Müezzinliğin Fazileti
Din adamları nasıl yetiştirilmelidir? Ezan biz Müslümanlar için ne ifade ediyor? Müezzinliğin fazileti nedir? Müezzin niye elini şakağına dayar? İslam’da ezanın anlamı ve müezzinliğin fazileti.
Güzel sesleriyle okudukları Ezân-ı Muhammedîlerle Müslümanları günde beş defa camiye davet eden müezzinler, hiç şüphe yok ki, dini açıdan en şerefli, en mukaddes bir görevi yerine getiriyorlar. Ezan deyince – bilindiği gibi – aklımıza ilk önce Bilal-i Habeşi Hazretleri’nin mübarek ismi geliyor. Bu “siyah nur” bütün müezzinlerin piri kabul ediliyor. Camilerdeki müezzin mahfilleri “Ya Hazreti Bilal-i Habeşi” levhalarıyla şeref kazanıyor.
Haklarını yemeyelim; Efendimizin, Bilal-i Habeşi hazretlerinden başka müezzinleri de vardı. Mesela Hatice Validemizin dayısının oğlu İbn-i Ümmü Mektum Hazretleri bunlardan biriydi. Kaynakların verdiği bilgiye göre Bilal-i Habeşi, Müslümanları teheccüd namazına uyandırmak için fecirden önce ezan okuyordu, İbn-i Ümm-ü Mektum ise, sabah namazının tam kılınma vaktine girince aynı dini görevi yerine getiriyordu. Rasûl-ü Ekrem Efendimiz bir tarafa çıktığı zaman, Bilal-i Habeşi de birlikte gittiği için İbn-i Ümm-ü Mektum Peygamber Mescidi’nde kalıyordu. Peygamber Efendimiz İbn-i Ümm-ü Mektum’u defalarca Medine-i Münevvere’de kaymakam bırakmıştı.
Ünlü tarihçimiz merhum Ahmed Cevdet Paşa’nın, muhalled eseri “Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefa” isimli kitabında verdiği bilgiye göre, Bilal-i Habeşi Hazretleri İslam’la ilk önce şereflenen bahtiyar sahabilerin arasında bulunuyor. Köleyken Müslümanlığı kabul ettiğini ilan yoluyla bildiren bu aziz sahabi müşriklerin uyguladığı ağır ezayı ve cefayı büyük bir sabırla ve tahammülle karşıladı. Derecesi günden güne daha artan bu işkence devam ettiği sırada Hazreti Ebu Bekir, kendisini satın alıp hürriyetine kavuşturdu. İslam tarihinde ilk ezanı okuma ve kâmet getirme şerefini kazandı. Hicret’ten sonra sahabe efendilerimizin büyük bir bölümü işleriyle güçleriyle uğraştıkları, ticaretle ve çiftçilikle meşgul oldukları için ancak fırsat buldukça Fahr-i Âlem Efendimizin huzuruna gelebiliyorlardı. Hâlbuki müezzinlerin piri, Efendimizin hizmetinden bir an bile ayrı kalmıyordu. Yukarıda da belirtildiği gibi, Efendimiz sefere çıktığı zaman Bilal’i de birlikte götürüyordu. Cevdet Paşa, ona olan hayranlığını, bakınız nasıl ifade ediyor: “Bir müezzin düşününüz ki ilk ezanı o okusun. İmamı da Fahr-i Âlem olsun ve hiçbir zaman yanından ayrılmasın. Onun diğer faziletlerinden başka meziyetlerinden söz etmeye gerek var mı?”
KARAKÖY’DEKİ KARA MUSTAFA PAŞA CAMİİ
Kendisi de meşhur bir hafız ve musıkişinas olan merhum Ali Rıza Sağman, 1950 yılında yayımladığı “Din Adamları Nasıl Yetiştirilmeli” isimli kitabında bu önemli konuya yer verip bazı nakillerde bulunuyor. Sağman’a göre, müezzin toplumda çok yüksek bir mevkiye sahiptir. Cenab-ı Risalet Efendimiz’in müezzini Bilal-i Habeşi’nin nasıl mukaddes bir görev yaptığını hatırlamak, bu mesleğin yani müezzinlik vazifesinin kudsiyetini ve önemini anlamak, kavramak için yeterlidir. Dikkat sahibi kimseler, müezzinlerin dine ve topluma çok büyük bir hizmette bulunduklarını derhal fark ederler.
Ali Rıza Sağman, müezzinliğin en şerefli mesleklerden biri olduğunu anlatırken önemli bir tespitte bulunuyor ve şöyle diyor: “Bilindiği gibi müezzin vakti gelince Ezan-ı Muhammediyi okur, Müslümanları namaza ve camiye davet eder. Tabii ki müezzinin asıl görevi budur, ama unutmamak gerekir ki Ezan-ı Muhammedi aynı zamanda bir sanattır. Ezan sırf vaktin geldiğini haber vermekten ibaret olsaydı bu iş bir boruyla, bir davul ile veya başka bir aletle de yapılabilirdi. Ancak onlarla yapılan bu iş, ezanla yapılanın yanında çok sönük kalırdı. Ezan, vaktin girdiğini belirten bir boru değil, bir terennümdür. Ezan, bir şiirdir. Ezan, bir irşad inşadıdır. Müezzin, vaktin geldiğini haber verirken, yediği tokmak dolayısıyla bağıran bir nakus (çan) değildir. Müezzin o anda güzel sanatlardan birinin mütehassısıdır. Müezzin, ruhun ufuklarına nida eden bir kimsedir. Müezzin, güzel sesiyle, ilahi güfteleriyle, ezeli nağmeleriyle, insanın iç dünyasına seslenirken, tıpkı körpe yavrusunu sevmek, okşamak için ninni söyleyen bir anne gibidir.
Çanın bağırarak çağırmasıyla, ezanın okşayarak daveti arasındaki nisbetsiz farkı, Müslüman da Müslüman olmayan da takdir eder.” diyen merhum Ali Rıza Sağman, bir dip notu düşerek şunları söylüyor:
“Meşhur Hâfız Sami, Meşrutiyet’i takip eden yıllarda Karaköy’deki Kara Mustafa Paşa Camii’nde hatiplik yapıyor, Hafız Ali de minarede öğle ezanı okuyordu. Bilindiği gibi, orası İstanbul’un en kalabalık caddelerinden biridir. İşte bütün o kalabalığın kümeler halinde o ezanı dinlediğini görmüş bulunuyorum. Kümelenen kalabalığın onda dokuzu şapkalıydı. O yıllarda şapkanın gayrimüslimlere mahsus olduğunu unutmamak lazımdır.
EZANI HUŞÛ İLE DİNLEYEN HIRİSTİYAN KADIN
Yine Hâfız Sami ile bir Ramazan gecesi Beyoğlu’nda bir gezintiye çıkmıştık. Şimdiki Cumhuriyet Bahçesi’nin bulunduğu tepeden Haliç’i ve İstanbul’un kandillerle donatılmış minarelerini seyrediyorduk. Birden İngiliz Konsolosluğu’nun arkasındaki Kamer Hatun Camii’nin minaresinden Ezan-ı Muhammedi yükselmez mi?
Bu ezanı da adı geçen Hafız Ali okuyordu. O ‘Allah’ o ‘Muhammed’ sesleri esrarengiz bir esintiyle İngiliz Konsolosluğu’nun duvarlarını ve etrafı bir güzel okşuyor, sonra Kasımpaşa koylarına doğru dağılıyordu. Fesli, şapkalı, çoluk çocuk, bu ilahi terennümü huşu içinde dinliyorlardı.”
Ne garip değil mi? O yıllarda Müslüman olmayanlar bile Ezan-ı Muhammedi’yi huşu içinde dinledikleri halde bugün namaz kılanlar bile aynı hassasiyeti, aynı dikkati ve rikkati göstermiyorlar. Şeâir-i İslamiyeden olan ezan okunurken kendilerine çeki düzen vermiyorlar, laubali hareketlerine devam ettikleri gibi, dünya kelamı konuşmayı, çene çalmayı sürdürüyorlar. Bu konudaki gafletin, vurdumduymazlığın boyutu o kadar büyük ki, birçok din görevlisi bile, ezan okunurken susmanın dini bir görev olduğunu unutuyor, etrafındakileri ikaz etmesi gerekirken - heyhat- kendisi de laklakıyatına devam ediyor.
Ali Rıza Sağman Hoca’nın bahsettiği gayr-i müslimlerle ilgili örneklere bugün de rastlanıyor. Onların ezanı huşu ile dinlediklerine zaman zaman bendeniz de şahit olmuşumdur. Sultanahmet çevresinde dolaşan bazı yabancı turistler, o muhteşem mabedden Ezan-ı Muhammedi sadaları yükselmeye başlayınca durup dinliyorlar, hatta bir yandan da ses kaydı yapıyorlar. Onlar kayıt yaparken bizimkiler – ne yazık ki – kayıtsız kalıyorlar, diğer bir ifadeyle lâkayıtlık örnekleri sergiliyorlar.
Söz Sultanahmet Camii’nden açılmışken bu konuya çarpıcı bir örnek daha vermek istiyorum: Şârih-i Mesnevi, Tahirü’l - Mevlevi merhum “Müslümanlıkta İbadet Tarihi” isimli son derece kıymetli eserinde ezan konusunu anlatırken bize konuyla ilgili bir ibret tablosu sunup şunları söylüyor:
“Bir gün Sultanahmed Camii’nin karşısında bulunan Tapu Dairesi’nin üst katından iniyordum. Davudi bir sesle okunan Ezan-ı Muhammedi daireyi çınlatıyordu. Birinci kata indiğim sırada, oda kapılarından birinin önünde çimento üstüne ve Batıya doğru diz çökmüş, ellerini saygıyla bağlamış, başını eğmiş bir Hristiyan kadının, büyük bir huşu ile okunan ezanı dinlediğini gördüm. Onun bir Hristiyan olmasına, böyle son derece saygı göstererek ezanı dinlemesine karşılık, benim gibilerin bu dini davete önem vermiyormuş gibi inip çıkması, gezip dolaşması beni utandırdı. Dinimin yabancısı olan bu kadını bana mücessem bir ikaz edici gibi gösterdi. Derhal, vicdanımın beni kınayan sesine kulak verdim. Aman yâ Rabbi! Affet, diyebildim.”
HAZRET-İ ÖMER’İN İMRENDİĞİ GÖREV
Sağman Hoca’ya göre Ezan-ı Muhammedi 15 cümleden meydana gelmiş olup, bunlardan ikisi namaza çağırıyor, diğer ikisi de kurtuluşa davet ediyor. Kalanları da Cenab-ı Hakk’ın büyüklüğünü, Resul-ü Ekrem’in Allah’ın resulü olduğunu, Allah’tan başka hiçbir ilah bulunmadığını tekrar ilan ediyor. Buna göre müezzin Allahın davetçisi, Peygamber’in ise bülbülüdür. Müezzin Tevhid gibi ezeli bir hakikati her gün beş kere bütün hayatın ruhuna çivileyen kimsedir.
Yine Sağman Hoca’ya göre müezzin İslam’ın göz bebeği olduğu için kendisine hem çok değer veriliyor hem de büyük bir saygı gösteriliyordu. Ne yazık ki, yakın zamanlarda müezzin de diğer meslektaşları gibi yumruklara maruz kaldı, yerlere yatırıldı. Artık müezzinlik gibi mukaddes bir görevin elemanını düşürüldüğü yerden kaldırmak, layık olduğu yüksek makama tekrar çıkarmak gerekiyor. Yukarıda temas ettiğimiz çelişkiye Ali Rıza Sağman merhum da işaret edip, müezzinin yaptığı görev dolayısıyla değerini hassas ve insaf sahibi gayr-i müslimler bile takdir edip gerekli hürmeti gösterirken Müslümanların ilgisiz ve duygusuz kalması, ne yaman bir çelişkidir, diyor.
Bu konuyla ilgili olup da şahsen beni de çok rahatsız eden hususlardan biri de özellikle mahalle aralarındaki camilerde bir takım ehliyetsiz kimselerin müezzinlik yapmasıdır. Bunlar, kulak tırmalayıcı sesleriyle, telaffuz yanlışlıklarıyla cemaati rahatsız ediyorlar, hatta camiden bile soğutuyorlar. Unutmayalım ki müezzin mahfili, Bilal-ı Habeşi hazretlerinin şereflendirdiği şanı yüce bir makamdır, dolayısıyla layık olmayan kimselerin, ehliyetsiz şahısların orayı işgal etmemesi gerekir. Müezzinliğin ne kadar ulvi bir meslek, ne imrenilecek bir görev olduğunu Hazret-i Ömer Efendimizin “Mü’minlerin emiri (devlet başkanı) olmasaydım, müezzinlik yapardım!” sözü bakınız ne güzel dile getiriyor.
MÜEZZİN NİYE ELİNİ ŞAKAĞINA DAYAR?
Bilal-ı Habeşi ve Ezan-ı Muhammedi hakkında Ord. Prof. Dr. Mükrimin Halil Yınanç Hoca’nın ilgi çekici tesbitlerinden nakilde bulunmadan önce, yine Ord. Prof. Dr. Ahmed Süheyl Ünver’in “Kırkambar” isimli kitabında yer alıp da konumuzla ilgili olan bir iki cümleyi de buraya kaydediyorum. Süheyl Hoca diyor ki: “Bilindiği gibi müezzinler ezan okurken – çoğu zaman – ellerini şakaklarına dayıyorlar. Biz, dışarıdan bakınca müezzinlerin bu hareketi, sesi dağıtmayarak toplamak için yaptıklarını zannediyoruz.
Halbuki İslam’ın ilk yıllarında Bilal-i Habeşi Kâbe’nin damına çıkıp ezan okuduğu sırada elleriyle kulaklarını ve gözlerini örtmeye çalışıyordu. Sebebi ise şuydu: Müşrikler, hakaret kastıyla Bilal tam ezan okurken yerden taş, toprak ne bulurlarsa alıp atıyorlardı. O da gözüne, kulağına dokunmasın diye avuçlarıyla kendini korumaya çalışıyordu.”
Kaynak: Dursun Gürlek, Altınoluk Dergisi, Sayı: 431