Muhammed Suresinin Tefsiri

KUR’ÂNIMIZ

Muhammed suresi ne anlatıyor? Dr. Adem Ergül, Muhammed suresinin tefsirini yapıyor. Muhammed suresinin tefsirini yazımızda dinleyebilir ve okuyabilirsiniz.

Muhammed sûresi Medine’de nâzil olmuştur. 38 âyettir. İsmini, 2. âyette geçen Peygamberimiz (s.a.s.)’in مُحَمَّدٌ (Muhammed) adından alır. Ele aldığı esas mevzuun savaş olması, mü’minleri savaşa teşvik etmesi ve 20. âyetinde de savaş mânasındaki اَلْقِتَالُ (kıtâl) kelimesinin geçmesi sebebiyle bu sûreye “kıtâl” ismi de verilmiştir. Mushaf tertibine göre 47, nüzûl sırasına göre 95. sûredir.

5 kısımda, 38 âyetten oluşan Muhammed sûresinin tefsiri:

MUHAMMED SURESİNİN TEFSİRİ DİNLE

Muhammed Sûresi 1. Kısım Tefsiri  (1-6. Ayetler):

Muhammed Sûresi 2. Kısım Tefsiri  (7-14. Ayetler):

Muhammed Sûresi 3. Kısım Tefsiri  (15-19. Ayetler):

Muhammed Sûresi 4. Kısım Tefsiri  (20-28. Ayetler):

Muhammed Sûresi 5. Kısım Tefsiri  (29-38. Ayetler):

Muhammed Sûresi Hakkında

Hz. Muhammed (s.a.s.) sûresi Medine’de nâzil olmuştur. 38 âyettir. İsmini, 2. âyette geçen Peygamberimiz (s.a.s.)’in مُحَمَّدٌ (Muhammed) adından alır. Ele aldığı esas mevzuun savaş olması, mü’minleri savaşa teşvik etmesi ve 20. âyetinde de savaş mânasındaki اَلْقِتَالُ (kıtâl) kelimesinin geçmesi sebebiyle bu sûreye “kıtâl” ismi de verilmiştir. Mushaf tertibine göre 47, nüzûl sırasına göre 95. sûredir.

Muhammed Sûresi Konusu

Sûrede üç grup insandan bahsedilir: Mü’minler, kâfirler ve kalplerinde hastalık bulunan münafıklar. Medine’ye hicretin ilk günlerinde indiği anlaşılan bu sûrede mü’minler, kâfirlere karşı cihada ve savaşa hazırlanmaktadır. Yakında aralarında çok ciddi bir savaşın olacağı, dolayısıyla kâfirlerle karşılaşır karşılaşmaz boyunlarını vurup hemen işlerinin bitirilmesi, kalanların da derhal kuvvetlice bağlanıp esir edilmesi, savaş müslümanların galibiyeti ile sonuçlanıncaya kadar bu konuda asla en küçük bir gevşeklik gösterilmemesi gerektiği öğretiliyor. Alınan esirlere ise duruma göre muamele edilecektir. Bundan itibaren Allah’a inanan, O’nun yolunda cihad eden, hatta canını veren mü’minlere Cenâb-ı Hakk’ın dünya ve âhirette ihsan edeceği lutuflar; Allah’ın indirdiğine inanmayan, bunlardan hoşlanmayan,  bunlara düşman olanları da dünya ve âhirette bekleyen felaketler ve cezalar hatırlatılır. Özellikle savaş söz konusu olduğunda münafıkların iç dünyalarında kopan fırtınalar ve bunun dışa yansıyan akisleri tablolar halinde takdim edilir. Son olarak mü’minler, küfür karşısında sağlam ve sarsılmaz sıra dağlar gibi durmaya, küfürle mücâdelede en küçük bir gevşeklik göstermemeye, geçici dünyaya aldanmayıp âhiret sermayesine talip olmaya ve mallarıyla canlarıyla din emânetine sahip çıkmaya davet edilir. Bu yolda lazım gelen fedakârlık gösterilmediği takdirde bu yüce emanetin ellerinden alınabileceği ve bir başka millete verilebileceği ikazıyla mü’min gönüller infak, tebliğ ve cihada teşvik edilir.

Muhammed Sûresi Nuzül Sebebi

Sûre Medine’de, Bedir Savaşı’ndan sonra ve muhtemelen Uhud Savaşı esnasında, Hadîd sûresinin peşinden nâzil olmuştur. Mekke’de indiğini söyleyenler, İbn Abbas’ın, 13. âyeti kastederek “Mekke’de, Hz. Peygamber oradan keder içinde ayrılırken gelmiştir” sözünü genelleştirerek yanılmışlardır (Kurtubî, XVI, 216; İbn Âşûr, XXVI, 71). Bu ayrılıştan maksat hicret ise, yalnızca 13. âyet Mekke’de inmiş demektir, Vedâ haccındaki ayrılış kastediliyorsa, o da Medine’de inenlere dahildir.

MUHAMMED SURESİNİN TEFSİRİ

  1. Kendileri inkâr edip, başkalarını da Allah’ın yolundan alıkoyanların bütün çalışmalarını Allah kesinlikle başarısızlığa uğratacak ve yaptıkları sözde iyilikleri geçersiz kılacaktır.

Dünyada, İslâm aleyhinde yaptıkları çalışmalar sonuçsuz kalacak, öte dünyada da amellerinden hiçbir fayda görmeyecek Allah düşmanlarının iki temel özelliği bulunmaktadır:

  Birincisi; inkâr yâni iman nimetinden mahrumiyet,

  İkincisi; başkalarını da Allah yolundan alıkoymak.

  Başkalarını Allah yolundan alıkoymanın da çeşitli yolları vardır:

  Birini iman etmekten zorla menetmek.

  İman edenlere aşırı derecede işkence ve zulüm yaparak mü’minlerin imanlı olarak yaşamalarını ve başkalarını imana davet etmelerini zorlaştırmak.

  Dine ve dindarlara karşı çeşitli yollarla insanlara güvensizlik duygusu aşılayarak ve gönüllere şüphe tohumları ekerek onları soğutmak.

  Kâfirlerin kendi çocuklarını küfür üzere yetiştirmeleri de Allah’ın dininden menetmenin bir şeklidir. Böylece onlardan gelecek nesillerin, atalarının dinini terk ederek İslâm’ı kabul etmeleri imkânsız hale gelir. Bu bakımdan her kâfir, her küfür sistemi, Allah yolu için büyük bir engeldir. Çünkü eğitim ve öğretimi, sosyal düzeni, gelenek ve görenekleri, inançlarına olan aşırı bağlılıkları gerçek dinin yayılmasını tamamen engellemektedir. (Mevdûdî, Tefhîmu’l-Kur’ân, V, 367))

İşte bu şekilde hareket eden kimselerin Allah amellerini boşa çıkaracaktır. Dünyada hak karşısında galip gelmek için gösterdikleri tüm çabalar başarısızlıkla sonuçlanacak; hep yanlış yollarla yanlış hedeflere doğru gideceklerdir. Bütün çabalarını İslâm yolunun zıddına sapıklık ve günah yollarında harcayacaklardır. Âhirette de, dünyada iyilik diye yaptıkları Kâbe’nin bakımı, hacılara hizmet, misafirlere ikram, akrabalara iyilik gibi amellerinden bir fayda göremeyeceklerdir. Çünkü Allah, imanları olmadığı için bunların hepsini geçersiz kılmıştır.

Mü’minlerin hali ise bunun tam zıddıdır:

  1. Buna mukâbil, iman edip sâlih ameller işleyen ve Rableri tarafından Muhammed’e gerçeğin tâ kendisi olarak indirilene iman eden kimselere gelince, Allah onların bütün günahlarını örtecek, kalplerini pekiştirecek ve hallerini düzeltecektir.
  2. Bunun sebebi, inkâr edenlerin bâtıl inanç ve düşüncelerin peşinden gitmeleri; iman edenlerin ise Rableri tarafından gelen gerçeğe uymalarıdır. İşte Allah, inanan ve inanmayanların durumunu böyle canlı örneklerle insanların gözleri önüne seriyor.

“İman edenler” denildikten sonra tekrar “Muhammed’e indirilene iman edenler” denmesinde çok mühim bir tâlimat vardır: Hz. Muhammed (s.a.s.) peygamber olarak vazifelendirildikten sonra, herhangi bir kimsenin Resûlullah (s.a.s.) ve onun getirdiği dinin emir ve yasaklarına inanmadan, Allah’a, âhirete, geçmiş peygamberlere ve kitaplara inanması hiçbir anlam ifade etmez. Dolayısıyla kurtuluş için onun peygamberliğine ve getirdiklerine inanmak şarttır. İşte bu şekilde kâmil mânada inananların Allah, cahiliye döneminde işledikleri günahların tamamını affedecek ve bunlardan dolayı onları hesaba çekmeyecektir. Ayrıca Allah Teâlâ onları, her türlü bâtıl ve sapık düşüncelerden kurtararak, gerçek bir iman ve o imandan kaynaklanan sâlih amellere muvaffak kılacaktır. Üstelik onları daha önce içinde bulundukları güçsüzlük, zayıflık ve ezilmişlik halinden kurtararak, zulme uğrama yerine zâlimlere karşı koyma, mahkum olarak yaşama yerine kendi hayat nizamlarını serbestçe kendileri düzenleme, mağlup olarak yaşama yerine galip olarak yaşama mevkiine çıkaracaktır.

Fakat bu hedeflerin gerçekleşmesi için gerektiğinde savaşmak şarttır:

  1. Öyleyse, ey mü’minler, kâfirlerle savaşta karşılaştığınız zaman hemen boyunlarını vurun. Onlara karşı kesin bir üstünlük elde edince onları esir alın ve aldığınız esirleri sımsıkı bağlayın. Sonra o esirleri ya lutfedip karşılıksız salar veya fidye alarak serbest bırakırsınız. Savaş sona erip silahlar bırakılıncaya kadar gevşemeden böyle yapın. Allah dileseydi, sizin savaşmanıza gerek kalmadan bizzat kendisi onlardan intikam alırdı. Fakat O sizi birbirinizle denemek için savaşı emretmiştir. Allah yolunda öldürülenlere gelince, Allah onların yaptıklarını hiçbir zaman boşa çıkarmayacaktır.
  2. Onları doğru yola ve hedeflerine ulaştıracak ve hallerini düzeltecektir.
  3. Sonunda onları, kendilerine anlatıp tarif ettiği cennete yerleştirecektir.

Bu âyetler, savaşla alakalı temel kaideleri beyân eden ilk ilâhî tâlimatlardır. Kur’ân-ı Kerîm, haksız yere cana kıymaya son verebilmek için nasıl ki kısası emrediyorsa, aynı şekilde yeryüzünde savaşın sona ermesi; fitnenin ortadan kaldırılıp barış, hak ve din hürriyetinin hâkim kılınabilmesi için de zalim düşmanlarla savaşılmasını ve onların güçlerinin kırılmasını emretmektedir. Dolayısıyla İslâm’a göre savaşın hedefi, Allah’ın dininin hâkimiyetini sağlamak, zulüm ve haksızlıkları ortadan kaldırmak, insanla İslâm arasındaki engelleri bertaraf etmek ve insanların kimsenin baskısına maruz kalmadan hür iradeleriyle dinî tercihlerini yapmalarını sağlamaktır. “Hiçbir fitne kalmayıncaya ve bütün hâkimiyet sadece Allah’ın oluncaya kadar o kâfirlerle savaşın” (Enfâl 8/39) âyetinde bu tâlimat daha açık bir şekilde verilir.

Savaşla alakalı olarak burada temas edilen kaideleri daha kolay anlaşılabilmesi için şöyle hülasa edebiliriz:

Birincisi; savaşta İslâm ordusunun asıl hedefi, düşmanı yıpratarak savaş gücünü kırmak ve savaşa son vermektir. Bu hedeften saparak düşman askerlerini yakalamaya uğraşmamak gerekir. Esir almaya, düşmanın kökü kazınıp savaş alanında mücadele eden hiçbir asker kalmayınca başlanmalıdır.

İkincisi; düşmanın beli iyice kırılıp, bir daha toparlanamayacak şekilde çökertildikten sonra, geri kalan askerler kuvvetlice bağlanıp esir edileceklerdir. Yalnız şartların gereğini de dikkate alarak müslümanlar, savaş esirlerine iyilik yapıp onları serbest bırakma veya fidye alma hususunda serbest bırakılmışlardır. Bundan, savaş esirlerinin öldürülmeyeceği genel hükmü çıkmaktadır. Resûlullah (s.a.s.) ve ashâbının tatbikatından anlaşılmaktadır ki savaş esiri, devletin idaresi ve esareti altında kaldığı müddetçe barınması, beslenmesi, hasta veya yaralı ise tedavi edilmesi devletin sorumluluğundadır. Esirleri aç ve çıplak bırakmak veya onlara işkence yapmak İslâm hukukunun asla müsamaha gösterebileceği bir tutum ve davranış değildir. Aksine, onlara ilgi göstererek iyi muamele yapılmasını teşvik edici emirler vardır. İslâm’da savaş esirlerine iyilik yapmanın bir şekli de esirlerin cizye denilen vergilerle vergilendirilip zimmî vatandaş yapılması ve müslüman vatandaşlar gibi serbestçe, özgürlük içinde yaşamalarının sağlanmasıdır.

Savaş, içtimaî hayatta bir kısım dengelerin yerine oturabilmesi için Allah Teâlâ’nın koyduğu bir kanundur. Eğer isteseydi hiç savaşı emretmez, peygamberinin emrine meleklerden müteşekkil ordular verir veya gökten azap indirerek kâfirlerden intikamını alabilirdi. Fakat sûrenin ilerleyen âyetlerinde de beyân buyurduğu üzere, insanları birbiriyle sınamak istedi. Kendi yolunda cihad edenlerle sabredenleri belirleyip ortaya çıkarmayı murad etti. Böylece mü’minlerin sevaplarını artırmayı ve onları cennetlerde daha yüksek mevkilere yerleştirmeyi takdir buyurdu. Kendi yolunda öldürülenlerin “ölüler” olmadığını haber verdi. Zira onlar berzah âleminde diğer insanlardan farklı bir hayat mertebesinde yaşarlar; yerler, içerler, çeşitli nimetlerle rızıklandırılırlar. (bk. Bakara 2/154; Âl-i İmran 3/169-171) Kabirde sualleri ve mahşerde hesapları kolay olur. Allah Teâlâ onları cennete girecek biçimde tertemiz hale getirip, sonra da kendilerine dünyada Kur’an ve Peygamber vasıtasıyla haber verip tanıttığı cennetlere yerleştirir. Nitekim Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurur:

“Muhammed’in canını kudret elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, cennetlik mü’minlerden her biri, cennetteki yerini, dünyadaki evinden daha iyi bilir.” (Buhârî, Mezâlim 1)

O halde:

  1. Ey iman edenler! Siz Allah’ın dinine ve peygamberine yardım ederseniz, Allah da size yardım eder ve bu uğurda bulunduğunuz her yerde ayaklarınızı sağlam tutar, kaydırmaz.

Cenâb-ı Hakk’ın kimsenin yardımına muhtaç olmadığı açıkça bilinen bir husus olduğu için “Allah’a yardım”dan maksat, Allah’ın dinine ve peygamberine yardım olduğu anlaşılır. O’nun dinini yüceltmek; bu dinin öğrenilmesini, yaşanıp yaşatılmasını sağlamak yolunda malla canla cihad etmektir. Allah Teâlâ, kendi dinine yardım edenlere dünya hayatında İslâm, iman ve ihsan üzere sebat verir. Onları bâtıl inanç ve amellere kaymaktan korur. Savaş esnasında da ilâhî yardımlarıyla onları destekler. Nitekim Bedir savaşında meleklere, “Ben elbette sizinle beraberim; siz de mü’minlerin sarsılmamalarını sağlayın!” (Enfâl 8/12) diye vahyettiği haber verilir.

İnkârcılar, eski cahiliye âdetlerini, bâtıl inanç ve ahlâki kokuşmuşluklarını tercih ederek Allah’ın doğru yolu görmeleri için indirdiği Kur’an’ı, onda yer alan emirleri beğenmiyor, reddediyorlardı. Bu sebeple Allah’ın gazabına uğrayarak, yüzüstü yıkılıp gitmişlerdir.

  1. İnkâra saplananlara gelince, onların hakkı yıkılıp yok olmaktır. Allah onların yaptıklarını sonuçsuz bırakacaktır.
  2. Çünkü onlar, Allah’ın indirdiği Kur’an’ı beğenmediler. Bu sebeple Allah da onların bütün yaptıklarını boşa çıkaracaktır.
  3. Peki onlar, hiç yeryüzünde dolaşarak, kendilerinden önce gelip geçenlerin sonu nasıl olmuş diye bakıp ibret almazlar mı? Allah onları yerle bir etmişti. Bu kâfirleri de aynı son beklemektedir!

âyette geçen اَلتَّعْسُ (ta‘s) kelimesi “yüzüstü yıkılıp helak olmak, aşağı düşmek, tökezlemek” anlamına gelir. Bu kelimede “uzak olsunlar, kedere boğulsunlar, bedbaht olsunlar, helak olsunlar, hüsrana uğrasınlar, burunları yerde sürtülsün” gibi beddua mânaları da vardır. Nitekim önceden gelip helak edilmiş toplumlar, şimdiki kâfirler için bir ibret olmalıdır. Çünkü önceki kâfirlerin uğradığı felakete şimdi de Hz. Muhammed (s.a.s.) davetine inanmayan bu kâfirler uğrayacaktır. Üstelik onların mahvolması, sadece bir dünya azabı olarak sona ermeyecek; âhirette de hüsran ve azaba uğrayanlardan olacaklardır.

Hayatlarını Allah’ın dinine ve Peygamberi’ne yardıma adamış mü’minlere gelince:

  1. Bu böyledir. Çünkü Allah, iman edenlerin yardımcısı ve koruyucusudur. Kâfirlerin ise hiçbir yardımcısı yoktur.
  2. Allah, iman edip sâlih ameller yapanları altlarından ırmaklar akan cennetlere yerleştirecektir. İnkâr edenlere gelince, onlar dünya zevklerinin peşine düşerler ve hayvanlar gibi yiyip içerler. Oysa onların âhirette varacakları yer, ateştir.

Allah, mü’minlerin dostu olduğu için onları dünyada yardımcısız bırakmayacak, âhirette de onları altlarından ırmaklar akan cennetlere girdirecektir. Mü’min cennetteki evini, eşini, hizmetçilerini dünyadaki evinden, eşinden ve hizmetçilerinden daha iyi tanıyacaktır. Cuma günü camiden dönen müslüman evini nasıl tanırsa, mü’min cennetteki yerini ondan daha güzel tanıyacaktır. Kâfirlerin ise hiçbir dostu ve yardımcısı bulunmadığından, dünyada, rızkı kimin verdiğini ve bunun karşısında kendilerinden ne istediğini hiç hesaba katmadan, hayvanlar gibi bir müddet yiyip içseler de öte dünyada cehennemi boylayacaklardır.

Ebû Muhammed Tüsterî (r.h.) der ki:

“Hayatın tadı dört şekilde alınır:

İbâdet ve taat: Bu meleklere mahsustur.

İlim ve vahyi beklemek: Bu peygamberlere mahsustur.

Uymak, ittiba etmek: Allah’ın emrine uymak ve Peygamberimiz (s.a.s.)’in izinde yürümek. Bu da sıddîklar zümresinin hâlidir.

Yemek, içmek: Bu da yukarıda sayılan üç zümrenin dışındakiler içindir. O üç zümreye dâhil olmadıktan sonra ister âlim, ister câhil, ister âbid, ister zâhid olsun hep işleri yemek ve içmektir. Bunlar için hayat başka türlü değildir. Peygamberler yemek, içmek işini zarûrî olarak yerine getirirler. Sıddîklar zümresi sırf ibâdeti ayakta yapabilmek için yer ve içerler. Diğer mü’minler sadece normal gıdalarını almak için yer ve içerler. Bundan ötesi ise hayvanlara mahsus gıda alma şeklidir.” (Velîler Ansiklopedisi, I, 255)

Bütün bu gerçekler dikkate alındığında ey Rasûlüm ve ey mü’minler! Üzülmenize hiç gerek olmadığı gibi, sizi bekleyen tarifi imkânsız nimetlere erişmek için de elinizden gelen gayreti göstermelisiniz:

  1. Rasûlüm! Seni öz yurdundan çıkaran kavminden daha güçlü nice toplumlar vardı ki, biz hepsini helâk ettik de yardımlarına koşan kimse çıkmadı.

Resûlullah (s.a.s.), hicret etmek üzere Mekke’den mağaraya doğru çıkıp gittiği sırada tekrar Mekke’ye dönüp şöyle buyurmuştur: “Ey Mekke! Sen Allah’ın da çok sevdiği, benim de çok sevdiğim bir şehirsin. Eğer senin müşrik halkın beni çıkarmış olmasalardı, seni asla terk etmezdim.” (Heysemi, III, 283) Bu âyet-i kerîme de, Mekke halkının, Peygamber (s.a.s.)’i aralarından çıkararak büyük bir zafer kazandıklarını sandıklarını, halbuki bu hareketleriyle gerçekte kendi felaketlerini hazırladıklarını haber vermektedir. Nitekim bu ilâhî tehdit kısa bir müddet sonra gerçekleşmiş; müşrikler önce Bedir’de büyük bir hezimete uğramışlar, Mekke’nin fethiyle de tamamen teslim olma mecburiyetinde kalmışlardır.

O halde düşünün bakalım:

  1. Rabbinden gelen apaçık bir delile dayanarak hareket eden kimse, hiç kötü işleri kendisine süslü gösterilen ve nefsânî arzularının peşine düşmüş kimse gibi olur mu?
  2. Gönülleri Allah’a saygıyla dopdolu olup O’na karşı gelmekten sakınanlara va‘dedilen cennetin durumu şöyledir: Orada hiç bozulmayan tertemiz su ırmakları, tadı bozulmayan taptaze süt ırmakları, içenlere lezzet veren ve dünyadakiler gibi sarhoş etmeyen şarap ırmakları ve süzme bal ırmakları vardır. Onlar için orada ayrıca canlarının çektiği her çeşit meyve ve Rablerinden bir bağışlanma vardır. Böyle nimetler içinde yaşayanlarla; cehennemde sürekli kalacak olan ve kaynar su içirilip de bağırsakları parçalanan kimseler hiç bir olur mu?

Rabbinden açık bir delil üzere bulunan kişi, Resûlullah (s.a.s.) ve ona inanan mü’minlerdir. Dayandıkları delil ise Kur’ân-ı Kerîm’dir. Putperestlik ve diğer günahlar gibi kötü amelleri kendilerine süslü gösterilenler ise müşriklerdir. Bunlar elbette ki eşit değildir. Her birine layık oldukları muamele yapılacaktır:

Allah Teâlâ, Kur’ân-ı Kerîm ölçüleri içerisinde takvâ hayatı yaşayan, Allah’tan gereği gibi korkup yasaklarından sakınan ve emirlerini yerine getiren mü’minlere cenneti vaat etmektedir. Cenneti dünya ölçülerine göre anlamamız mümkün olmadığından, Rabbimiz onu idrak seviyemize indirmek suretiyle misallerle açıklar. Buna göre cennette;

✺ Tadı ve kokusu hiç değişmeyen devamlı tertemiz akan sudan nehirler,

✺ Dünyadaki sütlerin ekşiyerek tadı değiştiği gibi, uzun süre kaldığından dolayı asla ekşimeyen taptaze sütten nehirler,

✺ Dünya şarabı gibi meyvesi sıkılırken ayaklarla kirletilmemiş, ellerin bulandırmadığı, sarhoşluk ve tiksinti vermeyen, tadı lezzetli ve içmesi hoş şaraptan nehirler,

✺ Mumlarından ve diğer yabancı maddelerden süzülüp arındırılmış süzme baldan nehirler,

✺ Canlarının çektiği her türlü meyveler ve

✺ Rablerinden bir bağışlanma vardır. Allah onların, cennete girmelerine mâni tüm günahlarını bağışlayıp, tertemiz hale getirecek ve o şekilde cennetine buyur edecektir.

Bunlar, müttakîlerin nâil olacağı ebedi nimetlerdir. Bir de hayattayken Kur’an’a ve peygambere düşman olanların acı sonlarına bakalım. Onlar için;

Ebediyen cehennemde kalma,

Mecburen içecekleri kaynar su,

Bu sıcak suyu içtiklerinde bağırsaklarının paramparça olması, bunların arkalarından dökülmesi ve bu azabın tekrar edip durması.

Azıcık aklı olan ve düşünebilen her insan, bu iki netice arasındaki farkı herhalde kolaylıkla anlayabilecek ve kendisi için doğru ve faydalı olanını tercih edecektir.

Buna rağmen:

  1. Onlardan seni dinler gibi görünenler vardır. Fakat senin hu­zurundan ayrıldıkları zaman, gerçekten seni dinleyip bilgi sahibi olanlara alaycı bir tavırla: “Demin o ne söylemişti bakalım?” derler. Onlar, kalplerini Allah’ın mühürlediği ve nefsânî arzularının peşine düşmüş kimselerdir.
  2. Doğru yola uyanlara gelince, Allah onların iman ve hidâyet­lerini artırmış, onlara dünyada günahlardan, âhirette de cehennemden korunmayı nasip etmiştir.

Bir kısım münafıklar, müminlerin arasında bulunduklarından onlarla birlikte Resûl-i Ekrem (s.a.s.)’in sohbet ve hutbelerini dinliyorlardı. Fakat kalpleri onun mübârek dilinde ifadesini bulan hakikatlerden uzak olduğundan can kulağıyla dinlemiyorlar, dışarı çıkınca, İbn Abbas ve İbn Mesud gibi âlim sahâbîlere yanaşarak: “Sahi! Demin ne demişti?” diye sorma ihtiyacını duyuyorlardı. İşte burada onların dinî buyruklara karşı olan bîganelikleri, iç dünyalarındaki ilgisizlik ve dağınıklık ifade ediliyor. Bunun sebebi ise, dinledikleri ilâhî buyrukların, onların nefsânî arzularına uymaması idi. Halbuki aynı buyruklar, doğru yolu bulmuş mü’min gönüllerde büyük tesirler icra ediyor, onların imanlarına iman, hidâyetine hidâyet, takvâlarına takvâ katıyordu. Dinledikleri her âyet-i kerîme veya hadis-i şerif, onların ya inanmaları, ya yapmaları veya terk etmeleri gereken bir hususu beyân ediyor, onlar da bu buyrukların gereğini yapabilmek için canla başla çalışıyor, böylece terakki ediyor ve şahsiyetlerini kemâle erdiriyorlardı.

Mü’minlerde tecelli eden bu güzel iman, takva ve salih amelin aksine bunları hiç itibara almayan;

  1. O kâfirler, yoksa kıyâmetin ansızın başlarına kopmasını mı bekliyorlar? Onun alâmetleri şimdiden ortaya çıkmıştır bile. Fakat kıyâmet koptuktan sonra, kendilerine yapılan uyarıyı hatırlayıp eyvâh demeleri neye yarar ki!

Kur’an gibi mûcize bir kitap, Hz. Peygamber (s.a.s.) gibi doğruluk ve dürüstlükte zirve bir şahsiyet bize dinî hakikatleri haber verip dururken, iman etmek için kıyametin ansızın kopacağı vakti beklemek, son derece anlamsız bir duruştur. Çünkü kıyamette inanmanın bir faydası olmayacaktır. Bununla birlikte kıyametin bir kısım alametleri de ortaya çıkmış durumdadır. Mesela İslâm’ın son din, Hz. Muhammed (s.a.s.)’in de son peygamber olarak gönderilmiş olması bunların en açığıdır. Nitekim Resûlullah (s.a.s.), bir defasında orta ve işaret parmaklarını birleştirerek: “Benim gönderilmem ile kıyamet birbirine şu iki parmak kadar yakındır” buyurmuştur. (Buhârî, Talâk 25; Müslim, Cuma 43)

Öyleyse:

  1. Rasûlüm! Bil ki, Allah’tan başka ilâh yoktur. Hem kendi günahın, hem de erkek kadın tüm mü’minlerin günahları için Allah’tan bağışlanma dile. Allah, sizin gezip dolaştığınız yeri de, sonunda varıp kalacağınız yeri de çok iyi bilir.

Mü’min erkek ve kadınlar günahlardan salim olmadıkları gibi, peygamberler de, her ne kadar büyük günahlardan korunmuş olsalar da, nübüvvet şânına yakışmayacak “zelle” dediğimiz küçük hatalardan uzak değillerdir. Bu sebeple Cenâb-ı Hak, Peygamberimiz (s.a.s.)’e hem kendi günahı hem de erkek kadın tüm mü’minlerin günahı için istiğfar etmesini istemiştir. Yani burada kastedilen, peygamberlik makamına uygun düşen bir istiğfardır. Nitekim Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurur:

“Benim de kalbim bulutlanır; gaflet ile perdelenir. Ben günde yüz kere Allah’tan bağışlanma dilerim.” (Müslim, Zikir 41)

“Ey insanlar! Allah’a tevbe ediniz, O’ndan bağışlanma dileyiniz. Çünkü ben her gün Allah’tan yüz defa veya daha fazla bağışlanma dilerim.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 261)

 “Allahım! Önce yaptığım, sonra yapacağım, gizli ve açık yaptığım bütün kusurlarımdan ötürü beni affet. Öne geçiren, geri bırakan sensin. Senden başka ilâh yoktur.” (Tirmizî, Da‘avat  32)

“Allahım! Sen benim Rabbimsin. Senden başka kulluğa lâyık ilâh yoktur. Beni sen yarattın. Ben senin kulunum. Ezelde sana verdiğim kulluk sözümde ve va’dimde hâlâ gücüm yettiğince durmaktayım. İşlediğim kusurların şerrinden sana sığınırım. Bana lutfettiğin nimetleri yüce huzûrunda minnetle anar, günahımı îtirâf ederim. Beni affet, şüphe yok ki günahları senden başka affedecek yoktur.” (Buhârî, Deavât 2, 16; Ebû Dâvûd, Edeb 100-101)

Hâsılı, bu âyet-i kerîme ve hadis-i şerifler, Peygamberimiz (s.a.s.)’in Allah’a karşı kulluğu çok derinden hissettiği, O’na karşı kulluk vazifelerini tam yapamama, yaptıklarını yeterli görmeme hissiyâtı içinde olduğunu gösterir. Ona göre kul ne kadar ibâdet etse yine de Allah’ın lutuf ve ihsanlarına karşı şükrünü yerine getiremez. Kul ne kadar mükemmel olsa yine de Allah Teâlâ’ya karşı kullukta kusurludur. Bunun için istiğfara devam etmesi gerekir. Efendimiz (s.a.s.)’in bu hali bütün mü’minler ve insanlık için ne güzel bir numûnedir.

Bütün bunlardan sonra söz tekrar savaş konusuna getirilerek buyruluyor ki:

  1. İman edenler: “Keşke savaşa izin veren bir sûre indirilseydi” diyorlardı. Fakat mânası açık, hükmü kesin bir sûre indirilip de içinde savaş emri zikredilince, kalplerinde hastalık bulunanların, üzerine ölüm baygınlığı çökmüş birinin baktığı gibi sana baktıklarını görürsün. Halbuki onlara yakışan şuydu:
  2. Allah’ın emrine gönülden itaat etmek ve savaşa hazır olduklarını bildiren uygun sözler söylemek! İş ciddiye bindiği ve düşman askerleriyle karşılaşıldığı sırada, Allah’a verdikleri sözü yerine getirselerdi, elbette kendileri için daha hayırlı olacaktı!

Müşriklerin baskı, işkence ve zulümleri karşısında büyük çilelere katlanan mü’minler, “Allah tarafından izin verilse de artık biz de kâfirlere karşı savaşsak” diye talepte bulunmaya başlamışlardı. Bunlar arasında henüz iman kalplerine tam yerleşmemiş kimseler ve münafıklar da vardır. Bunlar aslında mallarını ve canlarını Allah’ın emrinden üstün tutuyor ve O’nun uğrunda bir tehlikeye atılmayı göze alamıyorlardı. Bu sebepledir ki, savaş emri gelir gelmez gerçek mü’minlerle münafıklar birbirinden ayrılıverdi. Savaş emri gelmezden önce münafıklarla gerçek mü’minler arasında görünüşte hiçbir fark görülmüyordu. Onlar da mü’minlerle beraber namaz kılıyor, oruç tutuyor ve diğer normal faaliyetlerde bulunuyorlardı. İsteksiz de olsa İslâm’ı kabul ediyor görünüyorlardı. Fakat İslâm uğruna canları feda etme vakti gelince, münafıklıkları açığa çıkmaya başladı; göstermelik imanları üzerindeki perde açıldı. Nitekim aynı durum Nisâ sûresinde şöyle haber verilir:

“Ne zaman savaş izni verileceğini sorup durdukları bir zamanda kendilerine: «Şimdilik elinizi savaştan çekin, namazı dosdoğru kılın ve zekâtı verin» denilen kimseleri görmedin mi? Nihâyet kendilerine savaş farz kılınınca içlerinden bir kısmının, Allah’tan korkar gibi, hatta daha da fazla insanlardan korkmaya başladığını ve: «Rabbimiz, bize savaşı niçin farz kıldın? Bize biraz daha mühlet verseydin olmaz mıydı?» dediklerini görürsün. Onlara de ki: «Dünyanın menfaati pek azdır ve kısa bir süre içindir. Âhiret ise, gönülleri Allah saygısı ve korkusuyla dopdolu olup O’na karşı gelmekten sakınanlar için bütünüyle hayırdır ve size orada kıl kadar bile bir haksızlık yapılmaz.»” (Nisâ 4/77)

Allah yolunda savaşmaya cesaret edememekle birlikte, iş bozgunculuk yapmaya gelince münafıkların o konuda oldukça mahir oldukları görülür. Bu sebeple buyruluyor ki:

  1. Ey münafıklar! Demek fırsatını bulup iş başına geçecek olsanız, yeryüzünde bozgunculuk yapacak ve akrabalık bağlarını keseceksiniz, öyle mi?
  2. İşte onlar, Allah’ın rahmetinden büsbütün kovduğu, kulaklarını sağır ve gözlerini kör ettiği kimselerdir.
  3. Onlar Kur’an’ı inceden inceye düşünmüyorlar mı? Yoksa kalplerinin üzerinde üst üste kilitleri mi var?

âyette geçen اِنْ تَوَلَّيْتُمْ  (in tevelleytüm) kelimesi iki farklı mânada kullanılır:

Birincisi; اَلتَّوَلّ۪ي (tevellî) kökünden dönmek, vazgeçmek, terk etmek: Buna göre âyet-i kerîme kalplerinde hastalık bulunan münafıklara hitap ederek şöyle der: “Siz Allah’ın indirdiği Kitab’ın hükümlerinden dönüp, cihattan yüzçevirip, Allah’a karşı nankörlük etmek, kan dökmek, yeryüzünde bozgunculuk yapmak ve akrabalık bağlarını koparmak mı istiyorsunuz? Allah’ın indirdiği hükümlere sırt çevirerek o cahiliye devrindeki gibi düşmanlık, huzursuzluk, güvensizlik günlerine geri dönmeyi mi umuyorsunuz? Aslında içinizde taşıdığınız düşünceler bu istikâmettedir. Fakat sizin böyle yapmanıza izin verilmeyecektir.”

İkincisi; الولاية (vilâyet) kökünden yönetmek, idareyi ele geçirmek: “Siz iş başına geçip yönetimi ele alırsanız yeryüzünde bozgunculuk yapmak, akrabalık bağlarını koparmak mı istiyorsunuz? Bunun için mi çalışıyorsunuz? Fırsatını bulsanız böyle yaparsınız; ama buna müsaade edilmeyecektir.”

İslâm aleyhinde böyle art niyetler taşıyanlar, Allah’ın rahmetinden uzaklaşacak, kulakları Kur’an’ı dinlemeye karşı sağır ve gözleri ilâhî hakikatleri görmeye karşı kör hâle getirilecektir. Böyle olunca da Kur’ân-ı Kerîm’i anlamaları ve onun âyetleri üzerinde tefekkür etmeleri imkânsız hale gelir. Çünkü onların ısrarla devam ettikleri menfi tavır ve davranışları kulaklarına ağırlık olur, gerçeği işitemezler. Basîretlerine perde olur, hakikatleri göremezler. Kalpleri üzerinde üst üste kilitler olur; gerçeği idrak edemezler. Halbuki Kur’an’ın mesajlarının kalbe ulaşabilmesi için bu kilitlerin açılması, kaldırılması ve kalbin fıtrî safiyetine döndürülmesi gerekir.

Peki, gerçeği anladıktan sonra Allah ve Peygamber’e bile bile sırt çevirenlerin hâli ne olacak:

  1. Doğru yol kendilerine iyice belli olduktan sonra gerisin geri dönenler yok mu, şeytan onları fitlemiş ve onları uzun emellerin peşine düşürmüştür.
  2. Bunun sebebi onların, Allah’ın indirdiği buyruklardan hoşlanmayanlara: “Biz, bazı hususlarda size uyacak, sizinle birlikte hareket edeceğiz” demeleridir. Halbuki Allah, onların gizli konuşmalarını da, sakladıkları her türlü gizliliği de bilmektedir.
  3. Peki melekler, yüzlerine ve sırtlarına vura vura canlarını alırken onların halleri nice olacak!
  4. Evet, canları böyle çıkacak; çünkü onlar Allah’ı gazaplandıracak şeylerin peşine düştüler ve O’nun rızâsını kazandıracak itikat ve davranışları beğenmediler. Bu sebeple Allah da onların bütün yaptıklarını boşa çıkardı.

Müslümanlar arasında önceden inandığı halde sonra imandan dönen münafıklar vardı. Bunlar dıştan iman ettiklerini söyledikleri ve mü’minlerle beraber bulundukları halde, içten içe İslâm düşmanlarıyla görüşüp anlaşıyorlardı. Bazı konularda kendilerine uyacaklarına dair söz veriyorlardı. Bu sözlerden biri Haşr sûresinde şöyle bildirilir:

“Bakmaz mısın şu manâfıklık yapanlara! Onlar Ehl-i kitaptan küfür içindeki dostlarına: «Eğer siz yurdunuzdan sürülürseniz biz de mutlaka sizinle beraber çıkarız. Sizin aleyhinizde hiç kimseye itaat etmez, sözünü dinlemeyiz. Size savaş açılırsa elbette yardımınıza koşarız» diyorlar. Allah şâhittir ki, o munafıklar kesinlikle yalancıdırlar.” (Haşr 59/11)

Nitekim onlar Hendek savaşı sırasında da yine İslâm düşmanlarıyla anlaşmışlar ve müslümanları arkadan vurmaya yeltenmişlerdi. Çünkü bunlar cihad, savaş, infak vb. hususlarda Kur’an’ın getirdiği tâlimatlardan hiç hoşlanmıyorlardı.

“Allah’ın bildiği işleri”nden maksat; Peygamberimiz (s.a.s.)’e muhalefet, düşmanlık üzere yardımlaşmak, onunla birlikte cihada çıkmayıp oturmak ve gizli durumlarda onun işinin önemsizliği hususunda propaganda yapıp onu zayıflatmaya çalışmak gibi durumlardır.

Onlar, sırf çıkarlarını kollamak ve İslâm ile küfür arasında devam eden savaşın tehlikelerinden korunmak için böyle bir tutumu benimsediler. Fakat onların ne dünyada, ne ölüm esnasında, ne de öldükten sonra Allah’ın elinden kurtulmaları mümkün olmayacaktır. Dünyada Allah onların emeklerini sonuçsuz bırakacak, ölüm esnasında melekler onların yüzlerine ve sırtlarına vura vura canlarını alacaklar, mahşer günü de Allah, onların dünyada yaptıkları bir kısım sözde iyi amellerini boşa çıkaracaktır.

Ayrıca Allah Teâlâ, iç yüzlerini ortaya sermek suretiyle onları dünyada da rezil edecektir:

  1. Yoksa kalplerinde hastalık bulunan o münafıklar, içlerinde mü’minlere karşı duydukları kinlerini Allah’ın ortaya çıkarmayacağını mı sanıyorlar?
  2. Dileseydik biz onları tek tek sana gösterirdik, sen de onları yüzle­rinden tanırdın. Yine de sen onları konuşma tarzlarından, sözlerindeki eğip bükmelerden tanıyabilirsin. Allah, bütün yaptıklarınızı bilir.
  3. Gerçek şu ki, içinizden cihâd edenleri ve sabredenleri ayırt edinceye; söz ve davranışlarınızdaki samimiyetinizin doğruluğunu ortaya çıkarıncaya kadar biz sizi sınamaya devam edeceğiz.

Münafıklar, içlerinde müslümanlara karşı büyük bir kin, haset ve nefret besliyorlardı. Fakat bunlar, içlerinde sakladıkları bu kinin hiç fark edilmeyeceğini sandılar ve kendilerini aldattılar. Çünkü Allah vahiy yoluyla onların gönüllerinde taşıdıkları düşüncelerini, gizli gizli çevirdikleri entrikaları Peygamberi’ne haber verdi. Cenâb-ı Hak isteseydi, Peygamberi’ne onları teker teker gösterir, Peygamber de onları simalarından tanırdı.  Fakat çeşitli hikmetlerle böyle yapmayı murat etmedi. (bk. Tevbe 9/101) Ancak onları tanıyacak bazı yolları gösterdi. Bunların biri de onların konuşma tarzlarıdır. Efendimiz (s.a.s.) onları konuşma şekillerinden, edalarından, konuşurken takındıkları tavırlardan tanımaktaydı. Mesela zafer elde edildiği zaman “Doğrusu biz de sizinle beraberdik” (Ankebut 29/10) demeleri, biraz sıkışınca “Evlerimiz sahipsiz, korumasız!” (Ahzab 33/13) demeleri, yahut bu sûrenin başında geçtiği üzere “Demin o ne söylemişti bakalım?” (Muhammed 47/16) demeleri onların sözlerinden birer örnektir. Halbuki hep kendi menfaatini kollayıp, işin siyasetine uygun tarzda yerine göre söz söylemek bir mârifet değildir. Cenâb-ı Hak bu sözlere hiçbir değer vermemektedir. Çünkü O, sözden ziyade kulun ameline bakar. Dilin kemiği yoktur, onunla kişinin her istediğini konuşması mümkündür. Fakat Allah’ın emirlerini yerine getirebilmek, konuşmak kadar kolay değildir. Bu sebepledir ki Allah Teâlâ, kendi yolunda cihad edenlerle sabredenleri ortaya çıkarıncaya kadar kullarını imtihan edecektir. En mühim imtihan vasıtası da cihaddır, savaştır. Çünkü bu gibi zor durumlarda kişinin gerçek imanı ve sabrı ortaya çıkar. İmanı kalbe iyice kökleşmiş olanlar Allah yolunda mallarını ve canlarını seve seve verirken ve bir şeb-i arus heyecanıyla şehâdet şerbetini içerken; yürekten inanmamış zayıf kimseler zorluklar karşısında yılgınlık ve bıkkınlık gösterirler. Hatta kendileri savaşmadıkları gibi, başkalarını da savaştan alıkoyarlar. Dolayısıyla kuru laf ile mücahitlik olmaz. Gerçek mücahitlik sağlam bir iman ve yüce bir sabrı gerektirir.

Münafıkların ötesinde bir de şu inkarcı grup vardır:

  1. İnkâr eden, insanları Allah’ın yolundan alıkoyan ve kendilerine doğru yol iyice belli olduktan sonra Peygamber’e karşı gelenler, Allah’a hiçbir zarar veremeyeceklerdir. Allah onların bütün yaptıklarını boşa çıkaracaktır.
  2. Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, Peygamber’e itaat edin de sakın amellerinizi boşa çıkarmayın!
  3. İnkâr eden, insanları Allah’ın yolundan alıkoyan ve sonra da kâfir olarak ölenleri Allah asla bağışlamayacaktır.

Münafıklar gibi küfürlerini gizlemeyip, açıktan inkâr edenler, kendileri inkâr ettikleri gibi, başka insanları da çeşitli yollarla Allah’ın yolundan engelleyenler, bununla da yetinmeyip bir de Allah Resûlü’ne karşı savaş açanlara gelince, bunlar Allah’a yani onun peygamberine bir zarar veremeyeceklerdir. İçine saplandıkları küfür ve diğer menfi durumlar, onların iyi amellerinin sevabını mahvedecektir. Yahut küfür yolundaki bütün mesaileri boşa gidecek ve başarılı olamayacaklardır. Bu vesileyle mü’minlere hitap edilerek, eğer amellerinin boşa gitmesini istemiyorlarsa, mutlaka bunların Allah’ın emrine ve Rasûlü’nün sünnetine uygun olması lazım geldiği hatırlatılır. Yani Allah ve Rasûlü’ne itaat muhtevasında olan ameller makbul olacak; bunlara itaatin dışına çıkan ameller ise kabule şayan olmayacaktır. Ömrünü küfür ve Allah yolundan men etme uğrunda tüketip sonunda da kâfir olarak ölenler ise asla Allah’ın bağışlamasına nâil olamayacaklardır.

O halde ey mü’minler:

  1. Siz üstün durumda iken gevşeklik gösterip de barış çağrısı yapmayın! Allah sizinle beraberdir; yaptıklarınızı karşılıksız bırakmayacak ve onların karşılığında asla eksik ödemede bulunmayacaktır.

Müslümanlar bütün güçleriyle kâfirlerle savaşa devam edecek, hiçbir gevşeklik göstermeyecek, alçaklık edip de horluk ve miskinlik ile barış için onlara yalvarmayacaklardır. Çünkü bu, bir zaafiyetin işaretidir. müslümanın kâfirin karşısında zafiyet göstermesi ise doğru değildir. Bu ilâhî emrin, Medine gibi küçücük bir şehirde birkaç yüz müslümandan oluşmuş bir avuç topluluğun İslâm’ın bayraktarlığını yaptığı ve yalnız güçlü Kureyş kabilesi ile değil, bütün Arabistan’ın müşrik ve münafıklarıyla mücadele ettikleri sırada nâzil olduğunu düşünecek olursak, işin zorluğu daha iyi kavranacaktır. müslümanların durumu böyle olmasına rağmen onlara, cesaretlerini kırarak düşmanlarla barış yapmayı istememeleri, aksine, canlarını dişlerine takarak savaşacak şekilde hazır olmaları emri verilmektedir. Bu emrin gerekçesi olarak da şu hususlar beyân edilir:

✺ Müslümanlar üstündür ve galip gelmek onların hakkıdır.

✺ Allah’ın yardımı onlarla beraberdir; mü’minlere yardım ve zafer vaat etmektedir.

✺ Allah onların amellerinin karşılığını noksan vermeyecek, zulmetmeyecek, hatta fazlasıyla bir mükâfat verecektir.

Şuna dikkat etmek lazımdır ki, bu ilâhî emir, müslümanların hiçbir zaman barış sözü etmemeleri mânasına gelmez. Burada anlatılmak istenen şey, müslümanların zayıf, düşmanlarının ise kuvvetli olduğu zannını veren bir barışa taraftar olmanın doğru olmadığıdır. müslümanlar her şeyden önce güçlerini ispat etmelidirler. Ancak ondan sonra barış görüşmeleri yapmalarında bir sakınca yoktur. Nitekim, “Her şeye rağmen o düşmanlar barışa yanaşırlarsa sen de yanaş” (Enfâl 8/61) âyetiyle barışa yanaşan düşmanların talebine karşı barışa yanaşmak emredilmiştir. Fetih sûresinde haber verildiği üzere Hudeybiye anlaşması da müslümanların galibiyeti halinde idi. (bk. Fetih 48/27) Demek ki maksat, herhalde barışı reddetmek değil, gevşeklik gösterip de zillet ile barışa talip olmamaktır.

Bu sebeple mü’minler dünyaya aldanma konusunda uyarılarak şöyle buyruluyor:

  1. Dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden ibarettir. Eğer inanıp Allah’a karşı gelmekten sakınırsanız Allah size mükâfatınızı tastamam verecektir. Üstelik Allah sizden cihâd için bütün malınızı da istemiyor.
  2. Eğer onların hepsini isteyip de sizi iyice sıkıştırsaydı, cimrilik ederdiniz; bu da sizin içinizde bastırılmış olan kin ve nefret duygularını ortaya dökerdi.
  3. İşte ey mü’minler, şimdi sizden mallarınızı Allah yolunda harcamanız istenmektedir. Fakat içinizden bir kısmınız cimrilik ediyor. Halbuki kim cimrilik yaparsa ancak kendi zararına yapmış olur. Allah sınırsız servet sahibi olup hiç kimseye muhtaç değildir, siz ise fakir olup mutlak mânada O’na muhtaçsınız. Eğer din yolunda fedakârlıktan yüz çevirirseniz, Allah sizin yerinize başka bir toplum getirir de, sonra onlar sizin gibi hayırsız ve itaatsiz olmazlar!

Ebedi olan âhiret hayatı karşısında dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir. Asıl hayat âhiret hayatı olup insan onu kazanmak için çalışmalıdır. Onu kazanmanın yolu da iman ve takvâdan geçmektedir. Allah’ın indirdiklerine inanıp, takvâ ölçülerine göre bir kulluk yaşamak, Allah’ın razı olmadığı fiil ve davranışlardan uzak durmak ve sevdiği amellere yönelmek gerekir. Âhireti kazanma açısından Allah yolunda yapılacak harcamaların da çok büyük ehemmiyeti vardır. Cenâb-ı Hak mü’minlerden, kendi yolunda savaşacak ordunun teçhizatı için harcamada bulunmalarını istemektedir. Burada hususiyle savaş hazırlıkları için infakın kastedildiği anlaşılmaktadır. Yalnız Allah Teâlâ bizden malımızın hepsini istemiyor. Sadece bir kısmını istiyor. Eğer malımızın hepsini isteyip, bu konuda bizi sıkıştıracak olsaydı, benliğimizin dibine çökmüş olan cimrilik tortuları hareketlenerek cömertlik damarlarımızı tıkayabilir ve nefsâniyetimizden kaynaklanan bir takım uygunsuz duygular su üzerine çıkabilirdi. Hatta bu menfi duygular, İslâm’a ve Peygamber’e kin ve düşmanlık besleme noktasına varabilirdi. Cenab-ı Hak bizi bizden daha iyi bildiğinden, kendi katından ikram ettiği mallardan isterken bile, merhametle muamele edip belli bir Nisâp ölçüsüne göre vermemizi istemektedir. Madem ki Allah, müslümanlardan belli bir nispette harcamada bulunmalarını istiyor, artık her mü’minin bunu seve seve yerine getirmesi gerekir. Buna rağmen yine de cimrilik edenler çıkmaktadır ki, bunlar aslında kendi zararlarına cimrilik yapmaktadırlar. Çünkü Allah yolunda yapacakları her harcama fazlasıyla  mükâfatlandırılacaktır.  Bu gerçekleri idrak edemeyen zayıf görüşlü kimselere son olarak şöyle bir ikaz gelmektedir:

“Eğer din yolunda fedakârlıktan yüz çevirirseniz, Allah sizin yerinize başka bir toplum getirir de, sonra onlar sizin gibi hayırsız ve itaatsiz olmazlar!” (Muhammed 47/38) 

Nitekim bir diğer âyet-i kerîmede bu husus daha açık bir şekilde beyân edilir:

“Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse, Allah onların yerine yakında öyle bir nesil getirecek ki Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler. Mü’minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı güçlü ve onurludurlar. Allah yolunda cihad ederler ve kendilerine dil uzatan hiçbir kimsenin kınamasından korkmazlar. İşte bu Allah’ın öyle bir lütfudur ki, onu dilediğine verir. Allah, lütfu ve rahmeti pek geniş olan, her şeyi hakkiyle bilendir.” (Mâide 5/54)

Emanete sahip çıkılmadığı zaman onun elden çıkması mukadderdir. Kıymeti bilinmeyen nimetlerin zeval bulması ilâhî kanun icabıdır. O halde en büyük nimet olan din emanetine sahip çıkabilmek için müslümanların bu yolda mallarıyla canlarıyla her türlü fedakârlığı seve seve yapmaları gereği anlaşılmaktadır.

Kaynak: kuranvemeali.com