Muhammed Es’ad Erbilî Hazretleri’nin Sözleri
Nakşibendi şeyhi Muhammed Es’ad Erbilî Hazretleri’nden hikmetli sözler.
Altın Silsile’den Muhammed Es‘ad Erbilî Hazretleri’nin hikmetli sözleri.
ESAT ERBİLİ HZ. SÖZLERİ
“İslâm âlemi için tasavvur edilen yükselme ve ilerlemenin en mühim yolu, günahları terk etmektir.”[1]
***
“Mükerrem denilmeye lâyık olan Âdemoğlu, nefs tezkiyesiyle güzel ahlâka sahip olarak dışını ve içini süsleyen, şerîate hizmet eden ve tarîkate vâkıf olan bahtiyar kimselerdir.”[2]
***
“Cenâb-ı Hak kalp gözünüzü nurlandırsın! Nasıl ki gül yaprağının her noktasında gülsuyu mevcut ise, aynen onun gibi sizin kıymetli vücudunuzun her zerresini de muhabbet ve dâimî zikrin hoş kokusuyla güzelleştirsin! Âmîn...
***
Cenâb-ı Hak bir an bile kullarından gâfil olmadığı gibi, şerîatin şerefli çizgisinde hareket ederek Rabbini hatırından hiç çıkarmayan kullarını da çok sever. İşte bu sebeple fakirâne ricam şudur ki, bu yüce şereften mahrum kalmayalım. Nefsânî muhabbetlere meftun olmuş bir kalp ile Cenâb-ı Hakk’ın huzûruna çıkmayalım…”[3]
***
“Letâiflerin hepsi tasfiyeye muhtaç olduğundan, bir Hak yolcusunun, sırasıyla bütün latîfelerini zikre alıştırması zarurîdir. Bir insana gusül gerektiğinde nasıl vücudunun her yerini, hattâ her noktasını yıkaması lâzım ise gönül âlemini tasfiye etmek isteyen bir kişinin de bütün letâifleriyle, hattâ vücudunun her zerresiyle zikretmesi zarurîdir.”[4]
***
“Bilindiği gibi kulların fiilleri içinde en çok kabûle lâyık olan şey mahviyettir. Yani bir insanın, zayıf, hakir ve âciz bir varlık olduğunu ve her nesi varsa Cenâb-ı Hakk’ın lûtfu ve mülkü olduğunu bilmesidir. Secdeye varmak, yerlere kapanmak, toprakla bir olmak da bu mahviyetin fiilî temsilidir. Bunun yanında insan dil ile de: « سُبْحَانَ رَبِّيَ الْأَعْلٰى» der, yani kuvvet, kudret, azamet, mal ve mülk bakımından herkesten üstün olan Allâh’ı bütün noksan vasıflardan tenzih eyler.”[5]
***
“Sâlih bir kul, amel ve ibadetleri sâyesinde ancak nefsini isyandan kurtarmış olduğunu düşünür, bundan fazla bir fazîlet iddiâsında bulunamaz! Her zaman feyzini, hayır duâlardan ve Allâh’ın velî kullarının kalbî teveccühleri gibi kıymetli vâsıtalardan bekler.”[6]
***
“Mevlâm, her nefeste Cenâb-ı Hakk’a muhtaç olan nefsimizi kendimize büyük göstermesin! Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
«Allâh’ım! Beni çok şükreden ve çok sabreden bir kulun eyle! Beni kendi gözümde küçük, diğer insanların gözünde büyük eyle (ki onlara tesirim ve faydam olabilsin)!» diye niyazda bulunmuşlardır. (Heysemî, X, 181)”[7]
***
“Allah katında kulların mahrûmiyetine sebep olan günahların biri, hattâ birincisi, kendinde bir varlık görmek ve enâniyettir.”[8]
***
“Nefsin gururuyla, onun güç ve iktidârına güvenilerek yapılacak duâların kabûl edilmesi şüphelidir. Ancak duâlar; gönül kırıklığıyla yapılır, nefsin acziyet ve muhtaçlığını îtirâf ettiği anlara rastlarsa, kabûl olma ümidi artar. Cenâb-ı Hak nefs-i emmâremizi dâimâ zelil ve dertli, kalp ve rûhumuzu ise kendi aşk ve muhabbetiyle dâimâ gâlip ve mesrûr eylesin! Âmîn!”[9]
***
“Cenâb-ı Hakk’ın Cemâl-i bâ-kemâline aşk ve muhabbet iddiâsında bulunmayan bir insan hemen hemen yok gibiyse de, bunu fiilen ispat etmek zordur. Birçok kimse bu hususta kendisini aldatıyor. Bir insan, muhabbetin mânâsını öğrenmek isterse onu, mal ve evlâda karşı olan muâmelesinden öğrenmelidir. İnsan nasıl vakitlerinin çoğunu onları düşünmeye sarf ediyor, hiç hatırından çıkaramıyor, onlar için her türlü fedakârlıkta bulunuyor, her sebebe tevessül ediyor ve bunları elde etme uğruna rahatını, huzûrunu terk ediyor; işte muhabbet de böyle olmalıdır, lâkin büyük bir kısmı Cenâb-ı Hakk’a olmalıdır. Çünkü O, Bâkī’dir, her şeyimizi verendir, insanı rızıklandıran ve terbiye edip yetiştirendir. Âyet-i kerîmede:
«…Allâh’ın size olan nîmetlerini saymaya kalkarsanız sayamazsınız!..» buyrulmuştur. (İbrâhîm, 34)
Mâsivâya verilen emek zâyîdir, bâzen de zararlıdır. En azından fânîdir; çabucak yok olup gider.”[10]
***
“«Nefsini bilen Rabbini bilir!» buyrulmuştur. Mürîd, muhabbetinin coştuğu anlarda ve üstâdının sohbeti esnâsında nefsinin ıslah olmuş gibi görünmesine ve kendisinde müşâhede ettiği güzel hâllere pek îtimâd etmemelidir. Zira bu gibi ıslah hâlleri, inʼikâs sûretiyle meydana gelmiş gölge hâllerdir, hakîkî değildir. Bu güzel hâllerin aslî olabilmesi ve kendisinde tam olarak tecellî edebilmesi, yani Cenâb-ı Hakk’ın bütün emir ve nehiylerine uyması için, daha birtakım saʻy u gayretler lâzımdır.”[11]
***
“Hak uğrunda seni ayıplayan olursa, buna aldırma! Zira bal toplayan için arı iğnesi nedir ki?”[12]
***
“Aşk gülistânının yolunda dikenden korkulmaz! Ben her dikenin üstünden yüzlerce gonca toplarım!”[13]
***
“Dervişlik bostanında ıztıraptan zevk alırım. Yastığımı dikenden yaparsam rüyamda Gül’ü görürüm!”[14]
***
“Altın ve gümüş muhabbetine esir olursan, ayarın bakırdan daha aşağı olur. Demir parçası gibi cevhersiz de olsan, kara bir taş veya mermer de olsan, bir gönül ehline erişirsen mücevher olursun!”[15]
***
“Hayat sermayemizden kaybettiğimiz zamanlar içinde teessüf edilecek bir saniye varsa, o da istikbâl teʼminine medâr olan zikir ve tefekkürden uzak geçen demlerdir.”[16]
***
“Bütün mülk ve melekûtun sahibi olan Allah Teâlâ, kıyâmet günü kullarını hesâba çekerken:
«‒Ey kulum! Senin hayatın ve ölümün, yükselmen ve düşmen, genişlik ve sıkıntın, sıhhat ve âfiyetin, elhâsıl her nefesin Benʼim kudret elimde olduğu hâlde, yasaklamış olduğum bir fiili ne cesaretle işledin? Saâdetinin düşmanı olan melʼun şeytana hangi akılla itaat edebildin?! Ey kulum! Beni, görmez, bilmez mi zannettin? Yahut kendin gibi âciz bir kula karşı lüzumlu gördüğün hayâ ve hürmeti, Bana karşı lüzumsuz mu sandın?» buyurursa, acaba ne cevap vereceğiz? Hangi feylesofun aşırı zekâsından, hangi avukatın engin bilgisinden istifâde edeceğiz? Eyvâh, yazık!”[17]
***
“Tefekkür-i mevt, insanın başına gelen musîbetlerin üzüntüsünü hafifleteceği gibi, kişinin kendi ölümünü de kolaylaştırır. İnsanı huzursuz eden ve azâba sürükleyen dünya muhabbetini azaltır. Çünkü dünyanın geçici mal, mevkî ve güzelliklerini sevmek ve onları aşırı bir şekilde arzulamak, her türlü günah ve rahatsızlığın esas sebebidir.” [18]
***
“En büyük gâye, âhiret saâdet ve selâmetidir. Bin sene yaşayan ve birçok hazineye mâlik olan bir kişi bile, ölümden sonra, dünyadaki hâllerini yalnız bir rüya makâmında telâkkî eder. Ebedî kalacağı hâneyi îmar ve tenvir etmeye muvaffak olamamışsa, devamlı âh-vâh eder, vâveylâ koparır, büyük bir pişmanlıkla feryâd ü figân eder. Cenâb-ı Hak cümlemizi (kâmil bir îmân ile ebediyyet yurdumuzun îmârına) muvaffak buyursun! Dünya muhabbetinin zerresini bile nasîb etmesin! Âmîn!” [19]
***
“İhtiyarlık zamanının sadece bir hâlini seviyorum. O da şudur: Çoğu vakit hatıra geliyor ki, vakit bitti, rıhlet (yani bu dünyadan gitme) zamanı yaklaştı. Şimdiye kadar dünya için çalışsaydın belki mâkul görülebilirdi, lâkin bundan sonra ne olacaksın? Genç mi olacaksın? Uyanık olmalı! «İrciʻî: Dön» emr-i ilâhîsine icâbet edeceğin gün için hazırlık yapmalısın! İşte bu gibi şeyleri düşündükçe nefs kendini müdâfaadan âciz kalıyor ve mâkul bir cevap bulamıyor. Cenâb-ı Hak cümlemizi muvaffak buyursun! Gaflette bırakmasın! Âmîn!”[20]
***
“Kiracıların bir evden diğerine taşınırken bütün eşyâlarını beraberlerinde götürüp, sevdikleri mallardan hiçbir şeyi bırakmadıkları mâlûmdur. Hâl böyleyken, insanların, her şeye muhtaç oldukları kabir evine giderken sevdikleri eşyâlarından kısmen olsun bir şeyi beraberlerinde götürmemeleri (yani infâk edip kendilerinden önce âhirete göndermemeleri), gerçekten hayret verici bir durumdur.”[21]
***
“Cenâb-ı Hak, şiddetli kış gelmeden önce kömürün lüzûmunu hisseden dünya aklını vermiş olduğu gibi, kabrin karanlığını görmeden evvel onu nurlandırmanın lüzûmunu anlayıp idrâk edecek bir âhiret aklını da cümlemize ihsan buyursun! Ölümden sonraki faydasız pişmanlıklardan cümlemizi muhafaza eylesin! Âmîn!”[22]
***
“«Asıl hür, nefsinin (esîri değil) emîri olan kimsedir!» hükmünce, Cenâb-ı Hak bizleri, nefs-i emmâreye âmir, nefs-i mutmainneye de nâil eyleyerek; «Gerçek kullarım arasına katıl ve Cennetʼime gir!» (el-Fecr, 29-30) güzel hitâbına lâyık buyursun! Âmîn!”[23]
Dipnotlar:
[1] M. Esʻad Efendi, a.g.e, s. 37, no: 12. [2] M. Esʻad Efendi, Mektûbât, s. 3, no: 1. [3] M. Esʻad Efendi, a.g.e, s. 100, no: 69. [4] M. Esʻad Efendi, a.g.e, s. 140, no: 112. [5] M. Esʻad Efendi, a.g.e, s. 31, no: 10. [6] M. Esʻad Efendi, a.g.e, s. 118-119, no: 89. [7] M. Esʻad Efendi, a.g.e, s. 122, no: 93. [8] M. Esʻad Efendi, a.g.e, s. 138, no: 110. [9] M. Esʻad Efendi, a.g.e, s. 158, no: 130. [10] M. Esʻad Efendi, Mektûbât, s. 67-68, no: 38. [11] M. Esʻad Efendi, a.g.e, s. 84-85, no: 54. [12] M. Esʻad Efendi, Dîvân, s. 95. [13] M. Esʻad Efendi, Mektûbât, s. 94. [14] M. Esʻad Efendi, a.g.e, s. 96. [15] M. Esʻad Efendi, a.g.e, s. 109. [16] M. Esʻad Efendi, a.g.e, s. 55, no: 27. [17] M. Esʻad Efendi, a.g.e, s. 64-65, no: 36. [18] M. Esʻad Efendi, a.g.e, s. 141, no: 113. [19] M. Esʻad Efendiʼnin Bahriye Binbaşılarından Edhem Efendiʼye yazdığı, neşredilmemiş bir mektubundan. [20] M. Esʻad Efendi, a.g.e, s. 128, no: 99. [21] M. Esʻad Efendi, a.g.e, s. 16, no: 5. [22] M. Esʻad Efendi, Mektûbât, s. 6-7, no: 2. [23] M. Esʻad Efendi, a.g.e, s. 43, no: 17.
YORUMLAR