmüş gibi kullanılırdı. Odanın üst tarafına erkekler, kapıya yakın tarafına da kadınlar otururdu. Biz çocuklar, kadınlardan bir aşağıda otururduk. Hanımlar hizmet ettiği için kapıya yakın otururlardı. Evin hanımı da, erkeği de misafirden dâimâ aşağıda olurdu. Evlerde sedirler yoktu. Duvar yastıkları ve minderler vardı. En büyük konfor minderlerdi. Biz çocuklar için mindermiş, yastıkmış hiç önemli değildi. Çünkü misafirlik demek, mutluluk demekti. Misafirlik, bizim kişisel gelişim mektebimizdi.
Hâl hatır bahsi bitince, herkes kendi arasında sohbete dalardı. Ama evin hanımı hemen çayın altını yakar, sohbete öyle devam ederdi. Erkekler kadınların, kadınlar erkeklerin sohbetine katılmazdı. Ben sohbetlerde genelde erkeklerin konuşmalarını dinlemeyi severdim. Benim bilmediğim öyle çok şey konuşurlardı ki, çok şey öğrenirdim. Cuma hutbesindeki konuşmalardan tutun da, iş yerlerinde yaşadıkları hâdiselerden, spordan, askerlik hatıralarına, memleket meselelerine kadar… Konya mezarlarının nasıl taşınıp da işyerleri açıldığından, baba nasihatlerine kadar… Kadınlar ev, bahçe işi, örgü-çeyiz işi, çocukları ve kendilerinin hastalıklarını konuşurlardı. Dedikodu yapıldığını hatırlamam. Hoş sohbet olan evlere gitmek, beni daha çok memnun ederdi. Erkekler güzel taklitler de yapar, herkesi güldürürlerdi.
BU SOFRALARIN SOHBETİ HARİKA OLUR
Biz çocuklar, mâbeynde bağrışmadan, kavga-gürültü, kıskançlık etmeden oynardık. İsim şehir, el üstünde kimin eli var. Kulaktan kulağa, evcilik… Bilmece sorma, fıkra anlatma… Bazı evlerin çocukları güzel fıkra bilirdi, bazı evlerin çocuklarının harika kitapları olurdu. En sevdiğim evler de elimize kalem-kâğıt verilen evlerdi. Genelde evin ergen olanları resim yaparlar, biz de onlar resim yapana kadar nefessiz beklerdik. Çay yarım saate kalmaz hazır olurdu. İvedi ile sofra kurulurdu. Annem gelen misafirlere cin mısırı ve yağlı mısır patlatır, çayın yanında ikram ederdi. Bazı evlerde sofraya kayısı kurusu, elma, erik kurusu, çekirdek, yağlı mısır, iğde, badem, ceviz konulurdu. Öyle kimsenin önüne tabak verilmez. Sofra örtüsünün üstüne bunlar konur, herkes sofra etrafında birleşirdi.
İşte bu sofralarının sohbeti harika olurdu. Genelde erkeklerin muhabbetleri olurdu. Böylece kadınlar erkeklerden pek çok şeyi duyarlardı. Bazen annem, babamdan hayatı boyunca hiç duymadığı bir konuyu, misafir gezmesinde duyardı. Sosyolojik tahlil, genel değerlendirme yeri gibi idi sofralar… Çocukların büyüklerin içinde konuşması, olacak şey değildi. Bir yaşlı konuşuyorsa, herkes susar dinlerdi. Böylece bu oturmalar, örfün, geleneğin, edebin aktarıldığı yerler de olurdu aynı zamanda…
MİSAFİR GELMESİYLE ÖĞRENİLEN ŞEYLER
Kimse kimsenin ne ikram ettiğini önemsemezdi. Güler yüz, tatlı dil çok mühimdi. Bazen babamla, babamın halasına akşam ziyaretine giderdik. Evden herkes gelmezdi. Halamın gözleri görmediği için topluca rahatsız etmek istemezdik. Ben babama takılmayı çok severdim. Halamla sohbetine bayılırdım. Enişte biraz kaba idi, halam da nârin… Babam halama çok moral verirdi. Sahipsiz olmadığını, kendisini hepimizin sevdiğini söylerdi. Halam gözleri görmediği hâlde bana “örtme” denilen muftakvârî yerde tarif eder; meyve, kuruyemiş hazırlatırdı. Bizim akşam gezmelerimiz, en fazla iki buçuk saat içinde biten gezmelerdi. Uzun süre kalınmazdı. Ertesi sabah herkes sabah namazına kalkacağı için dinlenme fırsatı verilirdi.
Misafir gelmesi ve misafirliğe gitmekle paylaşmayı, çabucak çay ve ikram hazırlamayı, el becerilerimizin artmasını, insan ilişkilerine dikkat edip gönül kırmamayı, insana değer vermeyi, hoş görülü ve anlayışlı olmayı, vefayı, kadirşinaslığı öğrenirdik. Bunu hiçbir sosyal ağ kazandıramaz.
Sanal ortamda kimsenin kimseye eyvallahı olmazken, yüz yüze sohbet ruhlarımıza, gönlümüze, bedenimize şifa olup, bereket ve rahmetin artması sebebi idi. Ferahlardı hâneler…
İZİNSİZ MİSAFİRLİĞE GİDİLMEZ
Kur’ân-ı Kerîm, misafirlik konusunu bir intizama koymuştur. İzinsiz misafirliğe gidilmez, emr-i vâkî yapılmaz. Kişilerin misafir kabul etmeme ve “Geri dönün!” deme hakkı vardır, misafirin ise gönül koymaması gerekir. (Bkz: en-Nûr, 27-28) Misafirliğe erken gidip ev sahibi rahatsız edilmez, geç kalkılıp ev sahibi zor durumda bırakılmaz. (Bkz: el-Ahzâb, 53)
Ebû Şüreyh el-Adevî’nin rivayet ettiği bir hadîs-i şerîfte Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuşlardır:
“-Kim Allâh’a ve âhirete inanıyorsa, misafirine «câize»sini ikram etsin.”
Yanındakiler sordular:
“-Ey Allâh’ın Rasûlü! Câizesi de nedir?”
Aleyhissalâtü vesselâm açıkladı:
“-Bir gecesi ve gündüzüdür. Misafirlik üç gündür. Bundan fazlası sadakadır. Misafire, ev sahibini günaha sokuncaya kadar yanında kalması hoş değildir.”
MİSAFİRLİK KAÇ GÜNDÜR?
Tekrar sordular:
“-Misafir ev sahibini nasıl günaha sokar?” Aleyhissalatu vesselam açıkladı:
“-Adamın yanında ikamet eder kalır; hâlbuki kendisine ikram edecek bir şeyi yoktur.” (Buhârî, Edeb 85, 31, Rikâk 23; Müslim, Lukata 77, (48); Muvatta, Sıfatu’n-Nebiyy 22)
Herkesin evinde yemek yenmez, akrabalık ve samimiyet önemlidir. (Bkz: en-Nûr, 61) İsraf günahtır. Ev sahibine duâ etmek, edeptendir. Enes -radıyallâhu anh-’den nakledildiğine göre, Nebî -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bir gün Sa’d bin Ubâde’nin yanına geldi. Sa’d derhal bir parça ekmek ve zeytin çıkarıp Rasûlullah’a ikram etti. Nebî -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bunları yedikten sonra ona şöyle dua etti:
“-Evinizde hep oruçlular iftar etsin, yemeğinizi iyiler yesin, melekler de duâcınız olsun!” (Ebû Dâvûd, Et’ime, 54. Ayrıca bkz. İbn-i Mâce, Sıyâm, 45)
Süleymân bin Cezâ, misafire dair şöyle nasihatte bulunur:
“-Evine, gelip geçici sâlih bir misâfir gelirse, onun hizmetini iyice yap! Hemen yemeğini ver, belki acıkmıştır. Yanında fazla oturma, belki yorgundur. Yatmadan önce, kıbleyi, helâyı, seccâdeyi ona göster.”
Ev sahibinin hoş görülü, güler yüzlü, cömert olanı; misafirin gözü tok olanı, çok meraklı olmayanı, ev sahibine rahatsızlık vermeyeni, hâlden anlayanı, misafirliğin bereket ve rahmetine kavuşanlardır.
Kaynak: Fatma Hâle Sağım, Şebnem Dergisi, 41. Sayı