Mü'min Girdiği Yere Hayat Vermeli!

Her fikir manzûmesinin ana gâye ve iddiâsı, insanı yükseltmek ve insânî münasebetlere bir seviye kazandırmaktır. Fakat hiçbir beşerî sistem, bu gâyeyi gerçekleştirmede İslâm ile kıyas edilebilecek bir noktaya ulaşamamıştır. Bunun sebebi, beşerî sistemlerin, imkânları sınırlı olan akla dayanmasıdır.

İslâm ise Rabbimizin irâdesinin mahsûlü olduğundan, insan ve kâinât gerçeğiyle âhenkli bir nizam oluşturmuş ve böylece hayal ötesi bir mükemmellik sunmuştur. Bundan daha tabiî bir şey olamaz. Çünkü acziyetle mâlûl bulunan insanoğlunun, kendini, diğer varlıkları tanıması ve beşerî münasebetlerini düzenlemesi, Rabbimizin sonsuz gücü önünde bir hiç mesâbesindedir. Bundan dolayıdır ki, insanlığa güyâ yön vermek iddiâsıyla ortaya konulmuş felsefî sistemlerin -ve hattâ beşerî dinlerin- pek çoğu, iddiâlarının aksine yanlış yolda hizmet etmiştir. Beşeriyeti saâdet yerine, sefâlete dûçâr kılmıştır.

Gerçekten insanı ahlâkî bakımdan sefâhate sürükleyen Freud’dan, onu iktisâdî refaha kavuşturmak gâyesini güttüğünü söyleyen Marx’a kadar pek çok sistemin neticesi, başlangıçtaki iddiâların aksine tahakkuk etmiştir. Nihâyette ise ictimâî kargaşa ve beşerî sefâletlere sebebiyet vermiştir.

Şu husus târihî bir gerçektir ki, Âlemlerin Efendisi Hazret-i Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem-, zulüm ve anarşi içinde boğulmakta olan insanlığı, îmânın en kıymetli meyvesi olan merhamet ve şefkatiyle kucaklamıştır. O, rahmet ve muhabbet dolu davranışlar manzûmesiyle de insanlığa nümûne olmak yolunda ebedî bir zirve teşkil etmiştir. Onun peygamberliğinden evvel insanlar, çocukluk çağından başlayarak kavga eden, zulmeden, işkence yapan ve hemcinsine saldıran kimselerdi. Ancak o mübârek varlığın elinde her biri, bütün bu mezmûm davranışlardan kurtularak “gökteki yıldızlar gibi” parlak ve müstesnâ birer şahsiyet oluvermişlerdir.

Gerçek bir mümin, girdiği yere hayat vermeli, oradaki mânevî zenginliğe bir katkıda bulunmalıdır.

SENİ ÖLDÜRMEYE GELEN SENDE DİRİLSİN

“Ashâb-ı güzîn” adıyla bilinen bu topluluğun hayatlarında, Kâinâtın Fahr-i Ebedîsi’nin örnek alınmasıyla gerçekleşen ahlâkî seviyeyi aksettiren sayısız hâdise mevcuttur. Bunlar arasında Mus’ab bin Umeyr’in şu hâli ne kadar hikmetli ve istikâmet vericidir:

Mus’ab bin Umeyr -radıyallâhu anh-, beraberinde Es’ad bin Zürâre -radıyallâhu anh- olduğu hâlde Medîne’de Abd-i Eşhel ve Zafer oğullarının yurduna gitmişlerdi. O gün Abd-i Eşhel oğullarının liderleri Sa’d bin Muaz ile Üseyd bin Hudayr idi. İkisi de henüz müşrikti. Sa’d, Mus’ab bin Umeyr’in gelişini duyunca Üseyd’e:

“−Ne duruyorsun? Bizim zayıf ve cılız insanlarımızı aldatmak için gelen şu iki adamın yanına git ve onları buradan uzaklaştır!” dedi.

Üseyd de Mus’ab bin Umeyr ile Es’ad bin Zürâre’nin yanlarına geldi; kötü sözler söyleyerek başlarına dikildi ve elindeki mızrağını onlara doğrultup:

“−Yaşamak istiyorsanız buradan çekip gidin!” dedi.

Mus’ab -radıyallâhu anh- ise sakin ve mütebessim bir şekilde şu mukâbelede bulundu:

“−Eğer oturup dinlersen, sana söyleyeceklerimiz var. Sen akıl ve basîret sâhibi seçkin bir kimsesin. Beğenirsen kabul eder, hoşlanmazsan uzak durursun...” dedi.

Üseyd, biraz düşünüp:

“−Doğru söylüyorsun.” diyerek mızrağını yere sapladı ve dinlemeye başladı.

Dinledikçe Mus’ab -radıyallâhu anh-’ın anlattığı ilâhî güzelliklerin câzibesine kapılarak İslâm’ı kabul etti. Sonra huzur içinde oradan ayrılıp Sa’d’a:

“−Onları dinledim, anlattıklarında da bir mahzur görmedim.” dedi.

Buna kızan Sa’d, bu defa kendisi Mus’ab’ın yanına gitti. Öfkeli idi ve kılıcını da yarıya kadar sıyırmıştı. Mus’ab -radıyallâhu anh- onu da aynı şekilde karşıladı. Yatıştırdı. Sonra tatlı ve rûhunu okşayıcı bir üslûp ile ona da bir kısım ilâhî hakîkatleri anlattı. Böylece Sa’d da Üseyd gibi anlatılanların ulvî câzibesine kapılarak îmân kevserini yudumladı.

Hiç şüphesiz bu hâl, Allâh Rasûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in mânevî terbiyesinde yetişen müstesnâ sahâbîlerin nasıl yüce bir olgunluğa eriştiklerinin bir misâlidir. O bahtiyarlar, insanın ihyâsından ibâret olan İslâm’ın bereketiyle “Seni öldürmeye gelen, sende dirilsin!” düstûrunu beşeriyet târihine altın harflerle yazmışlardır.

Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Vakıf-İnfak-Hizmet, Erkam Yayınları.

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.