Muhammed Bâkī Billâh Hazretleri Kimdir?
Altın Silsile’nin 22’nci halkası, gördüğü rüyalar üzerine Hak yolunda büyük hizmetler eden Muhammed Bâkì Billâh Hazretlerinin hayatı...
Muhammed Baki Billah -rahmetullâhi aleyh- (Altın Silsile 23) - Sesli Kitap
Muhammed Bâkì Billâh Hazretleri hicrî 971 senesinde Kâbil’de dünyaya geldi.[1] Küçük yaşta, hocası Mevlânâ Sâdık Halvâî’den ders okumaya başladı. Sonra hocasıyla birlikte Semerkand’a gidip tahsiline oradaki medreselerde devam etti.
Bâkì Billâh Hazretleri birçok sûfînin sohbetinden istifâde etti. Kendisini tamamen tasavvufa ve tasavvufî eserleri okumaya verdi. Pek çok tarîkatten icâzet aldı. Rüyasında Bahâüddîn Nakşibend Hazretlerine intisâb ettiğini gördü. Bu rüya onun Nakşibendîliğe olan alâkasını daha da artırdı.[2] Bir müddet sonra da yine rüyasında Ubeydullah Ahrâr Hazretlerini gördü. Onun tavsiyesi üzerine Hâcegî Muhammed İmkenegî Hazretlerine intisâb etti.[3]
Hâcegî Hazretleri onunla üç gün halvet hâlinde sohbet etti. Bu halvetin sonunda onun mânen kemâle ermiş olduğunu gördü. Kendisine icâzet verdi ve Hindistan’a giderek insanları irşâd etmesini tavsiye etti. Muhammed Bâkì Billâh Hazretleri kendisini bu yüce vazifeye lâyık görmediği için kabûl etmek istemedi. Bunun üzerine şeyhinin tavsiyesi ile istihâre yaptı. Rüyasında, dala konmuş bir papağan gördü ve; “Bu papağan oradan inip elime konarsa bu Hindistan seferi çok hayırlara vesîle olacak!” diye düşündü. Böyle düşünürken papağanın uçup eline konduğunu gördü. Ağzının suyunu papağanın gagasına akıttı, papağan konuşmaya başladı ve Bâkì Billâh Hazretlerinin ağzına şeker döktü. Sabah uyandığında rüyasını üstâdına anlattı. Hâcegî Hazretleri:
“–Papağan Hindistan kuşlarındandır, hemen Hindistan’a gidiniz! Orada, sizin varlığınızın bereketiyle, hakîkatleri beyân eden bir azîz zuhûr edecek, bize de onun sâyesinde bir bereket ulaşacak!” buyurdu.[4]
Şeyhinin tavsiyesi ile Hindistan’a doğru yola çıkan Muhammed Bâkì Billâh Hazretleri bir sene Lahor’da kaldı, sonra Delhi’nin Fîrûzâbâd mahallesine gidip tekke kurdu ve irşâda devam etti.[5]
İmâm-ı Rabbânî Hazretleri o günlerde Delhi’ye gelmişti. Dostu Mevlânâ Hasan Keşmîrî’nin tavsiyesi ile Bâkì Billâh Hazretlerini ziyarete gitti. Bâkì Billâh Hazretleri ondaki yüksek istîdâdı hemen fark etti ve hiç kimseye mürîdi olmasını teklif etmek âdeti olmadığı hâlde, kendisine intisâb edip bir müddet tekkesinde ve sohbetinde kalmasını ricâ etti. İmâm-ı Rabbânî Hazretleri bu teklifi kabûl ederek Nakşibendiyye’ye intisâb etti.
Bir müddet sonra İmâm-ı Rabbânî Hazretlerine irşâd icâzeti veren Bâkì Billâh Hazretleri, talebelerini de ona havâle etmeye başladı. Her birini tek tek çağırıp vedâlaştı ve onları İmâm-ı Rabbânî Hazretlerine gönderdi.[6]
MUHAMMED BÂKĪ BİLLÂH HAZRETLERİNİN FAZİLETLERİ
Muhammed Bâkì Billâh Hazretleri, İslâm’ın emir ve yasaklarına son derece bağlı bir zât idi. Sık sık takvâ sahibi fakihlere mürâcaat ederdi. Helâl gıdâya çok ehemmiyet verir, hattâ yemek pişiren kişinin bile ihsân hâlinde olmasını, yani huzûr-i ilâhîde olduğunun şuuruyla hizmet etmesini, gâfil olmamasını isterdi.
Gösterişten kaçınır, kerâmetlerini gizlemek için büyük bir gayret gösterirdi. Kendisine bir hasta getirilince onu Allâh’ın izniyle mânen tedâvi etse bile, kerâmeti belli olmasın diye eline bir tıp kitabı alıp sanki ona bakarak tedâvi ediyormuş gibi yapardı.[7]
Muhammed Bâkì Billâh Hazretleri insanlara ve hayvanlara karşı çok merhametliydi. Lahor’da kıtlık olduğu bir devirde kendisine yemek getirenlere:
“–İnsanlar açlıktan can verirken bizim yemek yememiz münâsip değildir.” diyerek gelen yiyecekleri fakirlere göndermişti.[8]
Talebelerinin mânen mesâfeler katetmesi için çok gayret sarf ederdi. İmâm-ı Rabbânî Hazretleri bu hususta şöyle buyurur:
“…Üstâdımızın bir sohbetinde tâliplere o kadar faydalar hâsıl olurdu ki, bunlar zor riyâzat ve mücâhedelerle bile elde edilemez…”[9]
MUHAMMED BÂKĪ BİLLÂH HAZRETLERİNİN TEVAZUU
Hâce Bâkì Billâh Hazretleri, son derece mütevâzı ve yumuşak huylu bir Hak dostu idi. Yüksek hâl ve makâmını insanlardan gizlemeye çalışır ve kendini irşad makâmına lâyık görmezdi. Kendisinden mânen feyz almaya gelen talebelerine çeşit çeşit özürler beyân ederek:
“–Bu fakir sizin zannettiğiniz gibi değildir. O bakımdan siz başka yere gidiniz! Eğer hakîkî bir rehber, mutlak bir yol gösterici bulursanız, bu fakire de haber verin ki hemen huzûruna gidip ona hizmet edeyim! Belki kalbimin derdine bir derman bulurum.” buyururdu.
Yani o, mürşidlik iddiâsından uzak bir şekilde, sadece gelenlere hizmet etmek ve kalpleri kaynaştırmakla meşgul olurdu. Umûmiyetle sükûtu ve az konuşmayı tercih ederdi. Sadece mecbur kaldıkça veya ince bir meseleyi îzah etmek gerektiğinde konuşur ve muhâtabını aydınlatmak için meseleyi bütün açıklığıyla îzah ederdi.[10]
Lahor’dan Delhi’ye giderken çok defa bir iki kilometre gitmeden yolda yürüyen bir zavallıyı görür, hemen bineğinden inip onu bindirir ve kendisi yaya yürürdü. Tanıyan biri kendisini görüp de yaptığı bu îsârı fark etmesin diye de sarığıyla yüzünü kapatırdı. Şehre yaklaşınca hâlini gizlemek için tekrar hayvanına binerdi.[11]
Kendisini sadece arkadaşlarından değil, avâmdan bile üstün görmezdi. Nitekim evinin bitişiğinde oturan bir genç, içki içer ve her türlü kötülüğü yapardı. Bir gün mürîdi Hüsâmeddîn Dehlevî, o genci devlet memurlarına şikâyet etti. Memurlar da o genci yakalayıp hapsettiler. Bâkì Billâh Hazretleri bunu öğrendiğinde mürîdini çağırıp bu hareketine kırıldığını ifâde etti. Mürîdi:
“–Efendim, o öyle fâsık, öyle hayırsız biri ki kötülükleri saymakla bitmez. Etrâfındakilere de hep zarar veriyor!” deyince Bâkì Billâh Hazretleri derin bir âh çekti ve:
“–Biz hiçbir zaman kendimizi ondan üstün görmüyoruz ki onu ayıplayalım!” buyurdu. Sonra idarecilere ricâ ederek o genci serbest bıraktırdı. Genç de tevbe edip sâlihlerden oldu.
Zira tasavvufî üslûp, günaha olan nefreti günahkâra taşırmamak ve günahkârı yaralı bir kuş gibi tedâvi ve şefkate muhtaç görüp onu tatlı bir lisanla irşâd etmeyi gerektirir.
Kalp kırıklığı (inkisâr) ve kendini kusurlu görme hâli Bâkì Billâh Hazretleri’ni öylesine istilâ etmişti ki talebelerinden biri bir hatâ işlese:
“–Bunlar bizim fenâ sıfatlarımızın akisleridir. Bizdeki fenâlıklar onlara da aksediyor. Onlar ne yapabilir, ellerinden ne gelir ki!” buyurur ve hemen kendi hâlini gözden geçirerek herhangi bir ihmâlinin olup olmadığına bakardı.
Bir kişiden dînin emirlerine aykırı bir hareketin meydana geldiğini görse, doğrudan doğruya ve şiddetle îkazda bulunmaz, yumuşaklıkla, temsîlî kıssalarla, kinâyeli sözler ve îmâlarla mevzuya temas eder, kalp kırmak istemezdi. Açıkça îkaz ve nasihatte bulunmayışının sebebi, kendini diğer insanlardan ayrı ve üstün görmeyişi idi. Mübârek lisânında ve meclisinde kimse kötülenmezdi. Huzûrundakilerden birinin kalbinden bir müslümanı küçük görme duyguları geçse, Bâkì Billâh Hazretleri hemen bunu sezer ve o müslümanın güzel vasıflarını anlatarak onu medhetmeye başlardı.[12]
Bir defasında bâzı insanlar tarafından ayıplandığını öğrenince, bunu haber veren talebesine şu güzel usûlü tâlim buyurmuştu:
“…Bize bir ayıplama ve bir kötülük isnâd edilince hemen kendimize bakarız ve üzerimizde fenâ bir sıfat buluruz. Bu işareti, bir nasihat biliriz. Senin verdiğin bu haberden sonra da kendimde bir kabahat ve kusur buldum. Allah Teâlâ’nın keremine sığındım. Allâh’ın izniyle ondan da kurtulurum inşâallah!”[13]
Bir gün sâlihlerden biri, onun samimî talebelerinden birine, arzu ve istek dolu bir mektup göndermişti. Bu mektup Muhammed Bâkì Billâh Hazretlerine takdim edildi. O Hazret, yüksek bir tevâzû ile mektubun arkasına şunları yazdı:
“Maalesef bu âcizde iş yapacak kuvvet kalmadı. Allah Teâlâ, mâzide kalmış günlerin mâtemini tutan bu fakire birkaç gün daha ömür verirse, büyük bir gayretle maksadı arayacak, hayatını bu yola verecektir. Allah Teâlâ bu garibe, her iki cihandaki işlerini kudret-i ilâhiyyeye bırakmasını ve bütün alâkalardan kurtulmasını ihsân eylesin! Âmîn yâ Rabbe’l-Âlemîn...
O kardeşimden ricâ ederim ki, bu arzumun hâsıl olması için yüzünü yerlere sürsün ve fakirin bu arzusuna kavuşması için Cenâb-ı Hakk’a duâ etsin. Zira gıyâben yapılan duâları Allah Teâlâ hemen kabûl eder. Duâlar ederim efendim…”[14]
MUHAMMED BÂKĪ BİLLÂH HAZRETLERİNİN VEFATI
Muhammed Bâkì Billâh Hazretleri 40 yaşına geldiğinde hastalandı. Son anlarında bakışları ile herkese vedâ ederken, talebeleri ve dostları ağlamaya başladılar. Muhammed Bâkì Billâh Hazretleri ise tebessüm buyurup onlara hayretle bakıyor ve sanki:
“Siz nasıl dervişsiniz, kazâya rızâ göstermeyip ağlıyorsunuz.” demek istiyordu.
Bu esnâda talebelerinden biri yanık bir gönülle:
“–Yâ İlâhe’l-Âlemîn!” dedi. Hazret, mübârek yüzünü hemen o tarafa çevirdi. Orada bulunanlardan biri:
“–Üstâdımızın bu hareket ve teveccühü, Hakîkî Mahbûb’un ism-i şerîfini duyma şevkindendir.” deyince, bu sözün tesiriyle mübârek gözleri doldu. İkindi vakti yaklaşmıştı. Sesli olarak “Allah, Allah...” demeye başladı ve azîz rûhunu teslîm etti.[15]
MUHAMMED BÂKĪ BİLLÂH HAZRETLERİNİN KABRİ NEREDE?
Tarih 25 Cemâziyelâhir 1012 (30 Kasım 1603) idi. Delhi’de Kademgâh denen mevkiye defnedildi.[16] Kademgâh, Resûlullah Efendimiz’in mübârek ayak izinin bulunduğu bir mevki idi ve Muhammed Bâkì Billâh Hazretleri oraya defnedilmeyi çok arzu ediyordu. Burası bugün Nebî Kerîm Mahallesi olarak bilinir.[17]
Bâkì Billâh Hazretlerinin manzum ve mensur eserlerinin çoğu ve müridlerine yazdığı bâzı mektuplar, Külliyât-ı Bâkì Billâh ismiyle neşredilmiştir.
MUHAMMED BÂKĪ BİLLÂH HAZRETLERİNİN HİKMETİ SÖZLERİ
- “Bir insan, âlim veya cesur bir insanı, bu vasıflarından dolayı severse, bu sevgi, ilim ve cesaret sıfatlarına bağlı olduğundan, bu vasıflar ortadan kalkınca o şahsa olan muhabbet de sona ermiş olur. Ama zâtî muhabbet böyle değildir. O, hiçbir sebebe bağlı olmadan sevmektir. Bu muhabbet, sıfatların artmasıyla çoğalmadığı gibi onların eksilmesiyle de azalmaz.”[18]
- “Kalbinde mârifet-i ilâhiyye isteği olmayanlarla sohbet etme, arkadaşlık yapma! İlmini; makam, mevki ve övünmek için vesîle edinen âlimlerden, aslandan kaçar gibi kaç!”[19]
- “Mârifetin kısım ve mertebeleri çoktur. İşin aslı, dînimizin bildirdiği istikâmet üzere olmaktır.”[20]
- “Oruç tutmak, Allah Teâlâ’nın sıfatıyla sıfatlanmaktır. Zira Allah Teâlâ, yemekten ve içmekten münezzehtir.”[21]
- “Bu yolun büyükleri, son derece gayretli ve nâziktirler. Onların yolu, hiç eksiksiz Resûlullah Efendimiz’in yoludur.”[22]
- “Rızâ sahipleri için iptilâlar musîbet değildir. Onlar, belâlar karşısında isyan etmezler. Zira bu imtihanları gönderen, Allah Teâlâ’dır.”[23]
- “Resûlullah Efendimiz’e tâbî olmak, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat îtikādında bulunmak ve Hâcegân büyüklerinin nisbetini (onlara bağlılık ve muhabbeti) kalbinde taşımak, dünyanın bütün nîmetlerinden daha hayırlıdır.”[24]
- “Sözün özü şudur: Gönül, Dost’ta; beden, işte olmalıdır.”[25]
- “Sakın, haram-helâl demeden her bulduğunu gafletle yiyenlerden olma!”[26]
- “Ümit ipinin ucunu hiçbir zaman elden bırakma!”[27]
- “Özünü Kur’ân-ı Kerîm’in emirleri ve Sünnet-i Seniyye’nin düsturları oluşturmayan bir tasavvufî hayat, kişiyi vuslata erdirmez.”
- “Kur’ân-ı Kerîm’i okumak ve onu Rasûlullah r Efendimiz’in anladığı gibi anlamaya gayret etmek lâzımdır.”
- “Kalp, dünya sevgisi veya dünyevî zevklerle dolunca Cenâb-ı Hak ile bağı zayıflar. Bu sebeple onu, dünyevî alâkalardan kurtarıp Allah Teâlâ’ya istikâmetlendirmek îcâb eder.”
- “Dâimâ abdestli olup helâl yemek çok mühimdir. Gıybet, söz taşımak, mü’mini hor görmek, müslümana düşman olmak, kin tutmak, eli altında olanlara kızmak ve sert davranmak gibi bütün günahlardan sakınmak lâzımdır. Bizim yolumuzun esâsı budur. Bunlar olmadan yapılan iş, rızâ-yı ilâhîye uygun olmaz. Bu sayılanlarda bir kusur ve ihmâl olursa, hemen tevbe ve istiğfâra sarılarak büyüklerin verdiği vazifelere daha sıkı yapışmalıdır ki; «...Muhakkak ki iyilikler kötülükleri giderir...» (Hûd, 114) âyet-i kerîmesinin sırrı ortaya çıksın…”[28]
[1] Bedreddîn Sirhindî, Hazarâtü’l-Kuds, I, vr. 206b; Muhammed İkrâm, Rûd-i Kevser, Lahor 1996, s. 191-192.
[2] Kişmî, Zübdetü’l-Makāmât, s. 10; Bedreddîn Sirhindî, a.g.e, I, vr. 210a. Bu rüyadaki intisâbı sebebiyle Üveysî nisbesiyle anılmıştır.
[3] Bedreddîn Sirhindî, a.g.e, I, vr. 208b-209a.
[4] Kişmî, a.g.e, s. 140-141; Bedreddîn Sirhindî, a.g.e, II, 43-44; Muhammed Murâd, Nefâisü’s-Sânihât, s. 12.
[5] Kişmî, a.g.e, s. 14.
[6] Kişmî, Berekât, s. 378.
[7] Rüşdî, Melfûzât, s. 28, 31; Dehlevî, Kelimâtü’s-Sâdıkìn, s. 179; Kişmî, Zübdetü’l-Makāmât, s. 15, 24-26; Muhammed Fazlullah, Umdetü’l-Makāmât, s. 89.
[8] Kişmî, a.g.e, s. 19-21.
[9] İmâm-ı Rabbânî, Mükâşefât-ı Gaybiyye, 5. kısım.
[10] Kişmî, Berekât, s. 23, 37; Ebû’l-Hasan en-Nedvî, İmâm-ı Rabbânî, s. 143.
[11] Kişmî, Berekât, s. 29-30.
[12] Kişmî, Berekât, s. 31-32; Ebû’l-Hasan en-Nedvî, a.g.e, s. 144.
[13] Kişmî, Berekât, s. 62.
[14] Kişmî, Berekât, s. 37.
[15] Kişmî, Berekât, s. 43.
[16] Rüşdî, Melfûzât, s. 65; Dehlevî, a.g.e, s. 162-3; Kişmî, Zübdetü’l-Makāmât, s. 31-33.
[17] Muhammed Murâd, a.g.e, s. 18; Kevserî, İrgâmu’l-Merîd, s. 69; Necdet Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s. 202; Cebecioğlu, “Muhammed Bâkì Billâh-i Kabulî”, Allah Dostları, Şule Yay., İstanbul 1995, VIII, 191.
[18] Dehlevî, a.g.e, s. 168, 169.
[19] Evliyâlar Ansiklopedisi, VIII, 359.
[20] Evliyâlar Ansiklopedisi, VIII, 360.
[21] Evliyâlar Ansiklopedisi, VIII, 360.
[22] Evliyâlar Ansiklopedisi, VIII, 360.
[23] Evliyâlar Ansiklopedisi, VIII, 360.
[24] Evliyâlar Ansiklopedisi, VIII, 360.
[25] Evliyâlar Ansiklopedisi, VIII, 360.
[26] Evliyâlar Ansiklopedisi, VIII, 360.
[27] Evliyâlar Ansiklopedisi, VIII, 361.
[28] Evliyâlar Ansiklopedisi, VIII, 359.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Altın Silsile, Erkam Yayınları
YORUMLAR