Mülteci Meselesine İslami Bakış
Mülteci sorunu nasıl ortaya çıktı? Mültecileri kabul etmek hukukî mecburiyet mi İslamî mecburiyet mi? Müslümanları mülteci olarak değerlendirmek doğru mudur? Mülteci meselesine İslamî bakış...
Devletin yasal sınırları dikkate alarak insanlar değerlendirildiğinde kardeşlik hukukunun askıya alınması icap eder. Bu perspektifte inanan-inanmayan, müslim-gayrmüslim fark etmeksizin bir devletin yasal sınırları içinde yaşayan herkes vatandaştır; diğerleri yabancı. Ancak insanları inandığımız din zaviyesinden ele aldığımızda hangi ülkeden geldiği veya hangi ülkeye mensup olduğuna göre değil; Kur'ân-ı Kerim’e göre değerlendirip mü'minlerin birbiriyle kesinlikle ve tartışmasız kardeş olabileceğini (Hucurât/49-10) görüp anlarız. Bu sebeple her ne kadar yaşadığımız coğrafyaların farklı olmasından dolayı Suriye’den, Afrika’dan, Afganistan’dan, Balkanlardan, Doğu Türkistan’dan, Filistin’den veya Gazze’den gelen kimseler uluslararası hukuk normlarına ve devletler arası antlaşmalara göre mülteci, yabancı ve sığınmacı olarak tesmiye edilmiş olsa da kıyamet sabahına kadar hükmü muhkem olacak Kur'ân-ı Kerim’e ve İslam’a göre iman ettiği müddetçe din kardeşimiz; mağdur ve mustaz’af ise yardımına koşmamız ve merhamet nazarıyla ihtiyacını gidermemiz gereken bir Allah kulu olarak tavsif edilecektir.
MÜLTECİ SORUNU NASIL ORTAYA ÇIKTI?
Geçmişte dini veya dili öğrenme, tebliğ ve irşâd, ekonomik gayeler, güvenlik kaygısı ve savaşlar gibi sebeplerden dolayı zuhur eden mültecilik ve vatan topraklarını terk etme olgusu günümüzde kısmi olarak farklı sebeplere binaen cereyan ediyor olsa da neredeyse sadece savaş ve istilalar sebebiyle ortaya çıkıyor.
2003 Irak savaşına kadarki süreçte ilkel istila yöntemleri ile bir ülkeye asker çıkararak orayı hegemonya ve yönetimi altına alan Batı, Modernizmin İslam dünyasına ilk girdiği yer olan Hint Altı Kıtasını, Portekizli denizciler aracılığıyla ticaret yapma ve şirketler kurma (!) bahanesiyle işgal etmiş; yaptığı ilk icraat da İslam Ceza Hukukunu yürürlükten kaldırmak olmuştur. Yaşadığımız çağda Batı asker göndererek istila etmek yerine kendi ürettiği terör (!) unsurlarını temizlemek bahanesi ile vekalet savaşlarına tevessül ediyor. Batı’nın geçmişteki bahanesi “ticaret yapma” iken günümüzdeki kamuflajı “demokrasi ve özgürlük götürme” olarak karşımıza çıkıyor.[1]
Mültecilik ve vatanı terk etme olgusu tüm dünyada ortak başlık altında ele alınan bir durum değildir. Bat’ıda daha çok kültürel, ekonomik veya sosyal unsurlara bağlı ihtiyari sebeplere bağlı olarak insanlar ülkelerinden ayrılırken Doğu’da savaşlar, acılar, sürgünleri istilalar ve ıstıraplar bir insanı vatanını terk etmeye mecbur bırakmaktadır.
İMAN EDEN HERKES KARDEŞTİR
Adına mülteci, sığınmacı, yabancı, göçmen vs. her ne dersek diyelim, iman eden herkes; aynı devletin yasal sınırları içinde yaşasın veya yaşamasın birbiriyle din kardeşidir. Bu, sonradan insanların birbirine verdiği bir pâye değil; Allah Teâlâ’nın yaratılışta verdiği bir vasıftır. Bu sebeple bir Müslüman başka bir ülkeye sığınmak zorunda kaldığında ona yardımcı olmak ve üzerimize düşeni kendi vatandaşına gösterdiğimiz kadar yerine getirmek, Müslüman olarak her bir kimsenin vazifesidir. Müslüman, üzerine düşen vazifeyi muhatabının milliyeti veya ırkına göre değil; insan olma keyfiyetine göre yerine getirir.
Ülke olarak hamdolsun herhangi bir devlet ile fiili savaş halinde olmadığımız için Türkiye’nin dâru’l-İslâm; Suriye’den, Afganistan’dan, Kırım veya Ukrayna’dan gelen kimselerin de dâru’l-harb vatandaşı olan harbî, müste'men, zimmî, vs. olarak isimlendirilmesi mümkün değildir. Bununla beraber dâru'l-İslâm, dâru'l-harb gibi isimlendirmelerde büyük bir bilgi kirliliği olduğundan ne Batı tamamen dâru'l-harb’tir; ne de doğu tamamen dâru'l-İslâm’dır. Burada temel kriter, şer'î hükümlerin rahatça yaşanabilmesi ve herhangi bir devletin buna engel olmamasıdır. Bu sebeple dünya, dâru’l- İslam ve dâru'l-harb şeklinde iki kutuplu değil; bilakis İmam Şâfî’nin ifade ettiği gibi kanunları şer'î olmasa ve şeriatla yönetilen bir devlet olmasa da içinde İslam’ın yaşanabildiği, herhangi bir engelin olmadığı, insanların dininden dolayı zulme maruz kalmadığı her yer dâru's-sulh olup dâru'l-İslâm’da Müslümanlar nelerden sorumlu ise burada da Müslümanlar aynı şeylerden mesuldür.[2]
MÜLTECİ İLE YAŞAMAK
İslam geleneği ve medeniyetine göre mülteci kimse ile yaşamak ile yasal çerçevede mülteci ile yaşamak birbirinden farklıdır. Bu iki farklılık, ahlak kurallarına göre yaklaşmak ile hukuku kurallarına göre muamele etmek arasında cereyan eden hukuki ve hayati değerlerden kaynaklanmaktadır. Her ne kadar ahlak kuralları ile hukuk kurallarının oluşumu birbirini etkileyerek norm haline gelse de yasal hale geldikten sonra ahlak kuralları, hukuk kurallarının himaye ve koruması altında hayatiyet arz eder. Başka bir ifadeyle hukuk kuralları ahlak kurallarının supabıdır. Mamafih kendi yurdundan ayrılmak zorunda kalan bir kimse, mülteci-sığınmacı-göçmen olarak tesmiye edilip yasalar çerçevesinde muamele edilerek hakları teslim edildiğinde hukûkî olarak sorumluluk yerine getirilmiş olur; ancak kendi ülkesinden ayrılmak zorunda kalan bir Müslüman İslam medeniyetine göre muhacir olarak kabul edilip bu kimselere İslam ahlak ve faziletleri çerçevesinde muamele eden kimse ensar vasfını alır.
Bizler, hukûkî olarak sorumluğumuzu yerine getirmekle birlikte iyi birer Müslüman olarak hayatını idame ettirmek üzere vazifelendirilmiş Müslümanlar olduğumuzu hatırımızdan çıkarmamalıyız.
Son hadiselere binaen şunu ifade etmek, izzet ve şerefin Müslümanlarda olduğunu bildiren Allah Teâlâ’nın emrine imtisal etmenin bir gereğidir:
Her ne sebeple olursa olsun Filistin’in yersiz ve zamansız saldırdığını, savaşa başladıklarını; ancak devam ettirmeyeceklerini hâlâ tartışıyor olmak Müslümanca bir duruş değildir. Nitekim hayat hakkı ellerinden alınarak ademiyete mahkûm edilen kimselerin haklı mücadelesini tartışma konusu yapmak, düşman saflarının pekişmesini üstü örtülü olarak desteklemektir.
Siyonist terör örgütü İsrail’in saldırısını meşru göstermek pahasına asılsız iddialara, tezvirat ve manipülasyonlara sarılmak, yerlerini gasp eden İsraillileri sivil, yerleşimci, vs. diye gösterip Filistinlilerin senelerdir gördüğü zulüm ve tecride duyarsız kalmak, üstüne üstlük Filistinlilerin toprak sattığı iddiasına sarılmak, Arapları ve Filistinlileri Türklere düşman ve hain gibi gösteren mahfillerin tuzağına düşmek demektir.
ZULMÜN OLDUĞU YERDE TARAFSIZLIK NAMUSSUZLUKTUR
Bunlarla birlikte tüm bu arbede ve debdebenin mahşerinde hala tek kelime etmeyen, sesini çıkarmayan ve “taraf olurum” veya “tarafım belli olur” endişesiyle çocukların acımasızca katledildiği, evlatların öksüz-yetim bırakıldığı bir faciaya rağmen sonuca göre pozisyon alan kimseler, Cemil Meriç’in “Zulmün olduğu yerde tarafsızlık namussuzluktur.” ifadesini hatırlarından çıkarmamalıdır. Evet; bir Müslüman mutedil, akl-ı selim ve teennî ile hareket etmek zorundadır. Yaşanılan hadiselere hamasetle değil; hamiyet ve hassasiyetle yaklaşmalıdır. Ancak sükût ve sessizliğin de taraf olmanın bir parçası olduğunu hatırından çıkarmamalıdır. Nitekim bî-taraf olan bertaraf olmaya mahkûmdur.
Son olarak Ziya Paşa’nın dediği gibi:
Zalimlere bir gün dedirtir kudret-i Mevla,
“Tallâhi lekad âserakellâhü aleynâ”
Allah Teâlâ Filistin’de, Gazze’de, Mescid-i Aksâ ve Kudüs için can ve malıyla cihad eden; onlara dua eden ve kalbinde onlara yer ayıran tüm inananları mansûr ve muzaffer eylesin.
Dipnotlar:
[1] Mehmet Büyükmutu, Abdülhayy el-Leknevî, 11. [2] Vehbe Zühaylî, Âsâru’l-harb, 195-196.
Kaynak: Mehmet Büyükmutu, Altınoluk Dergisi, Sayı: 453