Muhtaca, Borçluya ve Yolda Kalmışa Yardım Etmek ile İlgili Örnekler
İslam tarihinde muhtaca, borçluya ve yolda kalmışa yardım etmek ile ilgili örnekler.
Allah Teâlâ bu âlemi imtihan için vâr etmiş ve insanları pek çok hikmete bağlı olarak farklı seviyelerde yaratmıştır. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Rabbinin rahmetini onlar mı taksim ediyorlar? Dünya hayâtında onların maîşetlerini aralarında Biz taksim ettik; birbirlerine iş gördürmeleri için kimini kimine derecelerle üstün kıldık. Rabbinin rahmeti, onların biriktirdikleri şeylerden daha hayırlıdır.” (ez-Zuhruf, 32)
Bu sebeple hâli vakti yerinde olanlar, bu “takdîr-i ilâhî”yi iyi idrâk ederek ihtiyaç sâhiplerine karşı hissiz kalmamalı, büyük bir ibâdet vecdiyle yardımlarına koşmalıdır.
Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’de en fazla “Rahmân” (çok merhamet eden) ism-i şerîfini telkin etmektedir. Merhamet, sende olanı, olmayana ikrâm etmendir. Diğer bir ifâdeyle merhamet, başkalarının mahrûmiyetini telâfi maksadıyla, onların yardımına koşmaktır. Bu sebeple îmânın lezzeti, merhametle hissedilir. Merhametin meyvesi de muhtaçlarla dert ortağı olabilmektir.
Muhtâca, borçluya ve yolda kalmışa yardım etmek, İslâm’ın mühim insânî kâidelerinden biridir. Zarûrî ihtiyaçlarını karşılayamadığı için borçlu duruma düşen insanlara yardım etmek, dînimizin emrettiği âlemşümûl bir prensiptir. Bu yardım, alacaklının borçluya mühlet vermesi, borcunun bir kısmını veya tamamını bağışlaması ya da bir başkasının borçluya yardımda bulunması şeklinde olabilir.
İHTİYAÇ SAHİPLERİNE YARDIM ETMEK İLE İLGİLİ HADİS
Diğer ihtiyaç sâhiplerine de elden gelen her türlü desteği sağlamak, müslümanların şiârıdır. Nebiyy-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir keresinde:
“–Sadaka vermek, her müslümanın vazifesidir.” buyurmuştu. Ashâb-ı kirâm:
“–Sadaka verecek bir şey bulamazsa?” dediler.
“–Amelelik yapar, hem kendisine faydalı olur, hem de tasadduk eder.” buyurdu.
“–Buna gücü yetmez (veya iş bulamaz) ise?” dediler.
“–Darda kalana, ihtiyaç sâhibine yardım eder.” buyurdu.
“–Buna da gücü yetmezse?” dediler.
“–İyilik yapmayı tavsiye eder.” buyurdu.
“–Bunu da yapamazsa?” dediler.
“–Kötülük yapmaktan uzak durur. Bu da onun için sadakadır.” buyurdu. (Buhârî, Zekât 30, Edeb 33; Müslim, Zekât 55)
Yâni müslüman, her hâlükârda din kardeşine yardımcı olur. Herkes kendine göre bir infak imkânı bulabilir.
Mal ile yapılacak yardımlar husûsunda Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
“Sana Allah yolunda kimlere ve ne harcayacaklarını sorarlar. De ki: İnfâk edeceğiniz mal; anne-baba, akrabâlar, yetimler, yoksullar ve yolda kalmış garipler için olmalıdır...” (el-Bakara, 215)
“Bir de akrabâya, yoksula, yolcuya hakkını ver. Gereksiz yere de saçıp savurma!” (el-İsrâ, 26)
Müslüman, sırf Allah rızâsı için mü’min kardeşlerinin sıkıntısını gidermeyi gâye edinmelidir. Böylelerine hadîs-i şerîfte şu müjde verilmektedir:
“Bir kimse, bir mü’minden dünya sıkıntılarından birini giderirse, Allah da kıyâmet gününde o mü’minin sıkıntılarından birini giderir. Bir kimse darda kalana kolaylık gösterirse, Allah Teâlâ da ona dünya ve âhirette kolaylık gösterir. Bir kimse, bir müslümanın ayıbını örterse, Allah da onun dünya ve âhiretteki ayıplarını örter. Mü’min kul, din kardeşinin yardımında olduğu müddetçe, Allah Teâlâ da o kulun yardımındadır... Amelinin kendisini geride bıraktığı kişiyi, nesebi öne geçirmez.” (Müslim, Zikr, 38; İbn-i Mâce, Mukaddime, 17)
BORÇLUYA YARDIM ETMEK İLE İLGİLİ HADİS
Darda kalmış olan muhtâca borç vermek, mühim ve fazîletli bir ameldir. Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Mîrac gecesinde cennetin kapısı üzerinde şu ibârenin yazılı olduğunu gördüm:
«Sadaka, on misliyle mükâfatlandırılacaktır. Ödünç para ise onsekiz misliyle...» Ben:
«–Ey Cibrîl! Ödünç verilen şey, niçin sadakadan daha üstün oluyor?» diye sordum. Cebrâîl -aleyhisselâm-:
«–Çünkü yoksul, (ekseriyetle) yanında az çok para bulunduğu hâlde sadaka ister. Borç isteyen ise, ihtiyâcı sebebiyle talepte bulunur.» cevâbını verdi.” (İbn-i Mâce, Sadakât, 19)
Bununla birlikte borçlulara elden geldiğince kolaylık göstermeli; bilhassa borçlu samîmî bir şekilde ödemeye gayret ettiği hâlde buna muvaffak olamıyorsa, ona mühlet vermelidir. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
“Eğer (borçlu) darlık içinde ise, bir kolaylığa çıkıncaya kadar ona mühlet vermek (gerekir). Eğer (gerçekleri) anlarsanız bunu sadakaya (veya zekâta) saymak sizin için daha hayırlıdır.” (el-Bakara, 280)
Hadîs-i şerîflerde buyrulur:
“Kim bir borçluya mühlet verirse, her gün için bir sadaka sevâbı kazanır. Kim onun borcunu vâdesi geldikten sonra tehir ederse, tehir ettiği müddetçe, her geçen gün (alacağı mal kadar) sadaka yazılır.” (İbn-i Mâce, Sadakât, 14)
“Satışta, alışta ve borcunu istemekte kolaylık gösteren kimseye Allah rahmet etsin.” (Buhârî, Büyû, 16; İbn-i Mâce, Ticârât, 28)
“Allah Teâlâ sizden önceki ümmetlerden bir kişiyi bağışladı. Çünkü o sattığında kolaylaştırır, aldığında kolaylık gösterir ve borçludan alacağını isterken kolaylığı tercih ederdi.” (Tirmizî, Büyû, 75/1320; Nesâî, Büyû, 104; İbn-i Mâce, Ticârât, 28)
“Allah Teâlâ’nın kendisini, kıyâmet gününün sıkıntılarından kurtarmasını isteyen kimse, borcunu ödeyemeyene mühlet tanısın veya ondan bir bölümünü bağışlasın.” (Müslim, Müsâkât, 32; Ahmed, II, 23)
Lâkin borçlu da bu iyiliği suistimâl etmemelidir. O da samîmî bir şekilde borcunu ödeme niyet ve gayreti içinde olmalıdır. Aksi takdirde toplumdaki iyilik hislerini söndürür ve pek çok insanın zarar görmesine sebep olur. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:
“Şüphesiz sizin hayırlınız, borcunu en güzel şekilde ödeyendir.” (Buhârî, İstikrâz 4, Vekâlet 6, Hibe 23; Müslim, Müsâkât 120)
“Zenginin borcunu ödemeyi ertelemesi zulümdür...” (Buhârî, Havâlât 1, 2, İstikrâz 12)
İmâm-ı Rabbânî -kuddise sirruh- da şöyle der:
“Borcundan bir kuruşunu sâhibine vermen, pek çok altın sadaka vermenden daha hayırlıdır.”
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ashâbının bütün sıkıntı ve dertleriyle meşgul olur, elinden gelen yardımı yapardı. İmkânı olduğunda, borçlu ölenlerin borcunu öder, âilelerini sıkıntıdan kurtarırdı. Bir defâsında şöyle buyurmuştu:
“Ben her mü’mine, mutlaka, dünya ve âhirette insanların en yakınıyımdır. Dilerseniz şu âyeti okuyun: «O Peygamber, mü’minlere öz nefislerinden daha evlâdır...» (el-Ahzâb, 6) Hangi mü’min vefât eder de geride bir mal bırakırsa vârisleri onu alsınlar. Borç veya bakıma muhtaç birini bırakmışsa, o da bana gelsin, ben onun mevlâsıyım (himâye ve yardım edicisiyim).” (Buhârî, Tefsir 33/1, Kefâlet 5, Ferâiz 4, 15, 25; Müslim, Ferâiz 14)
Dolayısıyla muhtaçlara, yolda kalmışlara, borçlulara kol kanat gerip onlara sâhip çıkmak, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bizzat örnek şahsiyetiyle ümmetine tâlim ettiği mühim bir nebevî ahlâk tezâhürüdür. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’ın ahlâkıyla ahlâklanmak ise, O’na ümmet olup mahşerde O’nun Hamd Sancağı altında toplanmak ve Şefâat-i Uzmâ’sına nâil olmak isteyen her mü’minin birinci vazifesidir.
MUHTACA, BORÇLUYA VE YOLDA KALMIŞA YARDIM ETME ÖRNEKLERİ
Peygamberimizin Cahiliye Döneminde Katıldığı Tek Cemiyet
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in câhiliye devrinde tasvib edip katıldığı tek cemiyet, “Hılfü’l-Fudûl”dür. Çünkü bu bir adâlet cemiyeti idi. Zulüm ve haksızlığa mânî olmak, yolda kalmışa ve muhtâca yardım etmek için tesis edilmişti. İlk defâ, zor durumda kalan ve alacağını tahsil edemeyen yabancı bir tüccarın hakkını savunmak maksadıyla kurulmuş ve bu minvâl üzere hizmetine devâm etmişti.
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bu cemiyet hakkında nübüvvetten sonra şöyle buyurdular:
“Abdullah bin Cüd’ân’ın evinde amcalarımla birlikte, Hılfü’l-Fudûl’de hazır bulundum. O meclisten o kadar memnun oldum ki, ona karşılık bana kızıl develer (yâni en kıymetli dünyâ metâı) verilse, o kadar sevinmezdim. O anlaşmaya şimdi de çağrılsam, yine icâbet ederim.” (İbn-i Kesîr, el-Bidâye, II, 295; Ahmed, I, 190, 193)
Borçlu ve Alacaklı Tartışması
Âişe -radıyallâhu anhâ- şöyle demiştir:
“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, birbiriyle kavga eden iki kişinin kapı önünde bağırıp çağırdıklarını duydu.
Borçlu adam, alacaklı olandan, alacağının bir kısmını bağışlamasını ve kendisine anlayışlı davranmasını istiyordu. Alacaklı olan ise:
«–Vallâhi yapmayacağım!» diyordu. Onların yanına çıkan Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
«–Nerede o iyilik yapmayacağım diye yemin eden?» diye sordu. Alacaklı olan:
«–Buradayım ey Allâh’ın Rasûlü! Nasıl istiyorsa öyle olsun!» dedi.” (Buhârî, Sulh, 10; Müslim, Müsâkât, 19)
Hz. Cabir’in Borcu
Câbir bin Abdullah -radıyallâhu anh-’ın anlattığına göre, babası şehîd olduğu zaman bir Yahûdîye otuz vesk borç bırakmıştı. Hazret-i Câbir, Yahûdîden borcunu ödemek için biraz mühlet talep etti. Ancak Yahûdî kabul etmedi. Hazret-i Câbir, Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-’a gelerek Yahûdî nezdinde arabulucu olmasını talep etti. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bu otuz vesklik borca bedel bir hurmalığın meyvesini alması için Yahûdiyle konuştu, lâkin o yine kabul etmedi. Bunun üzerine Allah Rasûlü hurmalığa girdi, içinde biraz yürüdü. Sonra Hazret-i Câbir’e:
“–Hurmayı topla ve ona borcunu öde!” buyurdu.
Câbir -radıyallâhu anh- hurmayı topladı, Yahûdîye otuz vesk borcunu ödedi. Geriye on yedi vesk hurma da arttı. Durumu haber vermek üzere Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e gitti. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- ikindiyi kılıyordu. Namazı bitince Hazret-i Câbir, artan hurmaları bildirdi. Efendimiz:
“–Bunu Ömer bin Hattâb’a haber ver!” buyurdu. Câbir -radıyallâhu anh- da gidip ona söyledi. Hazret-i Ömer:
“–Ben, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bahçenin içinde yürümeye başlayınca, hurmanın bereketleneceğini anlamıştım zâten.” dedi. (Buhârî, İstikraz, 9)
Peygamberimizin Anlamlı Hediyesi
İslâm ordusu Zâtü’r-Rikâ Gazvesi’nden dönüyordu. Câbir -radıyallâhu anh-, devesi zayıf olduğu için arkadaşlarından geri kalıyordu. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- onun yanına vardı ve:
“–Ey Câbir! Sana ne oldu da geride kaldın?” diye sordu. Hazret-i Câbir durumu anlatınca Efendimiz bir değnek alarak deveye birkaç defâ hafifçe dokundu. Deve, Allah Rasûlü’nün devesiyle yarışır hâle geldi.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yolda Hazret-i Câbir’le sohbet etmeye başladı. Onun yeni evlendiğini, bu sebeple pek çok borcu olduğunu öğrenen Allah Rasûlü, Câbir’e elinde mal olarak ne bulunduğunu sordu. O da yalnız bir devesinin olduğunu söyledi. Bunun üzerine Âlemlerin Efendisi -aleyhissalâtü vesselâm-, onu borçtan kurtarmak için devesini kendisine satmasını istedi. Hazret-i Câbir -radıyallâhu anh-, Medîne’ye varıncaya kadar binmek şartıyla sattı. Medîne’ye ulaşınca deveyi teslim etmek için Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanına gitti. O sırada kendisini çok sevindiren ve diğer insanları da şaşırtan ulvî bir davranışla karşılaştı. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, devenin ücretini ödediği gibi deveyi de ona hediye etti. (Buhârî, Cihâd 49, Büyû 34; Müslim, Müsâkât 109)
Câbir -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:
“Allah Rasûlü, devemin ücretini verip deveyi de bana hediye ettiği zaman, tanıdık bir Yahûdîye rastladım. Bu hâdiseyi ona anlattım. Yahûdî hayretler içinde:
«–Demek devenin parasını verdi, sonra da onu sana hibe etti ha?!» sözünü tekrar etti durdu. Ben de her seferinde; «–Evet!» dedim.” (Ahmed, III, 303)
Peygamberimizin Merhameti
Enes -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- çok merhametli bir insandı. Yanına gelip ihtiyacını arz eden herkesi mutlaka memnun ederdi. Kendisinden istenilen şey yanında varsa hemen ihsân ederdi. Şayet yanında verebileceği bir şey yoksa vaatte bulunur, yine muhtâcı memnun ederdi.
Birgün kâmet getirilmişti, o esnâda bir bedevî gelerek elbisesinden tuttu ve:
“–Az bir ihtiyâcım kaldı, onu unutmaktan korktuğum için hemen halletmek istiyorum.” dedi.
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ihtiyacını karşılayıncaya kadar onunla birlikte ayakta bekledi. Hâcetini yerine getirince de döndü ve namazını kıldı. (Buhârî, el-Edebü’l-Müfred, no: 278)
Peygamberimizin Kefil Olduğu Borç
İbn-i Abbâs -radıyallâhu anhümâ- anlatıyor:
“Bir adam, kendisine on dinar borcu olan bir kişinin peşini bırakmıyor ve:
«–Sen bunu ödeyinceye veya bir kefil gösterinceye kadar peşini bırakmayacağım.» diyordu.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- o borcu üzerine aldı ve borçlu için bir ay mühlet istedi. Adam, verilen müddet içinde elinde bir miktar işlenmemiş altın mâdeniyle geldi. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
«–Bu altını nereden buldun?» diye sordu. O zât:
«–Mâdenden.» dedi. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
«–Bizim ona ihtiyacımız yok, onda hayır yoktur.» buyurdu ve borcu adamın yerine ödeyiverdi. (Ebû Dâvûd, Büyû, 2/3328; İbn-i Mâce, Sadakât, 9)
Allah Rasûlü’nün, borçlunun madenden çıkardığı altını kabul etmemesi, sadece Hazret-i Peygamber’in bildiği husûsî bir sebepten dolayı olmalıdır. Yoksa bu davranış, mâdenden çıkartılan altına sâhip olup onu kullanmanın yasaklandığı mânâsına gelmez. Veya Hazret-i Peygamber’in kefil olduğu borç, işlenmiş, sikkeli altındı. Adamın getirdiği ise işlenmemiş, ham hâldeydi ve Rasûlullâh’ın yanında onu işleyecek kimse yoktu.
Peygamberimizin Yolda Kalmışa Yardımı
Câbir -radıyallâhu anh- şöyle demiştir:
“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yolculuk esnâsında arkadan yürür, güçlük çeken zayıflara yardımcı olur, onları terkisine bindirir ve onlara duâ ederdi.” (Ebû Dâvûd, Cihâd, 94/2639)
Borçluya Yardım Etmenin Mükafatı
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, borçlulara yardım eden bir zâtın elde ettiği mükâfâtı şöyle haber vermiştir:
“Sizden önce yaşamış olan birisine, rûhunu kabzetmek üzere melek gelmiş idi. Melek sordu:
«–Bir hayır işledin mi?» O şahıs:
«–Bilmiyorum.» diye cevapladı. Kendisine tekrar:
«–Hele bir düşün (belki hatırlarsın).» denildi. O zât:
«–Bir şey hatırlamıyorum, ancak dünyada iken insanlarla alışveriş yapardım. Bu muâmelelerimde zengine ödeme müddetini uzatır, fakire de (ödeme işlerinde müsâmaha ve bâzı eksikliklerini bağışlamak sûretiyle) kolaylık gösterirdim.» dedi.
Allah Teâlâ, onu (bu iyiliği sebebiyle) cennetine koydu.” (Buhârî, Büyû, 17-18; Müslim, Müsâkât, 26-31)
Diğer bir rivâyette de şöyle buyrulur:
“İnsanlara borç para veren bir adam vardı. O, hizmetçisine şöyle derdi:
«–Darda kalmış bir fakire vardığında onu affediver; umulur ki Allah da bizim günahlarımızı affeder.»
Nihâyet o kişi Allâh’a kavuştu ve Allah Teâlâ onu affetti.” (Buhârî, Enbiyâ, 54; Müslim, Müsâkât, 31)
Borç Vermenin Üç Şartı
Birisi Abdullah bin Ömer -radıyallâhu anhümâ-’ya gelerek:
“–Ben bir adama borç verdim ve verdiğimden daha fazla vermesini şart koştum.” dedi. Abdullah -radıyallâhu anh-:
“–Bu, fâiz olur.” dedi. O şahıs:
“–Bana ne yapmamı emredersin?” deyince İbn-i Ömer Hazretleri şöyle dedi:
“–Borç vermek üç şekilde olur:
1. Allah rızâsı için borç verirsin. Allah senden râzı olur, sana sevap verir.
2. Arkadaşını râzı etmek için borç verirsin. O zaman da arkadaşın senden hoşnut olur.
3. Helâl malınla haram mal almak için borç verirsin ki, bu da fâiz olur.” (Yâni borç verdiğin kimseden malını ziyâdesiyle isteyerek fâiz almış, böylece helâl malına haram karıştırmış ve onu kirletmiş olursun.)
O zât tekrar:
“–O hâlde, bana ne yapmamı emredersin?” dediğinde Abdullah -radıyallâhu anh- şöyle cevap verdi:
“–(Fazlasıyla verme şartını yazdığın) sayfayı yırtmanı (yâni o fâiz şartını iptal etmeni) tavsiye ediyorum. Sana, verdiğin kadar öderse onu kabul et. Senin verdiğinden daha az getirirse, onu kabul ettiğin takdirde ecir ve sevap kazanırsın. Eğer sen istemeden kendi isteğiyle verdiğinden daha fazlasını getirirse bu da sana bir teşekkür olur. Ona mühlet tanımanın ecrini ve sevâbını da ayrıca alırsın.” (Muvatta, Büyû, 92)
Muhtaca ve Yolda Kalmışa Yardım Etmenin Önemi
Mevlânâ -kuddise sirruh-, muhtâca ve yolda kalmışa yardım etmenin ehemmiyetini şöyle hikâye eder:
“Büyük pîr Bâyezîd-i Bistâmî, hac ve umre yapmak için Mekke’ye doğru sür’atle gidiyordu. Her gittiği şehirde oradaki mâneviyat erbâbını araştırıyor;
«–Bu beldede basîret sâhibi kim var?» diye önüne gelene soruyordu.
Çünkü nereye sefer yaparsa yapsın, evvelâ Hak dostlarını bulmanın zarûrî olduğuna inanıyordu. Nitekim Hak Teâlâ Hazretleri de:
«...Şayet bilmiyorsanız zikir ehline sorunuz!» (en-Nahl, 43; el-Enbiyâ, 7) buyuruyordu.
Mûsâ -aleyhisselâm- dahî ledünnî ilme sâhip Hızır’ı ziyâretle emredilmişti.
Bâyezîd, hilâl gibi süzgün, uzun boylu bir pîr gördü ki, onda velîlerin rûhâniyeti vardı. Gözleri dünyâya âmâ, kalbi ise, güneş gibiydi. Bâyezîd, o pîrin karşısına oturdu. Pîr ona:
«–Ey Bâyezîd, nereye gidiyorsun? Gurbet eşyâsını nereye taşıyorsun?» diye sordu. Bâyezîd de:
«–Hacca gitmek niyetindeyim; iki yüz dirhem de param var...» dedi. Pîr, Bâyezîd’e dedi ki:
«–Ey Bâyezîd! O dünyâlığının bir miktârını Allah yolundaki muhtaçlara, gariplere, bîçârelere dağıt! Onların gönüllerine gir ki; rûhunun ufku açılsın! İlk defâ gönlüne haccettir! Ondan sonra rakîk bir gönülle o nâzik hac yolculuğuna devâm et!..
Çünkü Kâbe, Allâh’ın hâne-i birri, yâni ziyâret edilmesi farz ve sevâbı mûcib olan Beyt’idir. Lâkin insan kalbi, bir sır hazinesidir.
Kâbe, Âzeroğlu İbrâhim’in binâsıdır. Gönül ise, Celîl ve Ekber olan Allâh’ın nazargâhıdır.
Eğer sende basîret varsa, (önce) gönül Kâbe’sini tavâf et! Topraktan yapılmış sandığın Kâbe’nin asıl mânâsı gönüldür.
Cenâb-ı Hak, görünen, bilinen sûret Kâbe’sini tavâf etmeyi, kirlilikten temizlenmiş, arınmış bir gönül Kâbe’si elde edesin diye sana farz kılmıştır.
Şunu iyi bil ki, sen Allâh’ın nazargâhı olan bir gönlü incitir, kırarsan, Kâbe’ye yaya olarak da gitsen, kazandığın sevap, gönül kırmanın günâhını dengeleyemez.
Sen varını-yoğunu, malını-mülkünü ver de bir gönül yap! Yap da o gönül, mezarda, o kapkara gecede sana ışık versin!
Allâh’ın huzûruna altın dolu binlerce keseler götürsen, Cenâb-ı Hak:
“Biz’e bir şey getirmek istiyorsan, kazanılmış bir gönül getir! Çünkü altın, gümüş Biz’im için bir şey değildir. Eğer Biz’i ve rızâmızı istiyorsan, bunun ancak bir gönül kazanmaya bağlı olduğunu unutma!..” buyurur.
Hakk’ın nûrunun insandaki tecellîsini görmek için kalp gözün iyice açılsın!.»
Bâyezîd, pîrin bu nüktelerini kavradı. Gönlü, sohbetle, merhametin esrârından bir hisse aldı. Huzur ve vecd içinde hac yolculuğuna devâm etti.”
Mâtemlerin civârında bulunmak, toplumdaki kanadı kırık bir kuş gibi hizmet ve himmete muhtaç olanları sevindirmek, borç ve yolculuk sebebiyle darda kalanlara yardım etmek gibi ictimâî ibâdetler, kâmil insan hüviyeti kazanmanın en mühim vesîleleridir. Kâmil bir mü’min, Hâlık’ın nazarıyla mahlûkâta baktığından, ilâhî ahlâka bürünür ve dâimâ ihtiyaç sâhiplerinin yardımına koşar.
Kim Bir İhtiyara Hürmet ve Yardım Ederse...
Ahmed er-Rufâî Hazretleri, her gördüğü şahsa selâm verirdi. Bir köy veya kasabada birinin hasta olduğunu duysa, ilk fırsatta ziyâretine giderdi. Yolculuk esnâsında karşılaştığı âmâların ellerinden tutar, gidecekleri yere kadar götürüverirdi. Bir ihtiyarla karşılaşacak olsa, elindeki yüke yardım eder ve etrafındaki dostlarına Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in şu hadîs-i şerîfiyle nasihatte bulunurdu:
“Kim bir ihtiyara hürmet ve yardım ederse, Allah Teâlâ da ona, ihtiyarlığında hürmet ve hizmet edecek bir kimseyi ihsân eder.” (Tirmizî, Birr, 75/2022)
Şehir dışına yapmış olduğu seyahatlerden dönüşte, ormana gider, odun keser ve merkebine yükleyerek şehre getirir; bu odunları dullara, kimsesizlere, fakir ve muhtaçlara dağıtırdı.
Mecnun ve kötürümlerin hizmetlerine koşar, elbiselerini temizler, onlarla oturup sohbet eder, yemeklerini kendi elleriyle getirir ve yedirirdi. Sonra da onlardan duâ etmelerini isterdi. Müridlerine de:
“–Bu gibi âcizleri ziyâret, müstehab değil, vâcibdir!..” derdi.
Birgün oyun oynayan çocukların yanından geçmişti. Birkaç çocuk, Ahmed er-Rufâî Hazretleri’nin mânevî heybetinden korkup kaçtı. Hazret-i Pîr, derhal arkalarından koştu ve büyük bir şefkat ve muhabbetle onları bağrına basıp gönüllerini fethetti ve:
“–Yavrularım! Görüyorsunuz ki, ben de âciz bir kulum! Sizi endişelendirdiysem hakkınızı helâl ediniz!” dedi.
Ayaz Paşa’nın Vefası
Güney Arnavutluk’ta fakir bir kadın vardı. Bir kış günü gariban bir çocuğun perişan hâline dayanamayarak ona bir çift eski partal ayakkabı verdi.
Zaman geldi bu çocuk devşirme usûlüyle Osmanlı sarayına girdi. Orada yükseldi ve Ayaz Paşa ismiyle meşhur oldu.
Ancak Ayaz Paşa eski günlerini unutmamış, o eski pabuçlarını da bir yere saklamıştı. Paşa olunca bu pabuçların içini altınla doldurdu ve bir şükran ifâdesi olarak o fakir kadına gönderdi. (İlber Ortaylı, Osmanlıyı Yeniden Keşfetmek, s. 30)
Bu misâl, muhtâca yardım etmenin dünyevî bir faydasını göstermektedir. Kim bilir âhiretteki faydası nasıl olacaktır?!.
Muhtaca Yardım
Alasonyalı Hacı Cemal Öğüt Hocaefendi’nin, muhtâca yardımla alâkalı son derece ibretli bir hâtırası şöyledir:
Bir kış mevsimi, akşam vakti sokaktan yoğurtçu geçer. Kızına; yoğurt alalım mı, diye sorar. Kızı evde yoğurt olduğunu ve ihtiyaçlarının bulunmadığını söyler. Biraz sonra yoğurtçu tekrar; “Yoğurt alacak var mı?” diyerek sokaktan geçer. Hocaefendi tekrar sorar. Kızı aynı cevâbı verir. Hâdise bir kere daha tekerrür edince kızı dayanamayıp sorar:
“–Babacığım, ihtiyacımız olmadığını söylemiştim. Bu kadar ısrarınızın sebebi nedir?”
Hocaefendi’nin cevâbı, hassas bir mü’min gönlünün güzelliğini sergilemektedir:
“–Kızım, adamcağızın çok ihtiyacı olmasa, akşam vakti, bu kışta-kıyâmette niye bu kadar dolaşıp dursun. Biz şu yoğurdu alalım da zavallı evine gitsin. Sen nasıl olsa yoğurtla yapacak bir şeyler bulursun. Bu şekilde belki garibin ihtiyacı görülmüş olur…”
MUHTACA YARDIM ETMENİN VE BORÇ VERMENİN FAZİLETİ
Hâsılı, bizim onların yerinde, onların da bizim yerimizde olabileceğini düşünerek dâimâ muhtaçların yardımına koşmalı, Allâh’ın rızâsını kazanmanın yollarını aramalıyız.
Yunus Emre Hazretleri, hayır yapmanın ve yoksullara ufacık da olsa bir yardımda bulunmanın karşılığını ne güzel ifâde eder:
Doğru yola gittin ise,
Er eteğin tuttun ise,
Bir hayır da ettin ise,
Birine bindir az değil.
Bir miskini gördün ise,
Bir eskice verdin ise,
Yarın anda sana gele,
Hak libâsın biçmiş gibi.
Diğer taraftan, borç verme fazîletini de yaşatmak mecbûriyetindeyiz. Yarın bâkî ikâmetgâha devrolunduğumuzda ne zenginin elinde böyle bir fırsat ne de muhtâcın elinde böyle bir ihtiyaç kalacaktır. Durumu müsâit olanlar, birtakım bahânelerle borç verme ibâdetini terk etmemeli, buna mukâbil borç alan kimseler de çeşitli sıkıntıları öne sürüp borcunu ihmâl ederek, bu fazîletli hasleti zedelemekten kaçınmalıdır.
Aynı şekilde yolda kalmışlara ihtimâm etmeli, onların duâlarını almaya çalışmalıdır. Zîrâ gurbette olan kimsenin gönlü Allâh’a daha yakındır. Bu sebeple de duâsı müstecâb olur. Cenâb-ı Hak yolculara o derece ehemmiyet vermiştir ki, ne kadar zengin de olsalar, yolda muhtaç duruma düştüklerinde zekât dahî alabileceklerini beyan buyurmuştur.
Hoca Ahmed-i Yesevî Hazretleri ne güzel söyler:
Nerde görsen gönlü kırık, merhem ol sen
Öyle mazlum yolda kalsa, hemdem ol sen
Mahşer günü dergâhına mahrem ol sen!..
.........
Akıllı isen, gariplerin gönlünü avla,
Mustafâ gibi ülkeyi gezip yetîm ara!..
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Faziletler Medeniyeti 2, Erkam Yayınları
YORUMLAR