Mükemmel Mü’minin İki Özelliği
Peygamber Efendimizʼin Tebükʼteki hutbesinden kısaca bir bölüm...
Bu bayramlar, o son nefes bayramına hazırlık olmuş olacak.
“Şüphesiz, Rabbimiz Allahʼtır deyip, sonra dosdoğru (Rasûlullah Efendimizʼin izinde yürüyenler için) melekler iner, onlara; «Korkmayın, üzülmeyin, Allâhʼın size vaad ettiği Cennetlerle sevinin.» derler.” (Bkz. Fussilet, 30)
Cenâb-ı Hak bu âyetin şümûlüne girenler için, onların istikâmetini bildiriyor, yine âyet-i kerîmede. Fussilet Sûresi 33. âyet:
“İnsanları Kurʼân ile Allâhʼa dâvet eden (yani Kurʼân ile yaşayan. Kim en çok Kurʼân ile yaşayan? Allah Rasûlü… Allâhʼa dâvet eden), amel-i sâlihler işleyen (bütün Sünnet-i Seniyyeyi, bütün muhtevâsıyla îfâ eden), ben Müslümanlardanım diyen (bir İslâm karakteri, bir İslâm şahsiyeti tevzî eden)den kimin sözü daha güzeldir?” (Fussilet, 33) buyuruyor Cenâb-ı Hak.
İşte o son nefes bayramını elde etme…
Fâtihaʼnın içinde de dâimâ; اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ diyoruz. “Yâ Rabbi, ancak Sana kulluk yaparız ve ancak Senʼden yardım dileriz.” (el-Fâtiha, 5)
Yine اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ diyoruz. “Nîmet verdikleri.” (el-Fâtiha, 7) Kimler nîmet verdikleri? Âyet-i kerîmede (bkz. en-Nisâ, 69):
“en-Nebiyyîn.” Demek ki peygamberler… Peygamberlerin hayatlarını iyi öğreneceğiz, zâhir ve bâtın. Onlar nasıl yaşadılar? Dünyayı nasıl gördüler? Âhireti nasıl müşâhede ettiler?
“es-Sıddîkîn.” Sâdıklar, doğrular, eğrilmeyenler, bükülmeyenler, yamulmayanlar. Hak istikâmetinde bunlar ne şekilde yaşadı? “اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ” O sâdıklar gibi olabilmek.
“eş-Şühedâ.” Fedakâr bir müʼmin olabilmek.
“es-Sâlihîn.” Sâlihlerden olabilmek. Yusuf -aleyhisselâm-ʼın duâsı:
تَوَفَّنِى مُسْلِمًا وَاَلْحِقْنِى بِالصَّالِحِينَ
“…(Yâ Rabbi!) Beni, müslüman olarak canımı al ve sâlihlere ilhâk eyle.” (Yûsuf, 101)buyuruyor.
Yine Cenâb-ı Hak;
Bilenlerle bilmeyenler kimler?
Biz dünyaya niçin geldik?
Neyi bilmek için geldik?
Bütün ilimlerde bulunan şey, Cenâb-ı Hakkʼın koyduğu kâideleri bildiriyor. Peki o kâidenin sahibini ne kadar tanıyoruz? Ne kadar Oʼna bir kulluk hâlindeyiz? Ne kadar Oʼna bir teşekkür hâlindeyiz?
İlim denilen nedir? İlim, eğer Cenâb-ı Hakkʼı bilebilirsek, ilim bir fayda verir. Yoksa eğer Cenâb-ı Hakʼtan uzaklaştıran bir mâlumatla doluysak, zihni bilgiyle depo etmişsek, o bizi Allâhʼa götürmüyorsa, nefsânî arzuların zebûnu etmişse, o ilim “اَلْعِلْمُ لَا يَنْفَعُ (faydasız ilim)” Allah Rasûlü buyuruyor:
“Fayda vermeyen ilimden yâ Rabbi Sana sığınırım.” buyuruyor. (Müslim, Zikir, 73)
Yine âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak, Fâtır Sûresiʼnde:
“…En çok âlimler Allahʼtan korkar.” (Fâtır, 28) buyuruyor.
Yine Enfal Sûresiʼnde:
“…Allah anıldığı zaman وَجِلَتْ قُلُوبُهُمْ / kalpleri titrer.” (el-Enfâl, 2) buyuruyor. “…Allâhʼın âyetleri okunduğunda îmanları artar...” (el-Enfâl, 2) buyuruyor. “…(Değişen şartlarda) tevekkül (ve teslimiyet) içinde olurlar.” (el-Enfâl, 2) buyruluyor.
“Namazlarını ikâme ederler/hakkıyla kılarlar…” (el-Enfâl, 3) Kalp ve beden âhengi içinde.
“…Verdiğimiz nîmetlerden de infak ederler.” (el-Enfâl, 3) buyruluyor.
Peygamberler ve sâlihler; bilenler onlar. Gece hayatı nasıldı onların? سَاجِدًا وَقَائِمًا / “…Secde ve kıyam hâlinde…” (ez-Zümer, 9) seherlerde olabilmek.
O Ramazandaki -inşâallah- o imsak vaktindeki o huzur hâlini, ibadet hâlini devam ettirmemiz… Teheccüd namazımızla, Kur'ân-ı Kerîmʼle zikre devam etmemiz…
Diğer bir husus, kalbimiz ne şekilde olacak? يَحْذَرُ الْاٰخِرَةَ / “…Âhiret endişesi…” (ez-Zümer, 9)
Var mı kurtulacak bir yer? Mezardan korunacak bir yer var mı? Ömrünü uzatmanın imkânı var mı? Ben iki yüz sene yaşayayım, elinde mi? Yarını biliyor muyuz?
“Yarın diyenler helâk oldu.” buyruluyor.
Her geçen bir cenâze arabası içine, o bir tahta kundağın içine baktığımız zaman, düşüneceğiz: O tahta kundağın içinde ben olabilirdim bugün.
Gazâlî Hazretleri buyuruyor ki:
“Bugün sen öldüğünü farzet.” diyor. Bugün milyonlarca kişi öldü, sen de öldüğünü farzet diyor. “Ne kadar eyvah, vah vah, keşke diyeceksin.” diyor. “Allâhʼın sana bundan sonra verdiği ömrü bir nîmet bil.” diyor. Ona göre bir istikâmette bulun…
Cenâb-ı Hak يَحْذَرُ الْاٰخِرَةَ buyuruyor. “…Onlar âhiret endişesi içinde olurlar...” (ez-Zümer, 9)
Cenâb-ı Hak;
وَلَا تَمُوتُنَّ اِلَّا وَاَنْتُمْ مُسْلِمُونَ “…Ancak müslümanlar olarak can verin!” (Âl-i İmrân, 102) buyuruyor. O da bir sefere mahsus.
“Siz Allâhʼın dînine yardım ederseniz (yaşarsanız, yaşatırsanız) Allah da size yardım eder, ayaklarınızı kaydırmaz.” (Muhammed, 7) buyruluyor.
Üçüncüsü:
وَيَرْجُوا رَحْمَةَ رَبِّهِ
(“…Rabbinin rahmetini dilerler…” [ez-Zümer, 9])
Kul dâimâ Cenâb-ı Hakʼtan rahmet dilenecek. O ilâhî rahmet kapısının sâili olacak. Hep Kur'ân-ı Kerîmʼe, âyetlere baktığımızda hep peygamberler Cenâb-ı Hakʼtan bir ilticâ hâlinde. Ki hepsi mâsum. Hepsi Cennetʼle müjdeli olduğu hâlde.
Demek ki bu üç vasfı:
‒Bir gece hayatı…
‒Dâimâ bir âhiret endişesi, esas hayatın âhiret hayatı olması…
‒Cenâb-ı Hakkʼa istediğin kadar ibadetin olsun, istediğin kadar kulluğun olsun, âciziz Cenâb-ı Hakkʼın verdiği lûtuflar karşısında. Kul Cenâb-ı Hakkʼa karşı dâimâ bir tazarruda bulunacak.
Ve bilhassa Yûsuf -aleyhisselâm-ʼın (duâsında):
تَوَفَّنِى مُسْلِمًا وَاَلْحِقْنِى بِالصَّالِحِينَ
“(Yâ Rabbi) benim müslüman olarak canımı al ve beni sâlihlere ilhâk eyle.” (Yûsuf, 101) buyruluyor.
İşte tek huzur, dünyada da kabirde de, onu elde edebilmek:
اَلَا بِذِكْرِ اللهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ
(“Biliniz ki, kalpler ancak Allâh’ın zikriyle huzur bulur.” [er-Ra‘d, 28])
Kalbin Cenâb-ı Hakʼla o beraberliği yaşayabilmesi…
Okunan âyet-i kerîme, sohbetin başında: Cenâb-ı Hak burada bizim bir biat etmemizi istiyor. Kendisine biat etmemizi istiyor. Bir de îmânımızı test etmemizi istiyor. Okunan âyet-i kerîmede:
“Allah müʼminlerden mallarını ve canlarını kendilerine verilecek Cennet karşılığında satın almıştır…” (et-Tevbe, 111) buyuruyor.
Kabirde bu pazar yok. Âhirette de bu pazar yok. Bu pazar yalnız dünyada.
“…Mallarını ve canlarını kendilerine verilecek Cennet karşılığında satın almıştır…” (et-Tevbe, 111)
Demek ki Cenâb-ı Hak bize bu canı niye verdi? Bu malı niye verdi? İmkânları niye verdi? Bunu insan tefekkür edecek.
Bana verdi, bana bu kadar verdi, öbürüne vermedi. Bana çok verdi, öbürüne az verdi. Yahut bana az verdi, öbürüne çok verdi.
Demek ki herkesten ayrı ayrı bir, Cenâb-ı Hak biat istiyor, îmânını test etmesini arzu ediyor.
Burada “can” ve “mal” geliyor esas. Demek ki can ve mal, Allah yolunda seferber edilecek kulluk için.
Bir kimsede hem can var hem mal var. İkisi de Allah yolunda seferber edilecek. Birini verdi, ben kurtuldum, değil; ikisini de verecek.
İşte Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-. Hem fedâ-yı can hâlindeydi, hem de mallarını devamlı infak hâlinde, devamlı köle âzâd ediyordu.
Abdurrahman ibn-i Avf Hazretleri. Hem canıyla hem malıyla bir infak hâlindeydi.
Ebû Hayseme vardı, yine varlıklı bir sahâbî idi. Tebükʼe geç kaldı, geç gitti Tebükʼe. Efendimiz onu görünce sevindi.
“‒Ebû Hayseme! Neredeyse helâk oluyordun!” buyurdu. Canını kullanmadığı için. (Bkz. İbn-i Hişâm, IV, 174; Vâkıdî, III, 998)
Can var, mal yok kiminde. Canı var, güç, kuvvet var, mal yok. Burada Vâsile bin Eskâ var. Yine bu Tebük Seferiʼnde “sâatüʼl-usra” zor bir sefer… Baktı hiçbir Tebükʼe gidecek gücü yok. Bin kilometre gidecek. Ne devesi var, ne azığı var. Medîne meydanında haykırdı:
“‒Beni, dedi, Tebükʼe kadar götürecek içinizde bir kimse var mı?” dedi. “Bunun ben bedelini Tebükʼte ödeyeceğim.” dedi.
Yine bir sahâbî:
“‒Gel, bir devem var, beraber gideriz.” dedi.
Tebükʼte üç tane deve ganimet düştü kendisine.
“‒Gel kardeşim!” dedi. “Ben sana Tebükʼte ödeyecektim, söz verdim. Al, üç tane deveni al.” dedi.
O da dedi ki:
“‒Kardeşim, dedi, ben seni üç tane deve almak için buraya getirmedim.” dedi. “Allah rızâsını tahsil etmek için getirdim.” dedi. (Bkz. Ebû Dâvud, Cihâd, 113/2676)
Yine Ebû Akil var. Yine bu Tebük Seferiʼnde -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; “Herkes ne gücü varsa getirsin, buyurdu, zor bir sefer, dedi. Ebû Akil de bir hurma bahçesinde çalıştı o gün. İki ölçek hurma aldı, birini âilesine bıraktı. Birini getirdi Allah Rasûlüʼnün önüne koydu.
Yine Tevbe Sûresiʼnin 92. âyetinde; 7 kişi geldi:
“‒Yâ Rasûlâllah! Biz Tebükʼe gideceğiz, ne devemiz var, ne azığımız var, ne bir şeyimiz var, hiçbir şeyimiz yok! Bize yardım et.” dedi.
Allah Rasûlüʼnün zâten yapacak bir şeyi yoktu. Âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak buyuruyor:
“Onlar, ağlaya ağlaya gittiler, döndüler.” diyor.
Tabi ondan sonra üç sahâbî şey buluyor (binek) devam ediyorlar.
Velhâsıl kul, Allah mal verdi ve can verdi, ikisinin de gayreti olacak. Can vermedi, can zayıf, mal verdi; yine buna da şey (misal) var:
Yine Tebük Seferiʼnde, âileler, hanımlar, huliyyâtlarını getirdiler. Hattâ Hazret-i Osman -radıyallâhu anh-ʼın zevcesi bütün huliyyâtını döktü.
Velhâsıl Cenâb-ı Hak bu âyette bizim îmânımızı test etmemizi istiyor, bu imtihan dünyasında. Ki hakîkî bayrama, son nefes bayramına kavuşabilelim.
Yine âyet-i kerîmede buyruluyor:
لَنْ تَنَالُوا الْبِرَّ حَتّٰى تُنْفِقُوا مِمَّا تُحِبُّونَ
(“Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda sarf etmedikçe, birrʼe (hayrın kemâl noktasına) eremezsiniz…” [Âl-i İmrân, 92])
Sevdiklerinizden vermedikçe Allâhʼa yaklaşamazsınız, buyruluyor. Bir fânîye ne kadar veriyoruz? Kendine ne kadar veriyorsun? Kendinin dışındakilere ne kadar veriyorsun? O fânîye veriyorsun ama, esâsında Allâhʼa veriyorsun. Cenâb-ı Hak:
يَأْخُذُ الصَّدَقَاتِ (“…Sadakaları (Allah) alır…” [et-Tevbe, 104]) Ben alırım sadakaları, buyuruyor.
Yine hadîs-i şerîfte:
“Verdiğiniz sadaka baştan Allâhʼın eline geçer (mecaz tabi), Allâhʼın elinden verdiğiniz kimsenin eline geçer.” buyruluyor. (Münâvî, Künûzü’l-Hakâik, s. 34)
Kâmil müʼminin iki tane fârik vasfı olacak:
1. Tâzim li-emrillâh: Allâhʼın bütün emirleri büyük bir huşû, vecd içinde, istiğrak hâlinde îfâ edilecek. İbadetine dikkat edecek. Ticârî hayatına dikkat edecek. Ailevî hayatına dikkat edecek. Çoluk-çocuğunu nasıl yetiştiriyor, dikkat edecek. Dâimâ düşünecek: Allah Rasûlü benim bu hâlimi göre bana tebessüm eder miydi? Ashâb-ı kirâmın tek endişesi buydu.
2. Şefkat alâ halkillah: Allah bütün mahlûkâtı, insan eşref-i mahlûkat, bütün mahlûkat insan için yaratıldı. Demek ki bir insanın vazifesi bütün mahlûkata merhamet gözüyle bakabilmek.
Hadîs-i şerîfte; bir köpeğe su veren mücrim affedildi, buyruluyor. Bir kedisini umursamayan (bu sebeple de kedisi) ölen bir kadın da cehennemlik oldu, ibâdetli bir kadın, buyruluyor. (Bkz. Müslim, Selâm, 151-153)
Allâhʼın rahmeti bazen ufak bir şeyde, bazen orta, bazen büyük (bir şeyde tecellî eder).
Cenâb-ı Hakkʼın gazabı da öyle; bazen ufak, bazen büyük (bir şeyde tecellî eder).
Velhâsıl, bir müʼmin mayın tarlasında dolaşır gibi dolaşacak.
Rasûlullah Efendimiz bu Tebük Seferiʼnde güzel bir hutbe okudu. Bu hutbe çok güzel. Yani tâ kıyamete kadar… Tabi her hadîs-i şerîf ayrı bir güzellik. Bu, çok ders alacağımız bir hutbe.
Orada Efendimiz buyurdu ki:
“İnsanların hayırlısı, atının veya devesinin sırtında, (yani ne vasıtası varsa) yada iki ayağının üzerinde (piyâde olarak, mâşiyen) ölünceye kadar Allah yolunda cihâd eden (dînini hidâyet bekleyenlere tebliğ eden)dir! (Yaşayacak ve tebliğ edecek.)
İnsanların kötüsü de Allah’ın Kitâbı’nı okuyup ondan hiç faydalanmayan fâsık ve cür’etkâr kimsedir.
(Allah neyi haram etmiş, onları işliyor hayatında… “Canım bugün yapayım, yarın Allah affeder.” diyor. “Yarın kurtulurum.” diyor, kendi kendini kandırıyor. Yine Efendimiz buyuruyor:)
İyi biliniz ki; sözlerin en doğrusu, Allah’ın Kitâbı’dır!
(Allâhʼın tebliğâtı… Bir fânîden mektup gelse ne kadar üzerinde duruyoruz? Oğlumuz askerden mektup gönderse… Bu, Hâlıkʼın mahlûkuna olan, kuluna olan mektubu Kur'ân-ı Kerîm… Kur'ân-ı Kerîm bize neyi tebliğ ediyor? Nasıl bir hayat tarzımız olacak?
Buyuruyor Efendimiz:)
Yapışılacak en sağlam kulp, takvâ (hayatı)dır!
(Yani Cenâb-ı Hakkʼı yakından tanıyabilmek, Allah Rasûlüʼnü yakından tanıyabilmek… Uzaktan seyredilen bir manzara kendini tamamen teferruâtını açamaz. Bir siluet hâlinde kalır.)
Dinlerin en hayırlısı, İbrahim’in dîni (İslâm)dır! Sünnetlerin hayırlısı, Muhammed’in sünnetleridir (buyuruyor, kendisi Efendimiz.)
Sözlerin en şereflisi, zikrullâhtır. Kıssaların güzeli, Kur’ân(da olan kıssalar)dır.
(Demek ki Kur'ânʼda olan kıssalar, bize nasıl bir duygu derinliği getiriyor? Bu peygamber kıssalarından ne kadar bilgimiz var? Günlük havâdisleri ne kadar tâkip ediyoruz? Esas mecbur olduğumuz o peygamber hayatlarından gelen kıssalardan bize ne kadar hisseler düşüyor?)
Kıssaların güzeli, Kur’ân(da olanlar)dır (buyruluyor. Bize dâimâ ibret sahneleri Kur'ânʼda olan kıssalar.)
Amellerin en hayırlısı, Allâh’ın yapılmasını istediği farzlardır. Amellerin en kötüsü, bid’atlerdir (ilâvelerdir). En güzel yol ve gidişat, Peygamber’in yolu ve gidişâtıdır. Ölümlerin şereflisi, şehidliktir. (Fakat Allah için.)
Körlüğün en kötüsü, doğru yolu bulduktan sonra ondan sapmaktır. (Allah hidâyet veriyor, doğru yolu gösteriyor. En yüce Peygamberʼe ümmet kılıyor, tatbikat yok bazı hususlarda!.. Nefis de kandırıyor: Yarın yaparım, diyor.)
Az olup yeten şey, çok olup meşgul ederek Allah’a tâatten alıkoyan şeyden hayırlıdır.
(Sâlebe, servet isteyip duâ etmişti. Efendimiz ona dedi ki:
“‒Sâlebe! Şükredebileceğin az bir nîmet, şükredemeyeceğin çok nimetten hayırlıdır.” dedi. “Benim hâlim sana misal değil mi?” buyurdu Efendimiz. [Taberî, Tefsîr, XIV, 370-3 72; İbn-i Kesîr, Tefsîr, II, 388])
Özür dilemenin kötüsü, ölüm gelip çattığı zamandakidir. (Zaten manzaralar açılıyor, o zaman bir şey kalmıyor. Sağlığında ne kadar özür dilersen, ne kadar istiğfar; وَالْمُسْتَغْفِرِينَ بِالْاَسْحَارِ (“…Seher vaktinde Allahʼtan bağışlanma dileyenler.” [Âl-i İmrân, 17]) Kıymeti o…)
Pişmanlığın kötüsü, kıyamet günündeki pişmanlıktır. İnsanların hayırsızı, (bu da bize îkaz) Cuma namazına en son gelen ve Allâh’ı kötü dille anandır (lâubâlî bir şekilde Allâhʼı anan).
Yanlışları en çok olan, dili çok yalan söyleyendir. (Onun için Rasûlullah Efendimiz; “Ya hayır söyle veyahut da sus!” diyor. [Müslim, Îmân, 77])
Zenginliğin hayırlısı (bereketi), gönül zenginliğidir. Azıkların hayırlısı, takva azığıdır. Hikmetin başı, Allah korkusudur. Hikmetsiz (söz ve) şiir, İblis’in işlerindendir. İçki, günahların her çeşidini bir araya toplayandır (ümmüʼl-habâis/ [kötülüklerin anası]).
(Fâsık) kadınlar, şeytanın tuzaklarıdır. (Bu da çok mühim bugün.)
(Terbiye olmamış) gençlik, delilikten bir bölümdür.
Ribâ (faiz) kazançların en kötüsüdür. Yemenin en kötüsü, yetim malı yemektir. Mesud kişi, kendinden başkasının hâlinden ibret alandır.”
(Bkz. Vâkıdî, III, 1016-1017; Ahmed, III, 37; İbn-i Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, Kahire 1993, V, 13-14)