Mükellefin Fiilleri Nelerdir?

Tasavvuf

Mükellef ne demek? Mükellefin fiilleri nelerdir? Ef’al-i mükellefîne (mükelleflerin fiilleri) örnekler.

Mükellef, “yükümlülük sahibi kişi” demektir. Dini emir ve yasaklara muhatap olan akıllı ve ergen müslümanı ifade eder. Kendi iradesiyle serbest hareket edebilecek yaşa gelen kimsenin konuşmaları, iş, amel ve davranışları İslâm nazarında belirli hükümlere bağlanmıştır. Fıkıh kaynaklarında “ef’âl-i mükellefîn” denilen bu fiillerden maksat, yükümlünün fiillerinin dinî hükümleridir.

MÜKELLEFİN FİİLLERİ (ef’âl-i mükellefîn)

Mükellefin fiilleri sekiz tanedir: Farz, vacip, sünnet, müstehap, mübah, haram, mekrûh ve müfsit. Bu sınıflandırma, Hanefî hukukçulara göredir. Diğer mezhep müctehitlerine göre ise bu sayı; vacip, mendup, haram, mekrûh ve mübah olmak üzere beştir.

1. Farz

Allah veya Rasûlü’nün, sübûtu ve delâleti kesin olan delillerle emrettiği fiillere “farz” denir. Buna göre farzlar, başka anlama gelme ihtimali bulunmayan âyet, mütevâtir veya meşhûr hadis, ya da icmâ gibi kesin delillerle sabit olur. Beş vakit namaz, ramazan orucu ve şartlarını taşıyanlar için zekat ve hac bu niteliktedir. Bunların farz oluşu konusunda, hem açık âyetler vardır, hem de Hz. Peygamber’in mütevâtir veya meşhur hadis gücünde söz ve uygulamaları bulunmaktadır.

Kur’an-ı Kerim’in birçok âyetinde “namaz kılınız, zekat veriniz” [1] namazda kırâati emreden ayette; “O halde Kur’an’dan kolayınıza geleni oku­yun” [2] buyurulması farza örnek verilebilir.

Farzın hükmü: Yapılması kesin olarak gereklidir. Terk eden dünya ve ahirete ait bir yaptırımla karşılaşır, farz olduğunu inkâr eden dinin sınırları dışına çıkar.

Farzlar; farz-ı ayn ve farz-ı kifâye olmak üzere ikiye ayrılır:

1) Farz-ı ayn: Her yükümlü müslümanın bizzat yerine getirmesi gerekli olan farzlardır. Bir kısım insanların işlemesiyle diğerlerinden yükümlülük kalkmaz. Beş vakit namaz, ramazan orucu, zekat ve hac böyledir.

2) Farz-ı kifâye: Yükümlü müslümanlara ayrı ayrı değil, topluca emredilen şeylerdir. Bir kısım müslümanlar bunu yerine getirince diğerleri sorumluluktan kurtulur. Savaşa katılmak, Kur’an-ı Kerim’i ezberlemek, şahitlik yapmak, iyiliği emredip kötülüğe engel olmaya çalışmak, toplumun ihtiyacı olan sanatları öğrenmek ve cenaze namazı kılmak gibi emirler bu niteliktedir. İslâm toplumundan bazı kişi veya gruplar bunları yerine getirince diğerlerinden sorumluluk kalkar. Farz-ı kifayenin sevabı yalnız onu işleyenlere aittir. Toplumda, bu farzı kimse yerine getirmezse, bütün toplum günahkâr olur.

Ancak bazı durumlarda kifaî vacip, aynîye dönüşebilir. Meselâ; bir yerde tek doktor varsa, hastaya müdahale etme görevi ona aynî farz olur. Yine bir olayı tek kişi görmüşse şahitlik yapması gerekir.[3]

2. Vacip

İslâm hukukçularının çoğunluğuna göre farzla vacip eşanlamlıdır. İkisi de aynı hükümlere tabidir. Hanefîlere göre, farz ve vacip birbirinden farklı anlam taşır. Vacip; Allah ve Rasûlü’nün, yükümlü müslümandan yapılmasını bağlayıcı bir şekilde istediği, fakat hakkındaki bu bağlayıcılığın zannî delil ile sabit olduğu fiildir. Fıtır sadakası, kurban kesme, vitir ve bayram namazları, namazda Fâtiha sûresini okumak gibi. Bütün bunlar Hanefîlere göre vaciptir; çünkü haber-i vahid ile, yani tek râvînin naklettiği ve bu yüzden zannî delil sayılan hadisle sabit olmuşlardır.

Vâcibin hükmü: Yapılması kesin olarak gereklidir, terk eden farzı terkedenden daha az bir cezayı haketmiş olur; vacip olduğunu inkâr edenin dinden çıktığına hükmedilmez. Böyle kimse sapıklıkta (dalâlette) kalmış sayılır. Namazın vaciplerinden birisini kasten terketmek harama yakın mekruhtur. Yanlışlıkla terketme veya geciktirme halinde ise, sehiv secdesi gerekir. Farzın terkinde ise namaz bozulur. Namazda rükûu terketmek gibi.

Vâcip; sübûtu kesin, delâleti zannî olan delille sabit olur. Bu delil, te’vile uğramış âyet veya hadis şeklinde olabilir. Meselâ; Kur’an-ı Kerim’de: “Rabbin için namaz kıl, kurban kes” [4] buyurulur. Burada, bayram namazı kılma ve kurban kesme emrinin muhatabı Hz. Peygamber’dir. Yani bunlar Rasûlullah (s.a.s) için farz hükmündedir. Ancak, emrin, diğer müslümanları kapsayıp kapsamadığı kesin değildir. Bununla birlikte, bu emirlerin diğer müslümanları da kapsadığı daha kuvvetli olan görüştür. Böylece sünnetten daha kuvvetli, fakat âyetteki delâletin kesin olmaması sebebiyle, farz derecesine ulaşmayan bir emir çeşidi ortaya çıkmış olur ki, buna vâcip denir.[5]

Meselâ; namazda hiç Kur’an-ı Kerim okunmaması namazı geçersiz kılar. Çünkü; “Kur’an-ı Kerim’den kolayınıza geleni okuyun” [6] buyurulması farziyet bildirir. Fakat Fâtiha sûresinin namazda okunmamış olması tek başına geçersizlik sebebi değildir. Bu sûrenin okunmamasında kerâhat olmakla birlikte namaz geçerlidir. Çünkü namazda Fâtiha sûresinin okunması hükmü zannî delil ile sabit olmuştur. Bu delil, Hz. Peygamber’in; “Fâtiha sûresini okumayanın namazı yoktur” [7] hadisidir. Bu hadis, haber-i vâhid niteliğinde olup, zannîdir. Çünkü, “Fâtiha okunmaksızın kılınacak namaz tam ve mükemmel olmaz” anlamını da ifade edebilir. Nitekim Hz. Âişe, Ebû Hüreyre ve Amr İbn Şuayb’ın babasından, onun da dedesinden ortaklaşa naklettikleri bir hadiste, “kendisinde Fâtiha’nın okunmadığı her bir namazın eksik olduğu ve tamam olmadığı” belirtilmiştir.[8] Bu rivâyet “Fâtihasız namaz yoktur” hadisini açıklamaktadır.

3. Sünnet

Sünnet sözlükte; iyi ahlâk, iyi huy, yol, Allah Tealâ’nın kanunu, hal ve gidiş, alışılmış yol demektir. İyi veya kötü yolda gidiş, anlamını şu hadiste görmek mümkündür: “Kim güzel bir âdeti başlatırsa, kendisine hem o davranışın hem de kıyamete kadar onu örnek alan kimselerin sevabı verilir. Yine kim kötü bir âdeti başlatırsa, kendisine hem o davranışın, hem de kıyamete kadar onu örnek alan kimselerin günahı yüklenir.” [9]

Sünnet, fıkıh usûlü terimi olarak, Hz. Peygamber’den nakledilen söz, fiil ve takrirlerdir.

Sünnet; müekked, gayri müekked ve zevâid sünnet olmak üzere üçe ayrılır:

1) Müekked sünnet: Hz. Peygamber’in sürekli olarak yaptığı, fakat arada bir terk ettiği, farz ve vacip olmayan amellerdir. Bu çeşit sünneti yerine getiren sevap kazanır. Terkeden ise cezayı hak etmemekle birlikte, kınama ve azarlanmaya müstehak olur.

Sabah, öğle ve akşam namazlarının sünnetleri, abdest alırken ağıza su vermek müekked sünnetlerdendir. Bu çeşit sünnete “sünnet-i hüdâ” da denir.

2) Gayri müekked sünnet: Hz. Peygamber’in çok defa edâ edip, bazen terkettiği sünnetlerdir. İkindi ve yatsı namazlarının ilk sünnetleri gibi. Gayri müekked sünnetlere, müstehap veya mendup isimleri de verilir.

Bu gruba giren sünneti yapan sevap kazanır, terkeden kınama ve azarlamaya müstehak olmaz.

3) Zevâid sünnet: Hz. Peygamber’in bir insan olması itibariyle yaptığı, Allah Teâlâ’dan bir tebliğ veya Allah’ın dinini açıklama niteliği taşımayan beşerî fiillerdir. Allah elçisinin yeme, içme ve giyimde izlediği yol, beyaz giysiyi tercih etmesi, saç ve sakalını kına ile boyaması bu niteliktedir.

Zevâid sünnetin hükmü: Mü’min, Hz. Peygamber’e sevgi, saygı ve bağlılığından dolayı, onun gibi yer, içer ve giyinirse ecir kazanır. Bu fiilleri terkeden ise kötü bir davranışta bulunmuş sayılmaz.

Hanefîler dışındaki çoğunluk İslâm hukukçuları yukarıdaki üç çeşit sünneti ve Kur’an-ı Kerim’deki farz ve vacip niteliğinde olmayıp; işlenmesi kesin olarak emredilmeyen hükümleri de kapsamak üzere “mendûp” terimini kullanmışlardır.

4. Müstehap

Sevimli olan, tercih edilen, güzel görülen amel demektir. Hz. Peygamber’in bazan işleyip, bazan terk ettiği, selef-i salihînin sevip işlediği ve önem verdikleri işlere müstehap denir. Bazı nafile namaz ve oruçlar bu niteliktedir. İbadetlerin yapılışında; farz, vacip ve sünnetlerin dışında kalan ve müstehap çeşidine giren işler vardır.

Sabah namazının, ortalık aydınlanıncaya kadar, sıcak mevsimde öğle namazının serin vakte kadar geciktirilerek kılınması, akşam namazında ise acele edilmesi, yine namaz kılarken üst giysiyi açık bulundurmayıp düğmelemek gibi davranışlar müstehaba örnek verilebilir.

Müstehabın hükmü: İşlenmesinde sevap olup, terkinde kınama bulunmamasıdır. İbn Âbidîn (ö. 1252/1836); mendup, müstehap, nâfile ve tatavvu’ terimlerinin eş anlamlı olduğunu, bunları terketmenin, “evlâ olanı terk (daha uygun olanı bırakmak)” anlamına geleceğini, bazı hallerde de, bunları terkedenin mekrûh bir iş yapmış sayılabileceğini belirtir.[10]

5. Mübah

Allah Teâlâ’nın veya Rasûlü’nün, yapıp yapmama konusunda müslümanı serbest bıraktığı fiile “mübah” denir. “Helâl”, “caiz” ve “mutlak” sözcükleri mübahla eşanlamlı olarak kullanılır.

Eşyada asıl olan mübahlıktır. Hakkında bir hüküm gelmemiş olan şeyler helaldir. Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulur: “O Allah ki, yerde olanların hepsini sizin için yarattı” [11] “Allah’ın göklerde ve yerde olanları sizin emrinize verdiğini ve size açık ve gizli nimetlerini bolca ihsan ettiğini görmez misiniz?” [12] Bu âyetlerden yerde ve gökte olanların, insanların yararlanması için yaratıldığı açıkça anlaşılmaktadır. Yenilmesi, içilmesi veya kullanılması âyet veya hadislerle yasaklanmamış olan şeyler helâl ve caizdir. Bunlar, insan için yararlı olan şeylerdir. Haramlar ise zararlı olanlardır.

Bir şeyin mübah ve helâl oluşu şu yollardan birisiyle sabit olur:

1) Helâl olduğuna dair nass (âyet-hadis) bulunması. Temiz şeyleri yiyip içmek gibi. Âyette şöyle buyurulur: “Bugün, size temiz olan şeyler helâl kılındı. Kendilerine kitap verilenlerin yemeği size helâl, sizin yemeğiniz de onlara helâldir.” [13]

Bir şeyin mübah oluşu; vakit ve çeşidini tayinle ilgilidir. Meselâ, yemek zamanını ve çeşidini seçmek mübahtır. İnsan dilediği zaman, kendisine helâl olan bir kadınla evlenebilir. Kişi nezih bir şekilde eğlenebilir. Ancak bütün vaktini eğlence ile geçirmesi caiz olmaz.

2) Günah olmadığının bildirilmesi. Nasslarda günah, sıkıntı veya sakıncanın bulunmadığının bildirilmesi, o fiilin helâl olduğunu gösterir. Âyet-i kerîmelerde şöyle buyurulur: “Allah, size ancak leş, kan, domuz eti ve Allah’tan başkası adına kesileni haram kıldı, fakat kim darda kalırsa, başkasının hakkına saldırmadan ve zarûret sınırını aşmadan bunlardan yemesinde günah yoktur.” [14] “Böyle (iddet beklemekte olan) kadınlara evlenme isteğinizi üstü kapalı biçimde bildirmenizde veya bu isteği içinizde gizli tutmanızda size günah yoktur.”[15] “Köre vebal yok, topala vebal yok, hastaya vebal yok (bunlar yapamadıklarından dolayı günahkâr olmazlar), size de kendi evlerinizden... yemenizde güçlük (sakınca) yoktur.” [16]

3) Emir sîgasının vücub değil, mübahlık bildirmesi. Şu âyet buna örnek verilebilir: “Allah’ın (verdiği) rızıktan yiyin, için.” [17]

4) Bir fiille ilgili hiçbir hükmün bulunmaması. İstishâb deliline göre, “eşyada kural mübahlıktır.”

Mübahın hükmü: Yapılmasında da yapılmamasında da sevap veya günah bulunmaz. Müslüman mübahı işleyip işlememe konusunda serbest bırakılmıştır.[18]

6. Haram

İslâm dininde kesin olarak yapılmaması istenilen fiile “haram” denir. Haramın âyet, mütevatir veya meşhur hadisle sabit olması, kesin ve bağlayıcı şekilde yapılmaması istenen bir fiil niteliğinde olması gerekir. Hanefîler dışındaki çoğunluk İslâm hukukçularına göre, haram zannî delil sayılan haber-i vâhidle de sabit olabilir. Hanefîler, haber-i vâhidle kesin ve bağlayıcı şekilde yasaklanan fiile “tahrîmen mekruh”, kesin ve bağlıyıcı olmayan yasaklamaya ise “tenzîhen mekruh” derler.

Allah ve Elçisi’nin bir şeyi yasaklaması şu tarzlarda olabilir:

1) Haramlık bildiren sözcükle. Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulur: “Size analarınız, kızlarınız, kız kardeşleriniz... (ile evlenmeniz) haram kılındı. [19] “Dövülerek öldürülmüş, yukarıdan düşmüş, boynuzlanmış ve yırtıcı hayvan tarafından parçalanarak murdar olmuş olan hayvanlar.... size haram kılındı.” [20] Bu ve benzeri âyetlerde bir şeyin yasaklanması, açıkça “haram” sözcüğü ile ifade edilmiştir.

2) Helal olmadığının bildirilmesi ile. “Artık bundan sonra senin için başka kadınlar helâl değildir.” [21] Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Müslüman bir kimsenin malını onun gönül rızası olmaksızın almak helâl olmaz.” [22]

3) Yasaklama bildiren sözcüklerle. “Zinaya yaklaşmayın. Çünkü o rezilliktir, kötü bir yoldur.” [23] âyetinde böyle bir yasaklama vardır.

4) Sakındırma ifade eden bir sözcükle. “Ey iman edenler! Şarap, kumar, dikili taşlar (putlar) ve şans okları, sadece şeytanın işinden birer pisliktirler. Bunlardan kaçının ki, kurtuluşa eresiniz.” [24] Bu âyetteki “kaçının” sözü, sayılanlara yaklaşmayı yasaklayarak, daha güçlü bir üslupla haram hükmü bildirmiştir.

Haramın çeşitleri:

Bir şeyin haram kılınmasının esası, o şeyin zararlı olmasıdır. Bir haramdaki zarar ya bizzat yasaklanan fiilin kendisinden kaynaklanır veya dolaylı yoldan bir sebebe dayanır. Buna göre haram doğrudan veya dolaylı yoldan olmak üzere ikiye ayrılır:

a) Bizzat haram (haram lizâtihî): Allah ve Rasûlü’nün geçici bir sebebe dayalı olmaksızın, baştan itibaren ve temelden haram kıldığı fiildir. Zina, hırsızlık, ölü hayvan etini satma, mutlak evlenme engeli bulunanlarla evlenme gibi. Bunlardaki zarar, kendi bünyelerindeki kötülüğe dayanır. Doğrudan haramlar genel olarak; mal, can, akıl, din ve nesilden ibaret olan beş unsuru korumak amacıyla yasaklanan fiillerdir.

Bizzat haramın hükmü; fiilin temelden meşru sayılmamasıdır. Yükümlü müslüman bu fiili işlerse herhangi bir hukuki hak doğmaz. Sadece cezaî müeyyide söz konusu olur. Meselâ, zina fiili, nesep ve mirasçılığın sabit olması için sebep teşkil etmez. Fakat usûlüne göre sâbit olursa ceza uygulanır. Hırsızlık fiili de, hırsıza çalınan mal üzerinde mülkiyet hakkı vermez. Bu çeşit haram zarûret bulunmadıkça çalan kimseye mübah olmaz.

b) Dolaylı haram (haram ligayrihî): Temelde meşru olduğu halde, haram kılınmasını gerekli kılan geçici bir durumla bağlantılı olan fiildir. Meselâ, bir kadının avret yerine bakmak haramdır, çünkü zinaya yol açması muhtemeldir. Zina ise bizzat haramdır. Yine, cuma namazı sırasında, cuma namazı ile yükümlü erkeklerin alış-veriş etmesi yasağı, dolaylı bir haramdır.[25] Buradaki yasaklama, insanı namazdan alıkoyduğu için sınırlı bir süre, dış sebepten ötürü olan bir yasaklamadır.

Dolaylı haramın hükmü: Bu çeşit haram ihtiyaç karşısında mübah olur. Sözgelimi, bir kadının avret yerine bakmak haramdır, ancak tedavi için ihtiyaç varsa ve uzman kadın doktor bulma imkânı da yoksa, bir bayanı erkek doktorun muâyene etmesi mübah olur.

Harama eş anlamlı olarak; mâsiyet ve günah terimleri de kullanılır. Haramı inkâr eden dinin sınırları dışına çıkar.[26]

7. Mekruh

Allah Teâlâ ve Rasûlü’nün, yapılmamasını kesin ve bağlayıcı olmayan bir tarz ve üslupla istediği fiile mekruh denir. Haramla mekruh arasında bazı ortak noktalar vardır. Her ikisi de yasaklanan ya da hoş karşılanmayan veya çirkin olan fiilleri ifade eder. Ancak haram ve mekruh kavramları Hanefîlerde, diğer mezheplere göre bazı farklılıklar gösterir.

Şöyle ki, haram; âyet, mütevatir veya meşhur sünnetle kesin ve bağlayıcı şekilde yapılmaması istenen fiili ifade ederken mekrûh; yine bu delillerle fakat kesin ve bağlayıcı bir şekilde yasak ifade etmeyen bir üslupla veya haber-i vâhid gibi zannî bir delille sabit olan yasak fiilleri kapsamına alır.

Mekruh tahrîmen ve tenzihen olmak üzere ikiye ayrılır:

1. Tahrîmen mekruh:

Allah ve Rasûlü’nün, yapılmamasını kesin ve bağlayıcı tarzda istediği fiil olmakla birlikte, bu istek haber-i vahid gibi zannî bir delil ile sabit olmuşsa buna “tahrîmen (harama yakın) mekruh” adı verilir. Şu hadisi buna örnek verebiliriz: “Kişi, kardeşi izin vermedikçe, onun alış-verişi üzerine alış-verişe girişmesin ve dünür üstüne dünürlük yapmasın.” [27] Bu hadiste “satış üstüne satış” ve “dünürlük üstüne dünürlük” kesin bir üslupla yasaklanmaktadır. Bunun hükmünün haram olması gerekirken, bu hadisin haber-i vâhid olması yüzünden, hüküm “tahrîmen mekruh” sayılmıştır.

Tahrîmen mekruhu işlemek cezayı gerektirir, fakat bunu inkâr eden dinden çıkmaz.

2. Tenzîhen (helâla yakın) mekruh:

Allah Teâlâ’nın ve Rasûlü’nün koyduğu yasağın, kesin ve bağlayıcı nitelikte olmaması halinde, fiil “tenzîhen mekruh” adını alır. Namaz için mescide gidecek kimsenin soğan veya sarımsak yemesi gibi. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Soğan ve sarımsak yiyen kimse, mescidimize gelmesin, evinde otursun.” [28] Hadis-i şerifte, çevrenin rahatsız edilmemesi için bir önleme dikkat çekilmiştir. Kokusu topluluğu rahatsız ve huzursuz eden, aşırı ter, çorap vb. çirkin kokuların da hadis kapsamında düşünülmesi mümkündür.

Tenzîhen mekruhu işlemek cezayı ve kınanmayı gerektirmez. Fakat üstün ve faziletli olan şekle aykırıdır. Ancak her iki mekruhu terkeden kimse övülür. Hanefîler dışındaki mezhep imamları Hanefîlerin tahrîmen mekruh saydıkları fiilleri de haram kapsamına alırlar. Onlar, haram anlamında yasak edilmediğine dair işaret bulunan fiiller için, yalnız “mekruh” terimini kullanırlar.

Hanefîlerde, tahrîmen mekruh vacibin, tenzîhen mekruh ise mendubun karşıtıdır.[29]

8. Müfsit

Bir ibadeti bozan veya bir muâmeleyi sakatlayan fiil veya eksikliğe “müfsit” denir. Fesat kökünden ism-i fâildir. Sıhhat, fesat ve butlan birbiriyle ilgisi olan terimlerdir. Sahîh, fasit ve bâtıl ayırımı, bir kimsenin yaptığı fiiller için, şer’an gerekli olan rükün ve şartları taşıyıp taşımamasına göre yapılan bir nitelendirmedir. Kendisine birtakım hükümler bağlanan meşru fiiller ya ibadet, ya da muameleler kabilinden olur. Şâri’, bu fiiller için birtakım rükünler ve şartlar koymuştur.

İşte, ister ibadetlerden, ister muamelelerden olsun, şer’an belirlenmiş olan rükun ve şartlarına uygun olarak yapılan ibadet veya muameleye “sahih” denir. “Muteber”, “câiz”, veya “geçerli” terimleri de aynı anlamı ifade eder.

İbadetlerde fasit ve batıl aynı anlamda kullanılır. Rükün veya şartlarından birisi eksik olan ibadet “batıl” veya “fasit” olur. Bunun için “gayri sahih” veya “muteber değildir”, “geçerli değildir” gibi ifadeler de kullanılabilir. Meselâ, secdesiz bir namazda rükün; abdestsiz kılınan bir namazda şart eksik olduğu için namaz fasit olur, yani namazın yeniden kılınması gerekir. Bu konuda mezheplerin görüş birliği vardır.

Çoğu İslâm hukukçularına göre; ibadetlerde olduğu gibi, muamelelerde de fasit ve batıl eşanlamlıdır. Eksiklik akdin ister rükünlerinde olsun, isterse şartlarında bulunsun sonuç değişmez. Meselâ, akıl hastasının yapacağı satım akdi veya bedeli ödeme tarihi belirlenmeksizin yapılacak veresiye satış, hukuki bir sonuç doğurmaz. Bu akde, “batıl” denebileceği gibi “fasit” de denir.

Hanefîlere göre, muamelât konularında fasitle batıl farklı anlamda kullanılır. Akdin icap, kabul ve konu gibi ana unsurlarındaki bir eksiklik, akdi batıl kılarken, eksiklik, akdin rüknüne ilişkin olmaksızın, diğer şartlardan birisinde olsa, akit fasit olur. Rükünleri ve esas unsurları mevcut olduğu için, böyle bir akde bazı sonuçlar bağlanır. Meselâ, taraflarca bilinmeyen bir bedel karşılığında yapılan satış akdi, fasit bir şart taşıyan satış sözleşmesi ve şahitsiz nikah akdi birer fasit hukuki muameledir. Hanefîler bunlara “batıl” demezler ve birtakım hukukî sonuçlar bağlarlar. Meselâ, fasit bir satış akdinde, alıcı satıcının açık veya kapalı muvâfakatı ile satış konusu malı teslim almış ise, bu mal üzerinde müşteri lehine mülkiyet hakkı sabit olur, fakat müşterinin bu maldan yararlanması -akitteki eksiklik giderilip akit sahih hale dönüşmedikçe- helâl olmaz. Fasit bir nikah akdinde, eğer zifaf meydana gelmişse, kadın mehre hak kazanır, ayrıldığı zaman iddet beklemesi gerekir ve doğacak çocuğun nesebi sabit olur. Ancak nikâh akdi sahih hale dönüşmedikçe, tarafların bu nikâhla karı koca hayatı yaşamaları helâl olmaz, nafaka gerekmez ve taraflar arasında mirasçılık cereyan etmez.[30]

Dipnotlar:

[1]. Bakara, 2/43, 83, 110; Nisâ, 4/77, 103; Hac, 2278; Nûr, 24/56.

[2]. Müzzemmil, 73/20.

[3]. Tehânevî, Keşşâf, II, 1126; Meydânî, Lübâb, I, 6; Ömer Nasuhi Bilmen, İstilâhât-ı Fıkhiyye Kâmusu, İst., 1967, I, 33.

[4]. Kevser, 108/2.

[5]. Elmalılı, Hak Dini Kur’an Dili, İstanbul 1938, VIII, 6200 vd.; Zekiyyüddin Şa’ban, Usûlü’l-Fıkh, Terc. İbrahim Kâfî Dönmez, Ankara 1990, s.207-213.

[6]. Müzzemmil, 73/20.

[7]. Tirmizî, Mevâkîtu’s-Salât, 69, 115; İbn Mâce, İkâme, 11.

[8]. İbn Mâce, İkâme, 11, H. No: 838, 840, 841.

[9]. Müslim, İlim, 15, Zekat, 69; İbn Mâce, Mukaddime, 14; Dârimî, Mukaddime, 44.

[10]. İbn Âbidîn, Reddü’l-Muhtâr, I, 115

[11]. Bakara, 2/29.

[12]. Lukmân, 31/20.

[13]. Mâide, 5/5.

[14]. Bakara, 2/173.

[15]. Bakara, 2/235.

[16]. Nur, 24/62.

[17]. Bakara, 2/60.

[18]. Geniş bilgi için bk. Şâtibî, Muvâfakât, Ticâriyye ve Munîr, Dımaşk tab’ı, I, 141, 142; Şevkânî, İrşâdü’l-Fuhûl, Kâhire 1347, s. 6; Ebû Zehra, age, s. 57 vd., Zekiyyüddin Şa’ban, age, s. 220, 221; Zühaylî, el-Fıkhu’l-İslâmî ve Edilletüh, I, 53.

[19]. Nisâ, 4/23.

[20]. Mâide, 5/3.

[21]. Ahzâb, 33/52.

[22]. Ahmed İbn Hanbel, Müsned, V, 72.

[23]. İsrâ, 17/32.

[24]. Mâide, 5/90.

[25]. Cum’a, 62/9.

[26]. Gazzalî, Mustasfa, Bulak 1322, II, 31; Pezdevî, Usûl, Keşfu’l-Esrâr kenarında, İstanbul 1308, I, 66; İbnü’l-Hümâm, Tahrîr, Kahire 1316-1317; I, 329; Ebû Zehra, age, s. 43 vd. Z. Şa’ban age, s. 215 vd.

[27]. Buhârî, Nikâh, 45; Müslim, Büyû’, 8, Nikâh, 38, 49, 52, 54, 56.

[28]. Buhârî, Ezân, 160; Ebû Dâvud, Et’ime, 41.

[29]. bk. İbnu Rüşd, Bidâyetü’l-Müctehid, Kâhire 1952, II, 167, 168; Zühaylî, age, I, 53, II, 263-264, IV, 240; Ebû Zehra, age, s. 45, 46; Z. Şa’ban age, s. 217 vd.

[30]. Serahsî, Mebsût, XIII, 8 vd.; Kâsânî, Bedâyiu’s-Sanâyi, V, 169, 174, 234, 300-304; İbnü’l-Hümâm, Fethu’l-Kadîr, V, 137, 186. 222 vd.; Hamdi Döndüren, İslam Hukukuna Göre Alım Satımda Kâr Hadleri, s.101-103; Delilleriyle İslam Hukuku, İstanbul 1983, s.250 vd.; Ebû Zehra, age, s 47 vd; Şa’ban, age, s, 232 vd.

Kaynak: Prof. Dr. Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslam İlmihali, Erkam Yayınları