Mükerrem İnsan Kimdir?
Mükerrem ne demektir? Mükerrem insan kimdir? Mükerrem insanın özellikleri, vasıfları nelerdir? Kur'an'da insanın hikmeti nasıl anlatılıyor? Allah (c.c) müminleri ne ile dostluğa davet ediyor? İslam'ın hayata, kainata ve insana bakışı nasıldır? Osman Nuri Topbaş Hocaefendi anlatıyor...
Cenâb-ı Hak insanoğlunu mükerrem yarattığını bildiriyor. Sayısız mahlûkat… Bu kadar sayısız mahlûkat içinde…
وَلَقَدْ كَرَّمْنَا بَنِي اٰدَمَ buyuruyor.
“Biz hakikaten insanoğlunu mükerrem (şan ve şeref sahibi) kıldık…” (el-İsrâ, 70) buyuruyor.
Tabi bu, hangi insan?
نَفَخْتُ فِيهِ مِنْ رُوحِي buyuruyor. Yani; “…Rûhumdan üfürdüğüm zaman…” Cenâb-ı Hak buyuruyor. (el-Hicr, 29; Sâd, 72)
Yani kendinden istîdatlar veriyor. O istîdatlarla kul, Cenâb-ı Hakk’a yaklaşacak.
نَفَخْتُ فِيهِ مِنْ رُوحِي
Yine Cenâb-ı Hak:
لَقَدْ خَلَقْنَا الْأِنْسَانَ فِي اَحْسَنِ تَقْوِيم buyuruyor.
“Biz, insanı en güzel şekilde yarattık.” (et-Tîn, 4)
Yani insan, sanat eseri olacak. Nasıl Rasûlullah Efendimiz, insanlıkta bir âbide idi; O’nun ümmeti de o şekilde olmanın gayreti içinde olacak. Ve bir “ahsen-i takvîm”e, “en güzel yaratılış”a mesafe katedecek.
Mevlânâ Hazretleri buyuruyor ki:
“Ey Hak yolcusu diyor, gerçeği öğrenmek istiyorsan, Mûsâ da Firavun da senin içindedir. Bugün onlar senin içinde yaşıyorlar. (Yani rûhunla nefsin.) Senin varlığında gizlenmişler, senin gönlünde savaşlarına devam ediyorlar. Bu sebeple birbirine düşman bu iki kişiyi kendinde araman gerekir.” buyuruyor.
Cenâb-ı Hak kulunu seviyor ve kuluyla dost olmak istiyor. Kuluyla dost olmak da müştereklikten, dostluk müştereklikten meydana gelir.
Yâkub -aleyhisselâm-’ın 12 evlâdı vardı. En çok Yusuf -aleyhisselâm- kendisinin gönül âlemine yakındı. Çünkü insan kendi içindekini karşısındakinde gördüğü zaman ona sevgisi artar. Yâkub -aleyhisselâm- iç dünyasını Yusuf’ta gördü, Yusuf’a meyli arttı.
Nasıl bir kulun da kalbî hayatında cemâlî esmâ tecellî eder, o kulda Cenâb-ı Hakk’a bir dostluk meydana gelir. Cenâb-ı Hak, mü’minleri kelime-i tevhîd ile dostluğa davet ediyor. Kelime-i tevhîd anahtarı ile girilen İslâm dairesinde bir mü’mine yakışan, dostluğun gerektirdiği gibi hareket etmektir.
Kelime-i tevhîd “lâ ilâhe” ile başlıyor, baştan “nefy”. Allah’tan uzaklaştıracak her şey, her hususiyet, her temâyül, kalpten silinecek.
“İllâllah”: Kalp, Cenâb-ı Hakk’ın cemâlî sıfatlarının tecellîsi hâline gelecek. Yani takvâ üzere bir hayat yaşanacak. Cenâb-ı Hakk’ın mü’minlerden istediği, bir dostluk nişânesi. Bu da dostluğun gönlünde bir idrâk hâline gelebilmesi. Zira gerçek dostluk; dost, dostunu unutmaz. Demek ki kul da Cenâb-ı Hakk’ı unutmayacak. Nasıl unutmaz? Dost olursa unutmaz. Dostluğu yaşayabilirse unutmaz. Dostluğu yaşamanın da şartı, nefsânî hâllerini bertaraf etmesi.
Dünyaya bir imtihan mektebi olarak geldik. Cenâb-ı Hak bu dünyayı insan için halketti. İnsanın bir endam aynası dünya. İnsanı Cenâb-ı Hakk’a yaklaştıran ne kadar malzeme varsa, hepsini Cenâb-ı Hak ihsân etti. Yani öyle bir şey olacak ki kul, her gördüğü şeyde Cenâb-ı Hakk’ı hatırlayacak. Çünkü her şey, zerreden küreye, hücreden galaksilere, Cenâb-ı Hakk’ın hikmetiyle dolu, bir abes yok. Cenâb-ı Hak insanı da “abes olarak yaratmadık” buyuruyor. “O, huzurumuza gelmeyeceğini mi zannediyor?” buyuruyor. (Bkz. el-Mü’minûn, 115)
Bu kâinat, mûcizevî âyetlerle dolu. Bir tecellî ve esrar kitabı. Esmâ-yı ilâhiyyenin fiilî tecellîsi. Âdeta sessiz bir Kur’ân kâinat. Kur’ân-ı Kerîm ise sesli bir kâinat. Kâinat ise sessiz bir Kur’ân-ı Kerîm. Yani Kur’ân’da kelâma bürünmüş, konuşan, öğüt veren bir kâinat görüyoruz Kur’ân-ı Kerîm’de.
İnsan ise her ikisinin kavşağında bulunan bir irfan mihrâkı ve tecellî âbidesi. Hangi insan bu? Cenâb-ı Hakk’a dost olan bir insan olmuş oluyor.
Cenâb-ı Hak bu imtihan mektebinde her kulunu ayrı/farklı istîdatlarla yarattı. Kul bu mektepte nefsânî engellere takılmayacak, önce kalpten fücûru bertaraf edecek. Daha sonra fücurdan temizlenmiş olan kalbi, takvâya istikâmetlendirecek. İstîdâdına göre inkişâf ettirilecek.
Rasûlullah Efendimiz istîdâdına göre terbiye ederdi. Meselâ Ebû Bekir Efendimiz, zirve oldu. Efendimiz’den sonra ikinci oldu. İkinin ikincisi oldu.
Ömer -radıyallâhu anh- sert mizaçlıydı. Onu da öyle bir tedavi etti ki:
“Benden sonra peygamber gelecek olsa Ömer gelirdi.” oldu. (Tirmizî, Menâkıb, 48)
Mus’ab’ı öyle terbiye etti. Habeşli Vahşî’yi de. Ona zaten “Vahşî” deniyordu. Bu kadar bir vahşet sıfatı vardı. O da -radıyallâhu anh- hâline geldi. Neyle oldu bu? Efendimiz’in terbiyesi ile oldu.
Cenâb-ı Hak:
فَاَلْهَمَهَا فُجُورَهَا وَتَقْوٰیهَا قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰیهَا
(“(Nefse) iyilik ve kötülüklerini ilham edene yemin ederim ki, nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiştir.” [eş-Şems, 8-9]) buyuruyor.
İlk, kalbî âlemden, (yani Firavun diyor Mevlânâ) fücur atılacak, kalp takvâya doğru mesafe alacak.
قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰیهَا
(“Nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiştir.” [eş-Şems, 9])
İç âlem, gönül âlemi temizlenecek.
Takvânın fârik vasfı, hiçlik. Yani kul, tevâzu sahibi olacak, cömert olacak, firâset sahibi olacak, ince düşünceli olacak, “ben” demeyecek, yalnız “Yâ Rabbi! Sen!” diyecek.
Bir Hak dostu onu ifade ediyor:
“Sen çıkınca aradan, kalır seni Yaratan!”
Yani bir “ibâdurrahmân” olacak. Allâh’ın rahmetinin tecellî ettiği bir kul olacak.
Cenâb-ı Hak bu vasıfları muhtelif âyetlerde bildirir. Meselâ Fâtır Sûresi’nin 29. âyetinde تِجَارَةً لَنْ تَبُورَ (“…Asla zarar etmeyecek bir ticaret…” [Fâtır, 29]) buyruluyor. En hayırlı ticaret. Dünyevî ticaretler var, çeşit çeşit. Fakat en hayırlı ticareti, bir âhiret ticareti, Cenâb-ı Hakk’a dostluk ticareti. Cenâb-ı Hak:
“Allâh’ın kitâbını okuyanlar...”
Kur’ân’ı okuyanlar, yaşayanlar ve yaşatanlar Kur’ân-ı Kerîm’i. Kur’ân-ı Kerîm ile hayat bulanlar, hayat bulduranlar.
İkincisi:
“…Namazlarını ikāme edenler...”
Ruh ve beden âhengi içinde secdeye gitmenin bir sevinci içinde. Cenâb-ı Hak:
“…Secde et ve yaklaş.” (el-Alak, 19) buyuruyor. Bu şekilde bir namaz kılanlar.
Üçüncüsü de:
“…Allâh’ın verdiği nîmetleri (zaruret varsa) açık, (zaruret yoksa) gizli olarak infak ederler. Bunlar zarar görmeyecek bir ticaret, bir kazanç Cenâb-ı Hak’tan bekleyebilirler.” buyruluyor. (Bkz. Fâtır, 29) Yani “Umulur ki böyle bir kazanca nâil olurlar. “تِجَارَةً لَنْ تَبُورَ” buyruluyor.
Ramazân-ı Şerîf de böyle bir, üç aylar da -inşâallah- hayatımızın her safhasında -inşâallah- bu “تِجَارَةً لَنْ تَبُورَ” üzere bir Cenâb-ı Hak ömür nasip eder -inşâallah-.
Bugünün nasıl olacak? Yine Cenâb-ı Hak Enfal Sûresi’nde:
“…Allah anıldığı zaman, وَجِلَتْ قُلُوبُهُمْ…” (el-Enfâl, 2) buyruluyor. Yani “…Allah anıldığı zaman, kalpleri titrer…” (el-Enfâl, 2) buyruluyor.
Cenâb-ı Hak titreyen bir yürek istiyor mü’minde. Nasıl insan, herhangi bir şeyde, bir faciada vesâirede bir korkar, kalbi titrer, bir sevinçte sevincinden kalbi titrer; bundan daha öteye, Cenâb-ı Hak anıldığı zaman “وَجِلَتْ قُلُوبُهُمْ” «kalpleri titrer» buyuruyor. Böyle bir kalp istiyor.
Tabi bu kalp, Cenâb-ı Hak ile dost olan bir kalp.
İkinci olarak:
“زَادَتْهُمْ اِيمَانًا” buyruluyor. “…Kendilerine Allâh’ın âyetleri okunduğu zaman îmanları artar...” (el-Enfâl, 2)
Tabi âyetleri okuduğu zaman ne artar? Tefekkür artar. Tefekkür arttıkça; “Aman yâ Rabbi!” der. Hayret içinde kalır. “Ne ilâhî tecellîler!” der. “Yâ Rabbi! Ne kadar büyüksün!” der.
Bir çiçeğe bakar, yavrusuna bakar, kendine bakar, semâya bakar, bir toprak terkibine bakar; dâimâ “Aman yâ Rabbi!” der.
Yani bu tefekkür, kalbin durumuna göre. Meselâ bir dalgıç… Sahile bakan bir kimse ancak ufka kadar görür. Fakat güçlü bir dalgıç, her indiği merhaleden ayrı ayrı manzaralar seyreder. Kur’ân’ın getirdiği en büyük merhale, yani Kur’ân tahsilinin… Bu Kur’ân tahsili, bir kalbî tahsildir.
Üçüncüsü:
“…Ve yalnız Rab’lerine dayanıp güvenen kimselerdir.” (el-Enfâl, 2)
Tevekkül ederler. Gaybı bilmiyorsun. Hayır bildiğin şey şer olabilir, şer bildiğin şey hayır olabilir. Zira tevekkül ve teslîmiyet… Birçok âyette Cenâb-ı Hak bunu bildiriyor.
Ondan sonra:
“Namazlarını dosdoğru kılarlar...” (el-Enfâl, 3) İkāme ederler namazlarını. Beden ve kalp âhengi içinde. Kulun Cenâb-ı Hakk’a en çok yaklaştığı yerler, secdelerdir. 99 yerde geçer Kur’ân-ı Kerîm’de.
Yine beşincisi, yine aynı şeye geliyoruz “تِجَارَةً لَنْ تَبُورَ”da olduğu gibi:
“…Onlar kendilerine rızık olarak verdiğimizden (Allah yolunda) harcayan kimselerdir.” (el-Enfâl, 3)
Velhâsıl hayat, beşik ile tabut arasında med-cezirlerle, iniş-çıkışlarla dolu bir koridorda bir yolculuk. Hayat, metrajı belli olmayan bir makara gibi, bir yumak gibi. Ömrün nerede, ne zaman nihâyet bulacağı da meçhul. Bu sebeple her an tedârikli olmak zarûrî.
Cenâb-ı Hak bir pişmanlığı bildiriyor Münâfikûn Sûresi’nin 10. âyetinde:
“Ölüm ânı gelir de «Yâ Rabbi! (Biraz açsan) biraz daha zaman versen de sadaka versem ve sâlihlerden olsam.» demeden evvel infak edin.” Cenâb-ı Hak buyuruyor.
Cenâb-ı Hak ölümü meçhul kılmış zamanını. Her an kul ölümü bekleyecek ve ona hazırlıklı olacak. Dünya ve âhiret saâdetinin temelinde, kundak ile tabut arasına sıkışan idrakteki ölüm bilmecesini çözmekle olur. O da Cenâb-ı Hakk’a yakınlıkla olur.
O zaman insanların idrâkinde beliren “hayat anlayışı nedir” suâlinin en güzel cevabını, mezar taşları ifade eder, onun rutubeti ifade eder. Gelen niye geldi, kimin mülkünde yaşıyor, giden nereye gitti ve senin durumun ne?..
Cenâb-ı Hak:
كُلُّ نَفْسٍ ذَائِقَةُ الْمَوْتِ buyuruyor.
“Her nefis ölümü tadıcıdır…” (Âl-i İmrân, 185; el-Ankebût, 57; el-Enbiyâ, 35)
Ne dünyada kaçacak yer var, ne kabirde kaçacak yer var, ne de;
يَقُولُ الْاِنْسَانُ يَوْمَئِذٍ اَيْنَ الْمَفَرُّ
(“O gün insan, «Kaçacak yer neresi!» diyecektir.” [el-Kıyâme, 10])
Ne de kıyamette kaçacak bir yer var. Kaçacak yer neresi?
Cenâb-ı Hak:
فَفِرُّوا اِلَى اللّٰهِ “Allâh’a koşun…” (ez-Zâriyât, 50) buyuruyor. Cenâb-ı Hakk’a sığının, buyuruyor. Tek liman, bu hayatın dalgaları, fırtınaları içinde, Cenâb-ı Hakk’a sığınabilmek.
Gerçek tahsil nedir? Tahsil, tahsil deniyor.
Cenâb-ı Hak muallim olarak Efendimiz’i gönderdi bütün kâinâta. Kırk yaşına kadar Mekke-i Mükerreme’de tahsil edecek bir yer yoktu. Öğreten de yoktu, öğrenen de yoktu. Bir kütüphâne de yoktu.
“Rabbim beni terbiye etti, ne güzel terbiye etti.” buyuruyor. (Süyûtî, I, 12) Ve insanlığa da Efendimiz’i bir muallim olarak gönderdi.
Gerçek tahsil:
اِقْرَاْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِى خَلَقَ
“Yaratan Rabbinin adıyla oku.” (el-Alak, 1)
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i okuyabilmek. O’nu insan varlığı içinde, bütün varlıklar içinde, O’nu insan varlığı içinde en mükemmel, üstün olarak halketti. Peygamber Efendimiz ise bütün insanlığın yegâne üsve-i hasene/örnek şahsiyeti.
Yani kimse diyemez ki; “Benim başımda şu hâdise var, onun bir benzeri, Efendimiz’in zamanında, asr-ı saâdette geçmedi.” diyemez. Asr-ı saâdette muhakkak bir benzeri geçmiştir ve Efendimiz’den de onun bir tedavi tarzını almıştır…
OSMAN NURİ TOPBAŞ HOCAEFENDİ DİĞER SOHBETLER
- DÜNYADAYKEN NUH’UN GEMİSİNE BİNMEYE BAK!
- İSLAM AHLAKINDA MUHTACI REDDETMEK YOKTUR
- ÖMÜR, METRAJI BELLİ OLMAYAN BİR MAKARA GİBİDİR
- TATLI SUYUN BAŞI KALABALIK OLUR
- MÜ’MİN, DEDİKODULARLA ÖMÜR TAKVİMİNİ LEKELEMEZ
- YÂ RABBİ! BİZE NAMAZI SEVDİR
- MÜSLÜMANIN DÜĞÜNÜ VE EVLİLİK HAYATI NASIL OLMALI?
- SABIR MI ZOR, ŞÜKÜR MÜ?
- BİR KULUN SÂHİP OLMASI GEREKEN ALTI HUSUSİYET
- PEYGAMBER EFENDİMİZ’İN (S.A.V) İKİ VASİYETİ
- AŞK İLE YAŞANAN BİR ÎMÂN