Mülkün Sahibi Allah’tır
Bu mülkün sahibini tanıyor musunuz? Mülkün sahibi kimdir?
Bugün, su ve toprak, her zamanki sükûnetinde miydi? Yoksa suyun şırıltısından, toprağın sessizliğinden daha farklı bir şey mi beklenmeliydi? Bunu bilmek için gören göz, işiten kulak olmak gerek. Öyleyse cevap, durup dinleyene, bakıp da görene âşikâr olsun…
BU MÜLKÜN SAHİBİ KİM?
Genç adam, kalabalığın, trafiğin, makinelerin gürültüsünden usanmış bir hâlde yürüyordu. “Biraz nefes almaya ihtiyacım var.” diye geçirdi içinden… Sükûnet arıyordu. Uzun zamandır gitmediği göl kıyısı geldi aklına.
“-Şimdi tam zamanı!” dedi ve adımlarını hızlandırdı. Bir süre yürüdükten sonra mekâna vardı. Derin bir nefes aldı. Kalabalıkların sesi silinip gitmişti. Kuş cıvıltıları, ağaçların hışırtısı ve su sesi, onu rahatlattı. “Huzur ve sükûnetin resmini çiz!” deseler, burayı resmederdi muhakkak.
Yürüdü, gölün kıyısına indi ve biraz sonra olacaklardan habersiz bir şekilde yüzüstü yere uzandı. Eline bir çubuk alıp suya dokunmaya başladı. Her dokunuşta halkalar oluşuyor, sonra gözden kayboluyorlardı. Bu oyun öyle hoşuna gitti ki, bir süre daha devam etti. Sonra, genç adam da büyüyüp giden halkaların içinde kaybolup gitti. An çatırdadı. Zaman sebep hükmünü yitirdi. Sıradanlık, yerini farkındalığa bıraktı. Lisân-ı hâl dile geldi.
“-Heeeyy delikanlı. Delikanlııı!” Genç adam, bir anda irkilip etrafına bakındı.
“-Etrafına bakıp durma öyle. Ben buradayım, yanı başında.” Genç adam şaşkınlık içinde:
“-Bu imkânsız! Suyun konuştuğu nerede görülmüş!” dedi.
“-Niye imkânsız olsun ki! Hem, ağzının içindeki kemiksiz et parçası konuşuyor da ben niçin konuşamayacakmışım? Su mülkünün sahibi, dilerse beni de konuşturur!”
“-Biri beni bu hayalden çekip alsın. Bugün çok yorulduğum için suyla oynarken rüyaya mı daldım yoksa…”
“-Şuna bak hele! Hâlâ şüphede misin?”
“-Sen… Gerçek misin sen?”
“-Hem de hakikatin ta kendisiyim. Şimdiye kadar gördüğün her şeyden daha gerçeğim.”
“-Aklımı uçurumlara sürme. Bildiğim şeylerden şüpheye düşürme beni!..”
Genç adam biraz düşündükten sonra suyu muhâkeme edercesine bir tavırla sordu:
“-Mâdem ki her şeyden daha gerçeksin, şimdiye kadar niçin konuşmadın benimle?”
“-Hep konuşuyordum aslında seninle.”
“-Ben niye duymadım o hâlde?”
“-Duymak için durup dinlemek lâzım. Bugün onu başardın işte. Dünyada uğruna çırpındığın her şeyi anlamsız bulup buraya geldin. Huzuru aramaya geldin. Sessizliğe büründün ve lisân-ı hâl, dile geldi.”
“-Bütün bunlar çok tuhaf olsa da, seninle konuşmak bana iyi geldi. Meğer arayıp durduğum şey bu tuhaflığın içindeymiş.”
“-Hâlâ tuhaflık deyip duruyorsun. Konuşmayı bırak da dinle sesimi. Dinle ki, aradığın huzuru bulasın. Bütün renkleri unut ki, huzurun rengine bürünesin.”
“-Huzurun rengi var mı ki?”
“-Evet huzurun rengi, benim rengimdir.”
“-Yine bilmediğim lisanla konuşmaya başladın! Aklımı zorlama ki, şuracıkta dîvâne kalmayayım. Renkten bahsediyorsun. Senin ne rengin var, ne de kokun...”
“-Tevâzuun, teslîmiyetin, sabrın rengine büründüm ben. O sebeple de görünürde bir rengim yok, doğru. Mülkümün sahibi, takdir edenim böyle diledi.”
“-Mülkünün sahibi mi? O da kim? Az önce de söyledin bunu...”
“-Su mülkünün sahibi! Tanımıyor musun?”
“-Yoooo, tanımıyorum. Ama anlatırsan, unuttuğum biriyse eğer, belki hatırlarım.”
“-Varlığımın yegâne Mâlik’idir O... Bütün zerrelerim O’nun hükmündedir. Beni bir yağmur tanesi olarak şekillendiren de, toz bulutlarının içinde tonlarca ağırlıkta toplayıp saklayan da mülkümün sahibidir. Düşün bir hele! Bu deryalar kadar suyu, bulutların içinden yeryüzüne bir anda indirseydi ne olurdu?! Her şey sular altında kalırdı.”
“-Şimdiye kadar hiç düşünmemiştim bunu…”
“-Durup dinleseydin yağmurun sesini, sessizliğe bürünüp temâşâ etseydin, bilirdin elbet!”
“Düşünmeye vakit mi vardı sanki… Sınavlar, okul, arkadaşlar…” diye geçirdi içinden.
“-Dilin sussa da kalbin konuşuyor. Sebepler, bahaneler hiç bitmez. İstesem ben de bir sürü bahane sunardım. Meselâ «Kusura bakma derya kardeş, akacak o kadar çok mecrâ, geçilecek öyle engeller vardı ki, sana bir türlü ulaşamadım!» diyebilirdim.”
“-Güldürdün beni!”
“-Seninkiler de bundan farksız.”
“-Neyse senle mücadele edecek gücüm yok zaten. Sen, engel tanımayan, taşı delen bir güce sahipsin.”
“-İşte böyle! Bak, düşünmeye başladın bile. Bana taşı delecek kudreti bahşeden mülkümün sahibidir. Kimi zaman beni latîf bir şebneme çevirir, kimi zaman da coşkun bir sele... Zerrelerime hükmeden, benim sahibim.”
“-Zerreler deyince… Kimya dersinde suyun yanıcı iki hidrojen ve yakıcı bir oksijenin birleşmesiyle oluştuğunu görmüştük. Gerçek mi bu?”
“-Gerçek ya. Terkîbin adı her ne olursa olsun, bu zerreleri birleştiren kim, önce onu okumak lâzım.”
“-Bu okuduğum kitapların hiçbirinde yazmıyor ki.”
“-Senin bildiklerinden başka bu kitap. İsmi, kâinat kitabı…”
“-Nereden bulabilirim bu kitabı. Gidip satın alayım.”
“-Satılmıyor. Durup dinleyene, sanata bakıp ardındaki En Yüce Sanatkâr’ı bulana, ücretsiz veriliyor.”
“-Yine aklımı bir bilinmezin eşiğine getirip bıraktın.”
“-Gölgeye bakıp da Güneş’i görememek, işte bu, insanın en büyük zaafı. İlmi ile zerrelerimi kuşatan ve her şeye gücü yeten Mâlik’im, yanıcı ve yakıcı olanı birleştirip ateşi âb-ı hayata çevirir. O’nun rahmeti olmasaydı, denizler ateş deryasına dönerdi.”
“-Mülkünün sahibi ne yüce bir âlimmiş!”
“-O’nun ilmini yazmak için ağaçlar kalem, denizler mürekkep olsa da buna kifâyet edemez. Her şey tükenir de O’nun ilmi tükenmez.”
“-Çok merak ettim su mülkünün sahibini... O’nu tanımak isterdim.”
“-Tanımak için çıkılan yolun sonu güzelliğe varır. Sen de O’nu bulacaksın, yolun sonunda. Güzelliğe ve izzete kavuşacaksın.”
“-Büyüklerimiz de kendilerine ikram edildiğinde, «Su gibi azîz ol!» derler. İzzetli olmak için senin gibi mi olmak gerek?”
“-Bunun sırrı ismimde gizli.”
“-Sudan başka ismin var mı ki?”
“-Var, evet. Pîr ü pâk…”
“-Ne garip bir isim bu!”
“-Garip ya! Gariplik ismimde değil, sizin neslin mânâdan uzak kalışında… Mânâ yok olunca kelimeler de ruhsuzlaştı.”
Genç, düşünceli bir şekilde başını eğdi. Su, hâl lisânıyla konuşmaya devam etti.
“-Sorduğun sorunun cevâbına gelince, benim ismim Pîr ü pâk… Kötü kokuları, habis olan her şeyi temizlemektir, hünerim... O yüzden rengim berraktır. Kimsenin bakmaya tahammül edemeyeceği kiri-necâseti temizlediğim için mülkümün Sahibi bana izzet bahşetti. Hem kudretli olmayı, hem de tevazuu öğretti. Boyun eyer, her kabın şekline girerim. İtiraz etmem, götürülüp döküldüğüm yere... Demem «Niçin bu böyle?», sormam «Neden?» diye... Mâlik’imin emriyle uyarım her söze... Böylece tevâzuun ve teslîmiyetin rengine bürünürüm.
Serindir suyum, akmaktır hünerim... Mülkümün Sahibi dileyince nehir olur çağlarım. “Deryaya kavuş!” emrini verince, koşarım, dağlar duramaz karşımda, onları da aşarım. Koca bir taş çıksa karşıma, etrafından geçecek yol ararım. Yol bulamadım mı, sabırla taşı deler, sonunda deryaya kavuşurum. Mülkümün sahibime boyun bükmüş hâlde, akarım gündüz gece. Teslîmiyet olurum, sabır olurum çatlayan dudaklara âb-ı hayat olurum. O yüzden Azîz’dir ismim!..”
“-Ey güzel nağmeli, güzel sözlü Pîr ü pâk... Bana öyle kıymetli nasihatler verdin ki… Şimdiye kadar görmediğim, işitmediğim şeyleri öğrettin bana…”
“-Genç adam, her hüner sende aslında. Sen varlığın endam aynasısın, sen ki zübde-i âlemsin. Her güzellik sende gizli. Bundan böyle arz-ı endâm etmekten geçip, arz-ı hâl olacaksın.”
“-Söylediklerinden yine hiçbir şey anlamadım.”
“-Sabırlı ol. Hepsini öğreneksin. Seni hikmetli nasihatler veren bir dostuma götüreceğim.”
“-Kim o, «dostum» dediğin?”
“-Sâdık yârim, Toprak Arz-ı Hâl… Haydi öyleyse, ona gidelim…”
Genç adam, merak ve heyecan içinde Pîr ü Pâk’ı takip ediyordu. Suyun kalbinden çıkan ince nağmeler, genç adamın rûhunda çağlayanlar gibi yankılanırken, toprağın hikmetli kucağına doğru yol aldılar. Lâmekân Olan’ın mülkünde, nice kevnî âyetler vardır, ama Toprak Arz-ı Hâl bir başkadır. Dosttur o… Hem sırdır, hem sırdaştır. Sessiz inleyen ney, hikmetler çarşısı; kışı, baharı, yazı, sözsüz nasihat olan Arz-ı Hâl’dir o... İmdi durup dinleyene bakıp da görene âşikâr olsun bu hikmetler…
Pîr ü Pâk: Sâdık-ı yârânım! Sana selâm olsun! Biz geldik bak! Misafir getirdim sana... Nicedir hasbihâl etmemiştik seninle. Başımı yasladığım, içimi döküp huzur bulduğum, istinadgâhım. Arz-ı Hâl! Duy sesimi!
Ey renkler cümbüşünün meşheri, ressamların kendisinden ilham aldığı Hüsn-i Mutlak’ın en sırlı tecellîsi!
Her türlü nebâtın üzerinde neşv ü nemâ bulduğu, eczane-i hikmet, devâ-yı illet, dile gel! Gel ki, hikmetin hayat olsun!
Toprak Arz-ı Hâl dile gelir: Sus! Sus ki daha fazla haddi aşmayasın! Arz-ı Hâl’im ben... Şuhûd âleminde bir gölgeyim sadece… Sus da Mâlik’ime karşı daha fazla kabahat işleme.
Pîr ü Pâk: Kızma canım! Senin ayna hükmünde olduğunu bilir de söylerim bunları... Muhabbetinde demlenip huzur bulmaya geldik. Ey Kenz-i Mahfî! Hikmetlerin, sırların sahibi! Anlat ki, bu körpecik, sözlerinle hayat bulsun.
Arz-ı Hâl: Mahsus mu yapıyorsun bunu! Artık tek bir kelâm dahî etme!
Ey mülkümün Sahibi! Bu sözlerden bîzârım! Ey görünen ve görünmeyen âlemlerin, hikmetlerin, sırların yegâne Mâlik’i! Bütün güzellikler Sen’in hüsnündendir. Ben yerle bir olmuş bîçâreyim. Varlığımı arzın kalbine serip bütün mahlûkâta âmâde kılan Sen’sin! Hüner de Sen’in, hikmet de!..
Pîr ü Pâk: Hah işte! Tam da bunun için konuşmuştum bunları... Hislerin coşsun da dile gel diye.
Arz-ı Hâl: Dertliyim zaten bugün! Bana dokunma ne olur, Pîr ü Pâk!
Pîr ü Pâk: Hayrola Arz-ı Hâl! Seni üzen ne ki, böyle hüzne gark olmuş bir hâldesin.
Arz-ı Hâl: Ne olsun! Şu başı dönmüş dünyada işlenen şer ü mel’anetten bîzârım! Gece-gündüz üzerimde işlenen her türlü zulme şâhidim. Tahammüle sığmaz bir hâldir bu!.. Kemâl sahibi Mâlik’imin yüceler yücesi sabrının dilencisiyim. Çiğneneyim, dövüleyim, her türlü cürûfu ben çekeyim, râzıyım. Ama mazlûmun gözyaşı yere düşmesin, kanı yerde sürünmesin. Kanı yerde süründü mü, Mâlik’imin emri vukû bulur, sabır taşım çatlar, arz sallanır, gözler şaşkın ve perişan bir hâldeyken zâlimler yerle bir olur!..
Pîr ü Pâk: Âd ve Semûd’un zenginlikle mağrur gezen zâlim halkı gibi…
Arz-ı Hâl: Ve daha niceleri…
Genç Adam: Âd ve Semud halkı kim? Nerde, ne zaman yaşamış? Tarih kitapları okudum, ama bu isimlere hiç rastlamadım?
Pîr ü Pâk: Hay gönlüne hakikat yıldızı doğasıca sâfî akıl. Aklının göğüne nûrlar yağsın emi! Zamanların ve mekânların, tarihin derinlerindeki sırların, mülkün yegâne Sahibi’nin kitabında yazıyor bunlar…
Arz-ı Hâl: Bir sırlar kitabı da sen yazabilirsin aslında Pîr ü Pâk. Bu konuşmalarınla beni ya akıl sarrafı ya da mecnun yapacaksın!
Arz-ı Hâl: (Gencin toyluğuna tebessüm ederek:) Haklıymışsın Pîr ü Pâk. Evvel anlayamamıştım, körpecik ruh der iken...
Pîr ü Pâk: Dağların yükünü kaldıran Arz-ı Hâl’im! Gördün mü bak! Bu delikanlı tebessüm ettirdi seni… Günah yükü hiçbir şeye benzemez, bilirim. Ama belki bu körpecik, sözlerinden şifâ bulur da, hüznünü giderecek bir tesellî olur. Arz-ı endâm edenler arasından geçip, arz-ı hâle yol bulanlardan olur. Belki bir zulme kalkan, bir mazluma rahmet olur.
Arz-ı Hâl: Sen Pîr ü Pâk’sın. Sözün de aynı akışın gibi, tatlı tatlı okşar rûhumu... Dostluğun devâ olur yarama.
Genç Adam: Beni o kadar da sâfî akıl sanma, Pîr ü Pâk… Durup dinleyene hakikat âşikâr olur, demiştin ya! Ben de hakikat yolcusu olmak istiyorum. Canım Arz-ı Hâl! Hikmet sofrandan ikramlar ver bana… Hislerimi, dimağımı açtım. Durup dinlemeye hazırım.
Toprak Arz-ı Hâl, gencin bu isteği üzerine öyle manzaralar getirir ki gözlerinin önüne... Topraktan çıkan çeşit çeşit lezzetler, türlü nebat, sebze ve meyveler sergisine döner her yer… Bu renk, koku ve lezzet cümbüşünün arasında genç mest ü hayran olur.
Genç Adam: Dallardan sarkan meyveler, topraktan fışkırırcasına çıkan bu sebze, nebât! Hepsini böyle bir arada görünce içim coştu. Hayran kaldım, senin kudretine! Ey kara toprak! Senin karalığın göz yanılmasından başka bir şey değilmiş. Meğer ne usta eller çalışırmış derûnunda. Nasıl bir hayat iksiri var ki sende, her birinden ayrı bir şifâ, ayrı bir lezzet, ayrı bir koku çıkar. Nasıl bir mârifet ki sendeki, en seçkin lezzet ustalarına taş çıkartır hünerin…
Arz-ı Hâl: Sus, ey gâfil sus! Sen, hiçbir şeye mâlik değilken hüner satanı gördün mü hiç? Kalbini aç da bende gizli olan asıl hüner sahibini gör!
Genç Adam: Kimdir o hüner sahibi!
Arz-ı Hâl: Toprak mülkünün sahibi! Tanımıyor musun?
Genç Adam: Hayır! Ama anlatırsan, tanıdığım biriyse eğer, belki hatırlarım.
Arz-ı Hâl: Mülkümün asıl Sahibi! Gücü her şeye yetendir. Bendeki hüner de hayat iksiri de O’ndandır. Beni binler parçaya bölüp de içimde cereyan edip duran faaliyeti görseniz, şaşkınlığınız âleme sığmaz. İçime düşen bir tohum, bendeki parçalarla buluşur, damar damar filizlenir. Sonra hayat yürür o damarlarda. Dirilik bahşedince mülkümün Sahibi; o tohum, koca bir ağaç olur. Siz de çeşit çeşit renkte, kokuda ve lezzet aynalarında seyredersiniz, o güzide eserleri…
Güneşten habersiz, ışığına hayran pervaneler gibi, nice tabiat âşıkları geldi geçti tarih sayfalarında... Hakikati aramak için çıktıkları yolda, nice akıl mahrumu sefiller yitip gitti. Ömürlerini bu uğurda tükettiler, ama Sebepler Sultanı’nı bulamadan yok olup gittiler. Güneşten habersiz pervâneler! Yazık! Çok yazık!
Genç Adam: Canım Arz-ı Hâl! Ne olur kınama beni. Ben de hakikati bulmak istiyorum. Ama senin yol göstermene muhtacım! Tut elimden…
Pîr ü Pâk: Sâdık yârânım, sen sabır tecellîsinin en nadide eserisin! Kızma hemen! Hikmet sofranda doyur bu genç adamı...
Arz-ı Hâl: Peki öyleyse! Pîr ü Pâk! Âyine ol da bu toy civan seyreylesin senin âbında âlemi...
Pîr ü Pâk ayna olup yansıttı Arz-ı Hâl’in bütün güzelliğini… Baharistan oldu zemin... Cümle yer, çiçekler meşherine dönüştü. Bu muhteşem güzellik karşısında genç adam kendinden geçti.
Genç Adam: Ey toprak Arz-ı Hâl! Bu renkler, bu baş döndürücü râyihalar! Sende nasıl bir kimya var ki, bu sanatları icrâ eder durursun. Ya bu estetik? Ne muhteşem eserler bunlar!.. Gizli nakkaşların tezgâhında mı dokunur bu sanatlar? Attarların elinden mi çıkar bu baş döndüren râyihalar? Söyle!
Arz-ı Hâl: Pür-hevâ! Her zaman, yanından geçip gittiğin manzaralar bunlar... Esere bakıp da O yüce eser Sahibi’ni göremeyene ne yazık!
Ey Sâni-i Mutlak olan Mâlik’im! Bu gence ne söylesem boş! Âmânın önüne Güneş’i koysan görür mü? Sen’in muhabbetinin eseridir, bu renk cümbüşü! Attarlara ilham olan râyihalar, Sen’in âsâr-ı ihsânındandır. Bu muhteşem bediî sanatlar, nakışlar… Sen’in muhabbetinle coşmuş sayısız âhenge bürünmüş, gül, lâle, nergis, karanfil olmuş.
Genç Adam: Hayret! Hayret!
Arz-ı Hâl: Hayret ya! İşte sana ip ucu. Gafletten kurtulmak istiyordun ya. Senin imdâdın bu! Hayret!
Genç Adam: Şimdi de sen beni attın bilinmezlikler kuyusuna... Aklım bu kör kuyunun içinde çırpınıp duruyor. Haydi, o ip ucunu gönder de çıkar beni bu kuyudan!
Arz-ı Hâl: Hayret dedim ya işte!
Genç Adam: Niye bilinmez bir nesne gibi konuştun ki. Hepimizin bildiği şey bu.
Arz-ı Hâl: Eğer bilmiş olsaydın, dediklerime yabancı kalmazdın.
Genç Adam: Öyleyse anlat da bileyim.
Arz-ı Hâl: Durup dinleyenler bakıp da görenlerin nazarıdır hayret! Bu cihan mülkünün kâşifi olmaktır. Her bir zerrede bir keşif, her keşifte mârifet ummanına dalmaktır hayret. Denizin sırlarını içine dalan dalgıç bilir. Kıyıya vuran sesleri de sahildeki sûret hayranları… Sûretlerin değil, sırrın peşinde olmaktır hayret.
Genç Adam: Canım Pîr ü Pâk, bu muammâlardan kurtar beni.
Pîr ü Pâk: Hay hikmet deryasında kaybolasıca toy civan! Sen sözü hikmet, hilkati rahmet olan Mevlânâ’yı; dağ-taş, mahlukât ile konuşan Yûnus Emre’yi hiç duymadın mı?
Genç Adam: Duydum elbet. Hattâ şiirlerini de okudum.
Pîr ü Pâk: İşte onların ve nice onlar gibi olanların nazarı hayrettir. Onların sözleri dem-i bahardır. Meltem gibi okşar rûhunu. Gönülleri dil-i pâktır. Lekesiz, pussuz varlık aynasıdır kalpleri… Her şeyin yaratılış sırrı o aynada belirir. Oradan yansıyan hikmet pırıltıları da senin şiir dediklerin işte…
Sonra da Yûnus Emre’den şu mısraları okumaya başladı:
“İşitin ey yârenler! Aşk bir güneşe benzer.
Aşkı olmayan gönül, misali taşa benzer.
Dağa düşer kül eyler, gönüllere yol eyler,
Sultanları kul eyler, hikmetli nesnedir aşk!”
Pîr ü Pâk: Sâdık yârânım. Geldiğimizde hüzne gark olmuştun. Şimdi tomurcuklar yeşerdi bir anda gülşeninde...
Arz-ı Hâl: Nasıl yeşermesin! Sözleri işitince içim şenlendi. O hikmet sahiplerinin hayret nazarları bana değdiği zaman, bahar coşkusunu yaşarım. Onların nazarları görünenin ardındaki görünmeyenin, cihan Mâlik’inin peşindedir hep… Müptelâ-yı aşk olmuşlardır, hayranlıkla seyrederler âlemi... Varlık mânâsına kavuşur o nazarlarda... Eğer üzerimde gezinen cümle mâsumlar, hayvanat ve Hak dostları olmasa, benim gövdem kurak bir çöl gibi olur.
Genç adam başını göğsüne eğdi ve yüzünde hüznün çizgileri belirdi.
Pîr ü Pâk: Delikanlı! Bedbîn olma! Kaldır başını!..
Genç Adam: Bedbin değilim. Hâl-i perişanıma içlenirim. (Arz-ı Hâl’e yönelerek:) Sen Arz-ı Hâl! Şimdiye kadar gözümde kuru bir toprak parçasıydın. Oysa senden daha bilge kimse yok imiş. Sen Pîr ü Pâk! Her dâim gözümün önünde akıp dururken, varlığından bîhaber yaşamışım. İzzetin ne yüce imiş. Arz-ı Hâl senin bilgeliğin ve mahâretin, Pîr ü Pâk senin izzet ve temizliğin; mülkün hakikî Sahibi’ndenmiş meğer… Su mülkünün sahibi de toprak mülkünün sahibi de benim Mâlik’im imiş. Durup dinlemek, bakıp da görmek için geldiğim bu âlemde hakikatten uzak yaşamışım.
Arz-ı Hâl: Başın dâimâ dik dursun! Sen, varlığın en büyük emanetçisisin. Toprak, hava, su, hayvanât, nebât, ağaç, cümle varlık sana emanet!
Genç Adam: Benim gibi âmâya, sâfî akla böyle paha biçilmez bir şeref verilir mi hiç!
Pîr ü Pâk: Onlar senin toyluğun için söylenmiş sözlerdi. Sen toprak altında bekleyen, henüz kabuğunu kırmamış bir cevhersin.
Genç Adam: Güldüm bu sözlerinize!
Arz-ı Hâl: İnanmıyorsan şuraya bak öyleyse. Pîr ü Pâk! Âyine-i dil, âyine-i hâl ol bu delikanlıya!
Delikanlı su aynasında kendini seyreder. Rûhundaki kemâlâtı fark eder.
Toprak Arz-ı Hâl sözlerine devam eder:
“-Ey insan! Sen Kibrit-i Ahmer’sin. Ayn-ı Hikmet sensin. Sen varlığın inci danesisin. Sende kemâlâta kanat çırpacak nice istîdatlar var. Her bir sûret sende, senin sırrında gizlidir. Her şeyin aksettiği ayna, senin kalbindir aslında. Pîr ü Pâk’ın izzeti de benim bütün hüner ve sabrım da sende gizli!.. Secde ettiğin zaman, yıldızlar da rûhunun semâsında secde eder. Sen nîmetin asıl sahibine şükredince, gök suyunu indirir, toprak suya kavuşur, tohum çatlar, bereketle arzın yüzü güler. Varlık mânâ kazanır, sen şükredince.”
Su aynasında kendini seyreden Genç, varlığında nasıl bir cevher gizli olduğunun farkına vardı.
Genç Adam: Duyduklarım, gördüklerim, beni o kör kuyunun içinden çıkarttı, gözümdeki pus dağılıp gitti. Size minnettârım!
Pîr ü Pâk: Yola düşen sendin. Biz rehber olduk sadece…
Genç Adam: Haydi öyleyse, sıradanlıktan geçip farkındalığa yol bulanlara âşinâ olsun hikmetler!.. Azîzim Pîr ü Pâk, gir koluma... Dostum Arz-ı Hâl, sen de tut elimden; yola revân olma vaktidir şimdi. Bu cihan mülkünün Sahibi’nin yoluna düşme vakti!..
Kaynak: Ayşegül Balta, Şebnem Dergisi, Sayı: 193, 194, 195
YORUMLAR