Muhammed Esad Erbili Hazretleri’nin Sohbeti

İHSAN

Muhammed Es’ad Erbilî (k.s.) nasıl sohbet ederdi? Hâce Muhammed Es’ad Erbilî Hazretleri’nin sohbetini istifadenize sunuyoruz.

Hâce Muhammed Es’ad Erbilî -rahmetullâhi aleyh- sohbetinde şöyle buyuruyor:

İLERLEMENİN YOLU GÜNAHLARI TERKTİR

Tarîkatte feyz alma ve terakkî, yalnız zikir ve evrâdın çokluğuna bağlı değildir. Bu hususta kalbî ihlâs ve samimî muhabbetin de büyük bir tesiri olduğu, ehline âşikârdır. Cenâb-ı Hakk’a itaat etmeyen ve şer’î emirleri nazar-ı itibara almayan günahkârlar, hiçbir zaman ve mekânda evliyâullâh’ın inâyet nazarıyla baktığı ve teveccühlerine nail olan kişilerden olamazlar.

Malum olduğu üzere feyz alıp terakkîye medar olabilecek hasletlerin başında ihlâs ve muhabbet gelir. Ebedî saadet ve selâmet, ihlâs ve muhabbet ağacının meyvesidir. Bu âciz kardeşiniz hâlâ îmânın aslını ikmale çalışıyorum. Kelime-i tevhidi dil ve hâl ile zikretmeye gayret ediyorum. Çünkü Cenâb-ı Hakk’ın dışında bir matlûb, -sûfî lisânıyla- bir put, kalpte mevcut oldukça “Lâ ilâhe illallah” demek zordur. Söylense bile manen kabule şayan ve vuslata vesile olacağı şüphelidir.

“‘Lâ ilâhe illallah’ diyen cennete girer.” buyrulmuş ise de diğer bir hadîs-i şerîfte; “muhlisan: ihlâsla” kelimesi de zikredilmiştir. Riyâ, kibir, haset, tamah, cimrilik gibi kalbî hastalık ve kötülüklerden nefsi temizleyerek niyeti hâlis kılmak çok mühimdir. İnsan vücudunda mide ve safrayla alâkalı hastalıklar varken en lezzetli yiyeceklerin bile tadının kalmayacağı, onlardan bir fayda hâsıl olmayacağı malumdur. Aynı şekilde yukarıda zikredilen (kalbî) hastalıklardan biri, bilhassa da birkaçı varken Cenâb-ı Hakk’ın rızâsını kazanmak ve rıdvân bahçelerinin nimetlerine kavuşmak için yalnız zahirî ibâdetler kâfi gelmez. Allah Teâlâ; “Dikkat edin, hâlis din yalnız Allah içindir...” (Zümer, 3) buyurmuştur. Mevlâm o ihlâslı kulluk ve ibâdeti bizlere ihsan buyursun! Âmîn!

Tâbiînin büyük âlimlerinden İmâm Zührî’ye, Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem Efendimiz’in; “Kim ‘Lâ ilâhe illallah’ derse Cennet’e girer.” hadîs-i şerifi sorulmuştu. İmâm Zührî (r.a.) “Bu hüküm, İslâm’ın ilk günlerinde, farzların, emir ve nehiylerin nüzûlünden önce idi.” buyurdu. (Tirmizî, İmân, 17/2638) Yani din kemâle erdikten sonra, Kitap ve Sünnet’in bütün hükümlerinin hayata geçirilmesi ve yaşanması zarurîdir.

Şeyh Esad Erbili Hazretleri’nden Tavsiyeler

Akıl ve irfanıyla diğer mahlûkattan ayrılan insanlar arasında bir fert var mıdır ki, ikbâl sahibi olmayı arzu etmesin, istikbâlini temine gayret etmesin? Elbette yoktur. Fakat gerçek istikbâli idrâk edemeyenler, yani ilk adımı kabre olan ahiret yolculuğunu göz önüne almayanlar da şüphesiz çoktur. Bu gibi din kardeşlerimden istirhamım şudur:

  1. En fazla yaş hududu yüz seneyi bile geçmeyen dünya hayatı ile sonsuzluğu tasavvur olunamayan ahiret hayatını karşılaştırarak ehemmiyet derecelerini mukayese buyursunlar!
  2. Dünya huzurunun ve cismani ihtiyaçların, ancak can ve malı cömertçe bezlederek temin edildiği nasıl herkes tarafından kabul edilmiş bir hakîkat ise, aynı şekilde: “Allah Teâlâ, mü’minlerden canlarını ve mallarını cennet mukabilinde satın almıştır...” (Tevbe, 111) ayet-i kerimesi gibi kat’î delillerle sabit olduğu üzere, uhrevî saadet ve ebedî selâmete de yüce şerîat ve tarîkat ölçülerine itina ile uyup, can ve mallara ait bütün emir ve tekliflerine kulak vermekle erilebileceğini düşünsünler!
  3. Yalnız ehl-i îmâna hitâben şeref-sâdır olan: “Ey mü’min kullarım! Siz (Yüce Yaratıcı’nızın emir ve nehiylerine itaat ederek) kendinizi ve (güzel bir terbiye vermek suretiyle) ailenizi cehennem azabından kurtarınız!” (Tahrîm, 6) âyet-i kerimesinin ehemmiyetini tasvir ve o surette hareket tarzlarını takdir eylesinler!

Şüphesiz Alîm ve Hakîm olan Cenâb-ı Hakk’ın Kur’ân-ı Kerîm’inde aslâ fazla bir ifade yoktur. O, kat’iyyen lüzumu olmayan bir emri vermez. Herkes bilir ki, edebiyat ile meşhur ve ilim-irfan sahibi kişilerden bile lüzumsuz bir konuşmanın sâdır olacağına ihtimâl verilmez. Cenâb-ı Hak, şiddetli kış gelmeden önce kömürün lüzumunu hisseden dünya aklını vermiş olduğu gibi, kabrin karanlığını görmeden evvel onu nurlandırmanın lüzumunu anlayıp idrâk edecek bir âhiret aklını da cümlemize ihsan buyursun! Ölümden sonraki faydasız pişmanlıklardan muhafaza eylesin! Âmîn!

Kemâl sahipleri arasında kullanılan “te’min-i istikbâl: geleceği garantiye almak” sözü, fâni dünyada sınırlı olan hayatımızın ikmaline yarayan şeylere ait olmasa gerektir. İleri görüşlü ve hakîkate nazar eden akıllı kişilerin, “istikbâl” kelimesinden en büyük maksadın, ebedî olan ve herkesin kendi başına hesap vereceği ahiret hayatı olduğunu basit bir mütalaa ile kabul edeceği açıktır.

Binâenaleyh hayat sermayemizden kaybettiğimiz zamanlar içinde teessüf edilecek bir saniye varsa, o da istikbâl teminine medar olan zikir ve tefekkürden uzak geçen demlerdir. Cenâb-ı Hak, zât-ı alinizi -şu fakir bendenizle beraber- vakitlerini gafletle zayi edip bilâhare pişmanlık duyan kullarından eylemesin! “Kulum Ben’i zikrettiğinde Ben onunla beraberim” (Buhârî, Tevhîd, 15) hadîs-i kudsîsine mazhar olan sâdık kullarının arasına dâhil buyursun! Âmîn!

Bütün mülk ve melekûtun sahibi olan Allah Teâlâ, kıyâmet günü kullarını hesaba çekerken: “Ey kulum! Senin hayatın ve ölümün, yükselmen ve düşmen, genişlik ve sıkıntın, sıhhat ve âfiyetin, elhâsıl her nefesin Ben’im kudret elimde olduğu hâlde yasaklamış olduğum bir fiili ne cesaretle işledin? Saadetinin düşmanı olan mel’un şeytana hangi akılla itaat edebildin?! Ey kulum! Beni, görmez, bilmez mi zannettin? Yahut kendin gibi âciz bir kula karşı lüzumlu gördüğün hayâ ve hürmeti, Bana karşı lüzumsuz mu sandın?” buyurursa acaba ne cevap vereceğiz? Hangi feylesofun aşırı zekâsından, hangi avukatın engin bilgisinden istifâde edeceğiz? Eyvah, yazık!

Cenâb-ı Hak kalp gözünüzü nurlandırsın! Nasıl ki gül yaprağının her noktasında gülsuyu mevcut ise, aynen onun gibi sizin kıymetli vücudunuzun her zerresini de muhabbet ve daimî zikrin hoş kokusuyla güzelleştirsin! Âmîn...

Cenâb-ı Hak bir an bile kullarından gâfil olmadığı gibi, şerîatın şerefli çizgisinde hareket ederek Rabbini hatırından hiç çıkarmayan kullarını da çok sever. İşte bu sebeple fakirâne ricam şudur ki, bu yüce şereften mahrum kalmayalım. Nefsânî muhabbetlere meftun olmuş bir kalp ile Cenâb-ı Hakk’ın huzuruna çıkmayalım…

Letâiflerin hepsi tasfiyeye muhtaç olduğundan, bir Hak yolcusunun, sırasıyla bütün latîfelerini zikre alıştırması zarurîdir. Bir insana gusül gerektiğinde nasıl vücûdunun her yerini, hatta her noktasını yıkaması lâzım ise gönül âlemini tasfiye etmek isteyen bir kişinin de bütün letâifleriyle, hatta vücudunun her zerresiyle zikretmesi zarurîdir.

Bir kimse hizmet etmeyi ve bu hizmetinin karşılığında dereceler kazanmayı arzu ederse yalnız Cenâb-ı Hakk’a hizmet etsin! O’nun dışındakileri ölü gibi faydasız ve zararsız kabul etsin. İşte o zaman “Lâ ilâhe illallah” kelimesini hakkıyla ifâde etmiş ve fiîlen yaşamış olur. Mâlûm-i âlîniz “Allah” ism-i şerîfi Esmâ-i Hüsnâ’nın hepsini kendinde toplayan ve Cenâb-ı Hak için alem olan, yüce zâtına has bir isimdir. O hâlde “Lâ ilâhe illallah” demek; “Allah’tan başka lûtfeden, O’ndan başka himâye eden, O’ndan başka rızık veren… bir ilâh yoktur.” demektir. Buna göre insan, kâmil bir mü’min olmak için bu zikr-i şerîf ile kalbini ihyâ etmeli ve bu yüce kelimeyi kalp âlemine nakşetmeye itina göstermelidir.

Bulutu, yağmuru, rüzgârı, Ay ve Güneş’i kendi emrinde tutan ve bunların güzel tesiriyle insanoğlunun maîşet ve âfiyetini devam ettiren Cenâb-ı Hakk’ın sayısız nimetlerini düşünüp şükür vazifesini îfâya gayret etmek lâzımdır. Rabbimiz cümlemizi böyle sâlih kullarından eylesin! Âmîn! Böyle bir velînimetin lütuf ve ihsan sofrasını takdir etmeyen nankör kullarından eylemesin!

Dünyada hangi velînîmet tasavvur olunabilir ki, bedenimizi, uzuvlarımızı, sıhhat ve âfiyetimizi, yiyecek ve nimetlerimizi Mevlâmız gibi yoktan var edip kullarına en güzel şekilde lûtfeylesin! Hangi bir âmire tesâdüf olunur ki -velev bir neferin üstündeki onbaşı olsun- defalarca emrini terk eden bir erini cezasız bıraksın, affetsin! Gaffâr olduğu kadar Kahhâr da olan Cenâb-ı Hakk’ın hükmü altındayız, mülkünün bir köşesinde barınıyoruz, her gün nimet sofrasında rızıklanıyoruz. O hâlde aklen, irfânen ve vicdanen O’nun emirlerine itaat etmemiz ve kulluk vazifemizi yerine getirmemiz zarurîdir. Yarın kıyâmet gününde ne olur, ne olmaz! Allâh’ım kolaylaştır, zorlaştırma!

Tefekkür-i mevt, insanın başına gelen musîbetlerin üzüntüsünü hafifleteceği gibi, kişinin kendi ölümünü de kolaylaştırır. İnsanı huzursuz eden ve azâba sürükleyen dünya muhabbetini azaltır. Çünkü dünyanın geçici mal, mevki ve güzelliklerini sevmek ve onları aşırı bir şekilde arzulamak, her türlü günah ve rahatsızlığın esas sebebidir. Cenâb-ı Hak gönlümüzü bu gibi nefsânî muhabbetlerden pâk eylesin! Kalbimizi zikir ve muhabbetullah dergâhı kılsın! Âmîn!

Haramları Terk Etmenin, Amellerden Önce Zikretmenin Sebebi

Hadîs-i şerîflerde, haramları terk etmenin, sevap kazandıracak amel-i sâlihleri işlemekten önce zikredilmesinin iki mühim sebebi vardır:

  1. “Def’-i mefsedet celb-i maslahattan öncedir.” (Yani zararlı şeyleri uzaklaştırmak, faydalı şeyleri elde etmekten daha mühim ve önceliklidir. Şerîat yaşanmadan manevi derecenin yükselmesi mümkün değildir.)
  2. İbadet ve taatlerin tamamını yerine getirmek insan gücünün üzerindedir. Yasaklardan sakınmak ise -az olmaları sebebiyle- her ferdin imkânı dâhilindedir ve bunun faydası daha şümûllüdür.

Hatta diyebilirim ki, İslâm âlemi için tasavvur edilen yükselme ve ilerlemenin en mühim yolu, günahları terk etmektir. Fıtraten günahlardan uzak ve dolayısıyla mâsıyeti terk etme sevabından mahrum olan meleklerin, tabiî makamlarından terakki edemiyor olmaları da bu ifademizin delîli mâhiyetindedir.

Velhâsıl, haramlardan sakınmanın manevi terakkiye hizmet etmesi kadar, maddî menfaat ve cismânî faydaları da gözden uzak tutulmamalıdır. Yasakları çiğnemenin, insanların malına, canına, şeref ve şânına verdiği zararın telâfisi mümkün değildir. Bu, basîret sahiplerince bilinip kabul edilen bir hakîkattir.

Cenâb-ı Hak; “Biz insanı mükerrem kıldık...” (İsrâ, 70) buyuruyor. Acaba bu mükerrem Âdemoğlu kimdir? Toprak ve sudan yaratılmış bulunan maddî varlık, yani beden mi, yoksa tefekkür ve konuşma kabiliyetiyle diğer canlılardan ayrılan insan cinsi midir?

Elbette bunların hiçbiri değildir. Zîra azgın nefsinin süflî arzularını yerine getirmek suretiyle gayr-i meşrû taşkınlıklar yapan, hassas şerîatı ve ruhaniyet tevzî eden tarîkatı ayaklar altına alan ve nefsani duygularına esir olan kimseler, aslâ mükerrem olamazlar. İrfan ve vicdan sahibi kimseler nazarında bu tip insana; “nâdân/kara câhil” demekten başka bir sıfat yakışmaz. Mükerrem denilmeye lâyık Âdemoğlu ise, nefis tezkiyesiyle güzel ahlâka sahip olarak dışını ve içini süsleyen, şerîata hizmet eden ve tarîkata vâkıf olan bahtiyar kimselerdir.

Cenâb-ı Hakk’ın îman, akıl, irfan, maddî beden ve manevi kuvvetler gibi kıymetini takdir edemeyeceğimiz pek büyük ilâhî nimetlerine mukabil, şükür borcunu edâdan âciz, hem de kusurlu olan bir insan, kendisini gayet mücrim, günahkâr ve mahcup görmedikçe manen yükselemez. Yani Cenâb-ı Hak katında makbûl bir insan olamaz. Bütün varlığının Allâh’ın emaneti olduğunu bilmedikçe Vâcibü’l-Vücûd Hazretleri’nin birliğine (tevhîde) îmânı tam olmaz, küçük şirkten kurtulamaz.

Duâcınız, kendimi kâinatın ve belki de zerrelerin herhangi biriyle ölçüp kıyaslamaya ve tartmaya kalktığımda neticede hep o şeyin çok aşağısında kalıyorum! Günahsız zayıf bir karıncaya bile kendimi tercih edemiyorum. Lâkin Cenâb-ı Hak, değerli ihvanımı faydalandırmak için bu fakir kardeşinizi onlar nezdinde büyük gösteriyor. Bu ise O’nun murâd-ı ilâhîsidir. Bu yüzden Cenâb-ı Hakk’a hamdolsun! O, âşıkları tesir altına almak için, her türlü mârifetten uzak olan Ney’de bile birçok perdeler, nağmeler, güzel sadâlar yaratıyor. O her şeye kâdirdir.

Mevlâm akıbetimizi ve işlerimizin sonunu hayreylesin! Her nefeste Cenâb-ı Hakk’a muhtaç olan nefsimizi kendimize büyük göstermesin! (Bütün nimetlerin ilâhî bir lütuf olduğunu unutturmasın! Nefsimize pay çıkarma gafletinden bizleri muhafaza buyursun!) Âmîn!

Kaynak: Mehmet Lütfi Arslan, Marifet Meclisleri, Erkam Yayınları