Muhammed Mâsum Sirhindî Hazretleri’nin Sohbeti
Muhammed Mâsum Sirhindî (k.s.) nasıl sohbet ederdi? Hâce Muhammed Mâsum Sirhindî Hazretleri’nin sohbetini istifadenize sunuyoruz.
Hâce Muhammed Mâsum Sirhindî -rahmetullâhi aleyh- şöyle sohbet etmiştir:
AMELLERİNİZ SİZİN İDÂRECİLERİNİZDİR
İnsanın yaratılışından maksat, Hak Teâlâ’nın mârifetini tahsildir. Bir mü’min mârifetullah yolunda mesâfeler almazsa, bu, büyük bir hazineyi elden kaçırmaktır. O kişi yaratılış maksadını yerine getirmemiş, bu hayatta kendisinden talep edilen şeyi yapmamış, faydasız işlerle meşgul olmuş demektir. O, nefsânî arzularına ehemmiyet vermiş, kıymetli ömür sermâyesini ziyan etmiş, ömrünü mâlâyânî işlere sarf etmiştir. Kendisine lûtfedilen istîdâdı, maksadını elde etmek için kullanması mümkün iken âtıl bırakmıştır. Şu kısacık ömründe ebedî saâdete dâvet edildiği hâlde, onunla meşgul olmamıştır. O kişi, yarın bu dünyayı terk edip âhirete vardığında Cenâb-ı Hakk’ın huzûruna ne yüzle çıkacak? Bu büyük gaflet ve ihmâli için nasıl bir özür ve bahâne bulacak?
Şunu iyi bilmek lâzım ki Cenâb-ı Hakk’a vuslat, cennet nîmetlerinden çok daha lezzetlidir. O’nun cemâl-i ilâhîsinden uzak ve mahrum kalmak da en büyük hüsrandır. Dünya, âhiretin imtihan mekânıdır. İnsan buraya bir sefere mahsus olmak üzere gelir. (Son nefese kadar imtihanı devam eder, sonra da ebedî bir hayat başlar.) Rabbimiz buyurur: “Kim bu dünyada âmâ ise, o âhirette de âmâdır, hattâ daha da şaşkındır.” (İsrâ, 72)
Nakledildiğine göre İmâm Kuşeyrî Hazretleri, üstâdı Ebû Ali Dekkâk Hazretleri’ni vefâtından sonra rüyasında gördü. Üstâdı son derece mahzun olup, gözyaşı döküyordu. İmâm Kuşeyrî Hazretleri: “Efendim, niçin muzdaripsiniz, yoksa tekrar dünyaya mı dönmek istiyorsunuz?” diye sordu. Ebû Ali Dekkâk Hazretleri şu cevâbı verdi: “Evet! Tekrar dünyaya dönüp, her gün tek tek hâneleri dolaşarak kapılarını çalmak ve: ‘Ey insanlar! Sakın Kerîm olan Rabbinizden gâfil kalmayın! Siz nasıl sonsuz bir kudretten gâfil kaldığınızın farkında mısınız?!’ diye îkâz etmek istiyorum. Onlara, insanın, nereden gelip nereye gittiğini mutlaka bilmesi gerektiğini iyice tembihlemeyi arzu ediyorum!”
O hâlde, bizim gibi gâfillere mutlaka lâzım olan şey şudur ki, kıymetli ömrümüzü bu ulvî ve bediî mânâları kazanmak için sarf edelim. Şu fânî hayatta mârifetullâhı idrâk edebilmenin usullerini talep edip sâlihlerden ve âriflerden bu muammânın îzâhını can kulağıyla dinleyelim. O feyzi nereden alırsak oraya koşalım. Her ne kadar bu kıymetli hazineyi lâyıkıyla elde edemesek de, hiç değilse ona vâsıl olma derdinden mahrum kalmayalım.
Hak yolcusuna lâzım olan, bu yoldaki gayretlerine hiç ara vermeden, daha ileri gitmek için dâimâ dertli ve gayretli olması, her an mesûliyet hissi içinde bulunmasıdır. Böyle olursa ümit edilir ki lütuf ve ihsan denizi coşar. Ve âşık-ı sâdık bu dalgalardan kurtularak, mârifetten gönlünde bir pencere açılır ve Cenâb-ı Hakk’ı kalben tanımaya başlar.
Namaz, kulu Cenâb-ı Hakk’a yaklaştıran en mühim ibâdetlerin başında gelir. Namaz, sonsuz kudret sahibi Cenâb-ı Hak’tan bir nişan taşır. Namazdaki yakınlığı, başka bir yerde bulmak mümkün değildir. Namazda, kul ile Allah Teâlâ arasındaki perdeler kalkar. Bunun için namaza “mü’minin miracı” buyrulmuştur. Kişi namazı ne kadar huşû ile kılarsa, miracı o kadar kâmil olur. Bu da, namaz kılarken Sünnet-i Seniyye’ye ne kadar riâyet edildiğine bağlıdır. Namaz, sadece bildiğimiz şekillerden ibaret değildir. Namazın gayb âleminde bir hakîkati vardır ki, bütün hakîkatlerin üstündedir.
Kul, Hak Teâlâ’yı zikredince Cenâb-ı Hak da kulunu zikreder. Nitekim âyet-i kerîmede şöyle buyrulur: “Siz Ben’i zikredin ki Ben de sizi anayım.” (Bakara, 152) Kul zikre devam ettikçe Cenâb-ı Hak da onu anmaya devam eder. Hakîki sâhip ve Mevlâmızın devamlı kulunu zikretmesinden ve böylece kulun da devamlı ilâhî feyizlere nâil olmasından daha büyük bir saâdet mi vardır?!
Bizim pirlerimiz olan Nakşibendiyye şeyhlerinin yolları, Sünnet-i Seniyye’ye yapışmak ve bid’atlardan kaçınmaktır. Bu, Hâcegân büyüklerinin telif ettiği kitap ve risâlelerde de açıkça görülmektedir. Yine bu hak yol; iyiliği tavsiye etmek, kötülükten sakındırmak, Allah için sevmek, Allah için buğz etmek ve Allah yolunda cihâd etmektir ki bütün bunlar Peygamber Efendimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem’in sünnetidir, hatta O’nun getirdiği dinin icaplarından ve farzlarındandır. O hâlde emr bi’l-mârûf’u terk etmek; hak yoldan sapmak demektir.
İlâhî mârifet, keşif ve kerâmetlerden daha üstündür. Zîra mârifet, ilâhî esrarı keşfetmektir; harikulade hâller ve kerâmetler ise yaratılmış varlıkların hâllerini keşfetmektir. O hâlde ilâhî mârifet ile kerâmetler arasındaki fark, Hâlık ile mahlûkun farkı gibidir. Sahih mârifet, îmânı kemâle erdirmeye ve terakki ettirmeye yardımcı olur. Kerâmetler ise böyle değildir, insanın kemâle ermesi ona bağlı değildir… Keşif ve kerâmete talip olan kişi, küçük şeylere tâlip ve esir olmuştur. O, Cenâb-ı Hakk’a yakınlıktan ve O’nu kalben tanıyabilmekten nasipsizdir… Kişi kerâmet göstermek sûretiyle kendisini diğer insanlardan farklı görmeye başlarsa, kibir ve ucba sürüklenerek ibâdet ve seyr u sülûkün faydasından mahrum kalır ve mârifet yolunu kendisine kapatmış olur.
Yavrum! Ömrün en kıymetli zamanı, gençlik günleridir. İnsanın güçlü-kuvvetli, âzâlarının sağlam olduğu bu günler geçer ve ömrün en zayıf vakti gelip çatar. Ne yazıktır ki insanlar, en şerefli kazanç olan mârifetullâhı, gelip gelmeyeceği belli olmayan ihtiyarlık vaktine havâle ederler. Ömrün en şerefli vakitlerini, en rezil şey olan hevâ ve hevese sarf ederler. Unutma ki; “Yarın yaparım diyenler helâk oldu!”
Âhir zaman fitne ve zulmeti içinde, Allah Teâlâ bir kulunun kalbine kendi muhabbetini yerleştirir ve kendi hicranı ile onu yakarsa, bu ne büyük bir nimettir! Bu nimetin kıymetini bilip şükrünü eda etmek, bu ilâhî ihsan ile sevinip huzur ve neşeyle dolmak lâzımdır. Himmeti kuvvetli tutarak; “Daha yok mu?” diye bu hâlin ziyadeleşmesine gayret etmek zarurîdir. Aşk-ı ilâhî, en son dereceye yükselinceye ve mâsivâdan tamamen geçinceye kadar gayret etmek gerekir. Hakîki sevgiliden (Allah Teâlâ’dan) başka hiçbir şeye gönül bağlamamak ve faydasız şeylerle uğraşmamak icap eder.
Ey mes’ut ve bahtiyar kardeşim! Allah Teâlâ’nın sevdiği kullarının yolunda yürümek arzusunda isen, bu yolun şartlarına ve edeplerine riâyet etmelisin! Bid’atlardan sakınmalısın! Zîra bu yolun esası, bid’atlardan kaçınmaktır. Amel, fiil, söz ve ahlâkınız, takvâ ehli âlimlerin fetvalarına uygun olsun! Sâlihlerin ahlâkını kendinize şiâr edinip fukaraya muhabbet besleyiniz! Uykuda, yemekte ve konuşmada îtidâl üzere olunuz! Seherde uyanık olmayı gücünüz yettiğince elden bırakmayınız! O vakitte namazı, istiğfârı ve gözyaşı dökmeyi ganimet biliniz! Sâlihlerle beraber olup sohbet etmeye istekli olunuz ve bunu hiç bırakmayınız! “İnsan, arkadaşının dini üzeredir.” sözünü duymuşsunuzdur. Şunu iyi biliniz ki, âhireti ve ebedî saâdeti isteyenlerin, dünya lezzetlerine düşkün olması doğru değildir.
Seyr u sülûk, riyâzat, mücâhede ve sıkıntı çekmekten maksat; Allah Teâlâ’dan başka her şeyin muhabbetinden kurtulmaktır. Bütün bu gayretler; kulluğun, aczin, zavallılığın meydana çıkması ve bir “hiç” olduğumuzun idrâk edilmesi içindir.
Bir kişi, Allah Teâlâ’nın emirlerini yerine getirmekten dolayı sevinç duyarsa, bütün varlıklar büyük bir arzu ve sevinçle ona hizmet etmek isterler. Bir kişi Allah Teâlâ’yı zikir ve tefekkür eder ve buna sevinirse, bütün her şey ona bakarak huzur bulur ve sevinir. O hâlde bütün varlığınla Hak Teâlâ’ya yönel ve başka kimseye teveccüh etme! Nefsin de seni meşgul etmesin! Cenâb-ı Hakk’ın fazlından başka bir şeye güvenme!
Hem ibâdet ve tâat üzere olun, hem de bu ibâdetlerdeki kusurlarınız sebebiyle istiğfâr edin! Yaptığınız amelleri Allah Teâlâ’ya lâyık görmeyin! Büyüklerden biri şöyle buyurmuştur: “Amel-i sâlihler işle ve istiğfâr et!” İşte kulluk yolu budur!
İnsanın kendisini kusurlu görmesi, amellerinin kıymetini artırır ve kabûl edilmelerini kolaylaştırır. İdarecilerin zulmetmesinin sebebi, bizim amellerimizin kötülüğüdür. Nitekim: “Amelleriniz sizin idarecilerinizdir!” denilmiştir. O hâlde kendinizi ıslah edin, verâ ve takvâ yoluna gidin!
Cenâb-ı Hak seni, dünyada yiyip içmek, uyumak ve zevk u safâ içinde yaşamak için yaratmadı. Asıl yaşama ve nimetlerden istifâde etme yeri ahirettir. Sen asıl; tâat, kulluk ve kendini tanıman için yaratıldın! Hiçbir edep mahrumu, Cenâb-ı Hakk’a vâsıl olamamıştır.
Cenâb-ı Hak bütün âlemlerden müstağnî iken insanları kendisine dâvet etmiş, ilâhî vuslata rehberlik etmiş ve kereminin çokluğundan, bu yolu kullarına açmıştır. Dâvet ve rehber varken Cemâl-i İlâhî’den uzak ve perdeli kalır, nefs ve hevânın bağından kurtulamazsak ne kadar yazık, ne kadar eyvah bize!
Hakîkî sahibimiz olan Cenâb-ı Hakk’ın emirlerine boyun eğip itaat etmenin lezzeti, haramların lezzetinden daha fazladır. Bütün nîmetleri lûtfeden Mevlâmızın, bir kişiden ve onun amelinden râzı olması öyle büyük bir nîmettir ki, ona hiçbir nîmet denk olamaz. Aynı şekilde, Rabbimizin rızâsından uzak düşmenin elemine denk bir elem de yoktur. Kişinin, nefsânî arzularını tatmin etmek istemesi, Cenâb-ı Hakk’ın rızâsını terk etmesi demektir.
Şiblî rahmetullâhi aleyh kırk sene gözyaşı döktü ve başını kaldırıp semâya bakamadı. Niçin ağladığını sordular: “Kabir korkusundan ve kıyâmetin heybetinden ağlıyorum!” dedi. Semaya niçin bakamadığını sordular: “Günahlarımdan hayâ ediyorum. Çok günah işledim ve meclislerde çok gülüp kahkaha attım. Bundan utanıp semaya bakamıyorum!” dedi.
Fânî nîmet ve lezzetlerin zararından kurtulabilmek, onları Allah Teâlâ’nın emir ve nehiyleri istikâmetinde kullanmaya bağlıdır. İlâhî hükümlere boyun eğilmezse, bu lezzetler zararlı olur, muteber sayılmaz, semeresi de ilâhî gazap ve cezâdır. Hakîki kurtuluş, bu fâni lezzetlere dalmaktan mümkün mertebe uzak durmaktır.
İnsanoğlu malının az olmasından hoşlanmaz. Hâlbuki malın azlığı, hesâbın kısa ve kolay olmasını sağlar. Ömür birkaç gündür, ama ebedî mülk onunla elde edilir. O hâlde, kıymetli kardeşlerim ömürlerini beyhude harcamasınlar!
Şevk, büyük bir nîmettir. İşin esâsı, şevk ve muhabbettir. Terakkî ve Allâh’a yaklaşmak ona bağlıdır. Bütün amel-i sâlihleri ve hayır işlerini yapmaya gayret etmek lâzımdır. Dedikodu ile hiçbir yol açılmaz. Ahmed Mukrî rahmetullâhi aleyh şöyle buyurur: “Az konuşmaya riâyet edin, çok uyumayı ve çok gülmeyi de terk edin! Zîra bunlar kalbi öldürür.”
Hak Teâlâ, uhrevî kurtuluşun esâsını, kat’î vahiyle sâbit olan şerîate bağlamıştır. Kendisine yaklaşmayı ise Sünnet-i Seniyye’ye uymaya bağlamıştır. “De ki: Eğer Allâh’ı seviyorsanız bana tâbî olun…” (Âl-i İmrân, 31) âyet-i kerîmesi bunu ifâde etmektedir.
Mânevî hâllere ve vecdlere nâil olmak için uğraşan kişi, mâsivânın esiri olmuş demektir. Nefs-i mutmainne makamına gelinceye kadar insan İslâm’ın ancak sûretini yaşayabilir. Meselâ namaz kıldığında ve oruç tuttuğunda, ancak bunların zâhirlerini ve sûretlerini yapmış olur. Nefs-i mutmainne seviyesine geldiğinde ise, dinin hakîkatine yükselir ve îman, namaz, oruç, hac, zekât ve diğer emirlerin hakîkatini yaşamaya başlar.
Dünya hayatı, his ve hareketten ibarettir. Kabirdeki berzah hayatı ise sadece histir, orada hareket yoktur. Allah Teâlâ, Hâkim-i Mutlak’tır, her yere muvâfık ve münâsip hareket bahşetmiştir. Kabir hayatında mutlaka his lâzımdır. Zîra elem ve lezzet için his şarttır. Harekete ise hiç lüzum yoktur. Lâkin dünya ve âhiret hayatı böyle değildir, onlarda ikisi de lâzımdır.
Ruhlar âlemi ve berzah ile alâkalı hususlar çok nâziktir. O mevzularda zan ve tahmin ile konuşmaya cüret etmemelidir. Naslarla sâbit olanlara icmâlen îmân edip tafsilatını Allâh’ın ilmine havale etmelidir. Kabirde nimet ve azap olduğuna îmân ederiz, tafsilata girmeyiz, zîra bizden böyle bir şey istenmiyor.
Kaynak: Mehmet Lütfi Arslan, Marifet Meclisleri, Erkam Yayınları