Muhacir ve Ensar Kardeşliği
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- teblîğine başladığı andan itibâren İslâm’a girenleri, hangi ırk, kabîle ve milletten olurlarsa olsunlar, eşit kabûl etmiş ve aralarında İslâm kardeşliğini tesis etmiştir. Biri hicretten önce, diğeri de sonra olmak üzere iki defâ aralarında “muâhât” yâni “kardeşlik akdi” yapmıştır. Mekke’deki muâhât, Kureyş’e mensup bâzı müslümanların âzatlı kölelerle kardeş îlân edilmesidir. Meselâ Zeyd bin Hârise ile Hazret-i Hamza, Ebû Huzeyfe’nin âzatlısı Sâlim ile Ebû Ubeyde bin Cerrâh, Bilâl-i Habeşî ile Ubeyde bin Hâris kardeş olmuşlardır.
İslâm’ın ilk yıllarından beri bu şekilde birbirlerine kenetlenen müslümanlar, hicretten sonra ikinci bir kardeşlik örneği daha sergilediler.
Muhâcirler Medîne’ye daha ilk geldikleri gün Ensâr, onları evlerinde ağırlamak için birbirleri ile yarışa girmişlerdi. Hattâ bu misâfirleri paylaşamayarak aralarında kur’a çekmek zorunda kalmışlardı. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Medîne’ye geldikten beş ay sonra, Muhâcirlerle Ensârı ikişer ikişer kardeş yaptı. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bu kardeşlik muâhedesini Enes bin Mâlik -radıyallâhu anh-’ın evinde yapmıştı.
Meselâ Hazret-i Ebû Bekir, Hârice bin Zeyd ile; Hazret-i Ömer, Utbân bin Mâlik ile; Ebû Ubeyde, Sa’d bin Muâz ile; Hazret-i Osman, Evs bin Sâbit ile; Hazret-i Bilâl, Abdullâh bin Abdurrahmân ile; Hazret-i Selmân, Ebû’d-Derdâ ile; Sâlim, Muâz bin Mâiz ile; Ammâr da Huzeyfe ile -radıyallâhu anhüm ecmaîn- kardeş olmuşlardı. Bu kardeşlik uygulamasında tarafların mizaç bakımından birbirine benzemesi de dikkate alınmıştı.
Her bir muhâcir âileyi, Medîneli bir âile yanına aldı. Böylece aralarında kardeşlik ahdi gerçekleştirilen sahâbîler birlikte çalışacaklar, elde ettikleri kazancı paylaşacaklardı. Ensâr, fazla arâzîlerini Rasûlullâh Efendimiz’e bağışladı ve Peygamber Efendimiz de bunları Muhâcirler arasında taksîm etti. Ensâr, bu kadarla da kalmayarak şu cömert teklifte bulundu:
“–Yâ Rasûlallâh! Hurmalıklarımızı da Muhâcir kardeşlerimizle aramızda paylaştır!”
Peygamber Efendimiz:
“–Hayır, öyle olmaz!” buyurarak kabûl etmeyince Ensâr, Muhâcirlere:
“–Öyle ise ağaçların bakım ve sulama işini siz üzerinize alınız da mahsulde ortak olalım!” teklifinde bulundular. Peygamber Efendimiz’in de muvâfakatiyle her iki taraf:
“–İşittik ve itaat ettik!” diyerek bu teklîfi kabûl ettiler. (Buhârî, Hars, 5)
Bu kardeşlik, her şeylerini Mekke’de bırakıp hayâta sıfırdan başlamak üzere Medîne’ye hicret eden müslümanlarla, onlara kucak açan Ensâr’ın maddî ve mânevî yardımlaşmalarını esas alıyordu. Dinleri uğruna memleketlerinden ayrı düşen Muhâcirlerin gariplik ve mahzunluğunu gidermeyi, onları Medîne’ye ısındırarak müslümanlar arasında birlik ve berâberlik kurmayı hedefliyordu.
Gösterişten uzak bir şekilde icrâ edilen ve sırf îman muhabbetinden kaynaklanan muâhât antlaşması, mîras hukûku da dâhil, karşılıklı hak, eşitlik ve yardımlaşma gibi çok yönlü bir muhtevâya sâhipti. Kardeş olanlar birbirlerinin velîsi ve mîrasçısı idi. Bu kardeşlik ahdi daha sonra da bir prensip olarak devâm etmekle birlikte, mirasla ilgili hüküm Bedir Gazvesi’nden sonra vahye binâen kaldırılmış, vâris olmak, sâdece neseb akrabâlığına has kılınmıştır.
İbn-i Abbâs -radıyallâhu anhümâ- bu mevzû ile alâkalı olarak şöyle der:
“Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in aralarında tesis ettiği kardeşlik sebebiyle bir Muhâcir, Ensârî kardeşine, aralarında kan bağı bulunan akrabâlarından önce vâris olurdu. Ancak:
وَلِكُلٍّ جَعَلْنَا مَوَالِىَ مِمَّا تَرَكَ الْوَالِدَانِ وَاْلاَقْرَبُونَ
«Ana, baba ve akrabâların bıraktıkları her şey için bir mîrasçı tâyin ettik...» (en-Nisâ, 33) âyetiyle bu muâmele hükümden kaldırıldı. Âyetin devâmında geçen:
وَالَّذِينَ عَقَدَتْ اَيْمَانُكُمْ فَاَتُوهُمْ نَصِيبَهُمْ
«…Yemin akdiyle mîrasçı kıldıklarınızın paylarını da verin…» ifâdesiyle Ensâr ve Muhâcir arasındaki kardeşlik hukûku, yardım, destek, nasihat ve hayırhâhlığa münhasır hâle getirildi. Böylece hukûkî olan tevârüs kaldırıldı. Ancak kişi ihtiyârî olarak (malının üçte birinden fazlası olmamak şartıyla) vasiyette bulunabiliyordu.” (Buhârî, Tefsir, 4/7, Ebû Dâvûd, Ferâiz, 16/2922)
Muâhât ile, İslâm’dan önce Medîne’de Evs ve Hazrec kabîleleri arasında senelerdir devâm eden kan dâvâları ortadan kaldırılarak öz kardeşlikten daha güçlü bir kardeşlik tesis edildi. Onlar birbirlerini görebilmek için sabahı iple çekerlerdi. Karşılaştıkları zaman samîmî bir sevgi ile; “Ben görmeyeli nasılsın?” diyerek hâl hatır sorarlardı. Umûmiyetle, birbirlerini görüp hâl hatır sormadan üç günü geçirmezlerdi. İlâhî iltifâta mazhar olan bu kardeşlik, Kur’ân-ı Kerîm’de de senâ edilmiştir.
Peygamber Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- Medîne’de bir İslâm cemiyetinin ve devletinin temellerini atıyordu. Bunun için yapılması gereken ilk iş, ictimâî birlik ve berâberliğin sağlanmasıydı. Zîrâ toplum içindeki tesânüdü en iyi şekilde sağlayan unsurlar; karşılıklı muhabbet, kardeşlik ve yardımlaşmadır. Bu sebeple Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in Ensâr ve Muhâcirler arasında gerçekleştirdiği bu kardeşlik, dünyâ târihinde emsâli görülmemiş bir toplumun teşekkülünde en mühim âmil olmuştur.
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, kurulmakta olan cemiyeti, kabîle, kavim, ırk, kölelik-hürlük, zenginlik-fakirlik gibi sınıf esâsına göre değil, sâdece ve sâdece İslâm kardeşliği temeli üzerine binâ etmiştir. Böylece ictimâî yapı itibâriyle büyük farklılıklar arz eden insan gruplarını, âdeta bir potada eritmek sûretiyle İslâm toplumunu inşâ etmiştir.
KAYNAK: Osman Nuri TOPBAŞ, Hazret-i Muhammed Mustafa-1, Erkam Yayınları, İstanbul
YORUMLAR