Mümin Suresinin Tefsiri
Dr. Adem Ergül Bey, Mümin sûresinin tefsirini yapıyor.
Mü’min sûresi Mekke’de nâzil olmuştur. 85 âyettir. İsmini, 28-45. âyetlerde kıssası anlatılan ve kendisinden “mü’min adam” diye bahsedilen Firavun ailesinden Hz. Mûsâ’ya inanan bir kimseden alır. Sûrenin bir ismi de اَلْغَافِرُ (Ğâfir)dir. Bu ismini ise 3. âyette geçen ve Allah Teâlâ’nın “bağışlayıcı” mânasına gelen Ğâfir güzel isminden alır. Resmî tertibe göre 40, iniş sırasına göre 60. sûredir.
9 bölümde, 85 âyetten oluşan Zümer sûresinin tefsiri:
MÜMİN SURESİ TEFSİRİ
Mü'min Sûresi 1. Kısım Tefsiri (1-9. Ayetler):
Mü'min Sûresi 2. Kısım Tefsiri (10-17. Ayetler):
Mü'min Sûresi 3. Kısım Tefsiri (18-27. Ayetler):
Mü'min Sûresi 4. Kısım Tefsiri (28-35. Ayetler):
Mü'min Sûresi 5. Kısım Tefsiri (36-45. Ayetler):
Mü'min Sûresi 6. Kısım Tefsiri (46-59. Ayetler):
Mü'min Sûresi 7. Kısım Tefsiri (60-66. Ayetler):
Mü'min Sûresi 8. Kısım Tefsiri (67-78. Ayetler):
Mü'min Sûresi 9. Kısım Tefsiri (79-85. Ayetler):
MÜMİN SURESİ HAKKINDA
Mü’min sûresi Mekke’de nâzil olmuştur. 85 âyettir. İsmini, 28-45. âyetlerde kıssası anlatılan ve kendisinden “mü’min adam” diye bahsedilen Firavun ailesinden Hz. Mûsâ’ya inanan bir kimseden alır. Sûrenin bir ismi de اَلْغَافِرُ (Ğâfir)dir. Bu ismini ise 3. âyette geçen ve Allah Teâlâ’nın “bağışlayıcı” mânasına gelen Ğâfir güzel isminden alır. Resmî tertibe göre 40, iniş sırasına göre 60. sûredir.
MÜMİN SURESİ KONUSU
Sûrenin, müşriklerin müslümanlara işkencelerinin iyice arttığı ve artık Resûlullah (s.a.s.)’i öldürme planları yaptıkları bir dönemde indiği anlaşılmaktadır. Çünkü verilen misaller hep bu istikâmettedir. Daha önce geçen inkârcılar da peygamberlerini öldürmek istemişlerdi, fakat Allah, peygamberlerini onların elinden kurtarmış ve kendilerini helak etmişti. Firavun Mûsâ aleyhisselam’ı öldürmek istedi, Firavun’u suda boğmak suretiyle onu da kurtardı. Sûrede uzunca kıssası anlatılan “mü’min adam” ise Mûsâ aleyhisselam’ın öldürülmesine karşı çıkan ve onu savunan bir mücâhittir. O, hak-bâtıl mücâdelesinde hakkın üstün gelmesi için gerçekten çok akıllı ve dengeli bir tebliğ siyâseti güden kâmil bir mü’min modeli olarak takdim edilir. Bu akıllı kişinin, ortamı germeden, incitmeden, ibretli misallerle akıllara ve duygulara dengeli hitap ederek sonuç almaya çalıştığı görülür.
Aynı tavrı Mekke’de müşriklere karşı Hz. Ebubekir’in sergilediğini görürüz. Sûrede bu esas konuya binâen Resûlullah (s.a.s.)’in zafere erişeceği ve müşriklerin mağlup olacağı haber verilir. Allah’ın sonsuz kudret ve azametinin bir kısım kevnî delilleri sergilenir. O’nun insanlığa olan büyük nimetlerinden bahsedilir. Neticede Peygamber (s.a.s.)’in davetini reddedip Allah ve âhiretin varlığını kabul etmeyenlerin hazin âkıbet ve pişmanlıklarından; cehennem azabını gördükten sonra inanmalarının artık bir fayda vermeyeceğinden söz edilir.
MÜMİN SURESİ NÜZUL SEBEBİ
Mushaftaki sıralamada kırkıncı, iniş sırasına göre altmışıncı sûredir. Zümer sûresinden sonra, Fussılet sûresinden önce Mekke’de inmiştir. “Hâ-mîm” diye başlayan ve arka arkaya gelen yedi sûrenin ilkidir.
MÜMİN SURESİ FAZİLETİ
Mü’min suresi, حٰمٓ (Hâ. Mîm) diye başlayan yedi surenin ilkidir. Bu surenin de dâhil olduğu “Hâ. Mîm”le başlayan yedi sureye حَوَام۪يمْ (Havâmîm) yani “Hâmîmler” denir. Bu sûrelerin okunmasını teşvik eden bazı hadisler ve sahâbe sözleri nakledilir. Nitekim Resûl-i Ekrem (s.a.s.), Mü’min sûresinin ilk üç âyeti ile Bakara sûresinin 255. âyeti olan Âyete’l-Kürsî’yi sabah akşam okuyan bir kimsenin bu sâyede muhafaza olacağını haber vermektedir. (Tirmizî, Sevâbu’l-Kur’an 21)
MÜMİN SURESİ TEFSİRİ
- Hâ. Mîm.
- Bu kitap, kudreti dâimâ üstün gelen ve her şeyi hakkiyle bilen Allah tarafından parça parça indirilmektedir.
- O Allah, günahları bağışlayan, tevbeleri kabul eden, cezalandırması şiddetli, bununla birlikte lutuf ve ihsânı çok geniş olandır. O’ndan başka ilâh yoktur. Dönüş yalnız O’nadır.
Sûrenin başında âdeta bir “Dikkat!” komutu gibi “Hâ. Mîm” harfleri seslendirildikten sonra, Kur’ân-ı Kerîm’in Allah tarafından indirildiği beyân edilir. Bununla birlikte Cenâb-ı Hakk’ın, Kur’an’ın inişiyle de alakalı olarak şu altı sıfat-ı celîlesine yer verilir:
✺ اَلْعَز۪يزُ (Azîz): Karşı gelinmesi ve mağlup edilmesi mümkün olmayan nihâyetsiz bir güç ve kuvvet sahibi. Dolayısıyla bu sıfatın bir tecellisi olan Kur’an’a karşı gelmek, onu mağlup etmek ve hükümlerini geçersiz kılmak mümkün olmayacaktır.
✺ اَلْعَل۪يمُ (Alîm): Her şeyi hakkiyle bilen. Allah Teâlâ’nın ilim sıfatının bir tecellisi olan Kur’an, bütün ilmî hakîkatlerin kaynağıdır. Onda bulunan ilimler hem doğru hem de sınırsızdır. Bu vasfıyla Kur’an her daim önde gider, diğer beşeri ilimler ise füze yanında kağnı arabası gibi arkadan gelir.
✺ غَافِرُ الذَّنْبِ (Ğâfiru’z-zenb): Günahları bağışlayan.
✺ قَابِلُ التَّوْبِ (Kābilu’t-tevb): Tevbeleri kabul eden.
✺ شَد۪يدُ الْعِقَابِ (Şedîdu’l-‘ikāb): Azabı çok şiddetli olan.
✺ ذُو الطَّوْلِ (Zü’t-tavl): Lütfü, nimeti, ihsan ve ikramı bol ve geniş olan.
Kur’ân-ı Kerîm, bu güzel isim ve sıfatlarıyla Yüce Rabbimizi tanıtarak insanları Allah’ın bağışlamasına koşmaya, günahları terk edip tevbeye sarılmaya teşvik eder. Diğer taraftan şiddetli azabıyla korkutarak buna sebep olacak fiil ve davranışlardan uzak durmayı emreder. Böylece akılları ve kalpleri tesir altında bırakıp korku ve umut kanatlarını birlikte çırptırarak hayra istikâmetlendirir. Korkudan hoşlananlara korku ilâcı, umuttan hoşlananlara umut ilacı sunar. Bu şekilde Allah’ın sonsuz lutuf ve ihsânına ermenin yollarını gösterir.
Bu âyet-i kerîmelerin gerçekten böyle bir tesire sahip olduğunu gösteren yaşanmış bir hâdiseyi Yezid b. Esamm şöyle anlatır:
Şam ehlinden güçlü kuvvetli, nüfuz sahibi bir kimse vardı. Zaman zaman Hz. Ömer’in yanına gelirdi. Bir ara Ömer (r.a.) onu göremez oldu. Çevresindekilere:
“–Falan zât ne yapıyor, artık görünmez oldu?” dedi.
“–Ey mü’minlerin emiri! O kendisini içkiye verdi” dediler.
Hz. Ömer, kâtibini çağırarak:
“–Yaz! Ömer b. Hattâb’dan falan kimseye. Selâm sana! «Kendisinden başka ilâh olmayan, günahları bağışlayan, tevbeleri kabul eden, azâbı çetin ve ihsânı bol olan Allah’a hamd ederim. O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur, dönüş ancak O’nadır.»” (Mü’min 40/3)
Ömer (r.a.) mektubu yazdırdıktan sonra arkadaşlarına dönerek:
“–Allah’a yönelmesi ve Allah’ın tevbesini kabul buyurması için kardeşinize dua ediniz” dedi. O zât, Hz. Ömer’in mektubunu alınca; “Allah günahları bağışlayan, tevbeleri kabul eden, azâbı çetin olandır” (Mü’min 40/3)cümlesini tekrar tekrar okudu ve:
“–Allah beni hem azabıyla korkutmuş, hem de günahlarımı affedeceğini va‘detmiş” diyerek ağladı. Daha sonra da güzelce tevbe etti. Ömer (r.a.) o zâtın tevbe ettiğini haber alınca:
“–Bir kardeşinizin yoldan çıktığını, günaha saplandığını gördüğünüzde, onu doğru yola getirmeye ve Allah’ın affına güvenmesini sağlamaya çalışın. Tevbe nasip etmesi için Allah’a yalvarın. Kendisine beddua ederek aleyhinde şeytana yardımcı olmayın” dedi. (Kurtubî, el-Câmi‘, XV, 291)
Bununla birlikte insanlar arasında Allah’ın âyetlerine karşı çıkacak ve bunlarla mücadele edecek aptallar olacaktır:
- Kâfirlerden başkası Allah’ın âyetleri hakkında tartışmaya girişmez. Öyleyse onların sırf nefsânî arzularla diyar diyar dolaşması seni aldatmasın!
Allah’ın âyetleri hakkında mücâdele etmek, yersiz ve mânasız itirazlarla onlar hakkında tartışmak ve onları başkalarını şüpheye düşürecek şekilde tevile kalkışmak küfürdür. Böyle yapanlar, ancak inkâr edenlerdir. Çünkü bu, kalbe sinen küfrün ve Allah’a olan düşmanca tavrın açık bir göstergesidir. Zira dürüst bir insan muhalif olsa bile, karşısındaki kişinin doğru olan sözünü kabul eder. Fakat kötü niyetli bir insan, muhalif olduğu kimseyi sırf yenilgiye uğratabilmek için doğruluğu kesin ve açık bir sözü bile yanlış görmeye çalışır. Bunun içindir ki, kâfirlerin bu inatkarâne mücâdeleleri karşısında, Kur’ân-ı Kerîm’in hakîkatlerini açıklamak, müşkillerini gidermek, müteşâbihlerini aydınlatmak, inkârcıların aleyhteki itirazlarını cevaplandırmak ve böylece mü’minin ilim, irfan, ahlâk ve adabına yaraşır bir şekilde mücâdele etmek en büyük bir cihattır. Mü’minler bu cihattan geri durmamalıdırlar. Allah bu hususta onlara yardımcı olacaktır. Nitekim Hz. Nûh’un kavmi ve ondan sonra gelen toplumların durumu bu hususta ilâhî adâletin nasıl tecelli ettiğinin açık belgeleridir. Onlar da peygamberlerini yalanladılar, hatta onları öldürüp yok etmeye azmettiler. Bir kısım bâtıl iddialar ileri sürerek, onlar vasıtasıyla hakkın ayağını kaydırma, yıkıp ortadan kaldırma yolunda ciddi mücadeleler verdiler. Fakat netice şu oldu: Allah onların hepsini kıskıvrak yakalayıp helak etti. Peygamberleri o zalimlerin elinden selâmete eriştirdi. İşte bu gerçek, bundan böyle de Allah’ın ayetleriyle mücâdele edeceklere mühim bir uyarı ve açık bir tehdittir.
Mü’minlere gelince, onların Allah katındaki dereceleri o kadar yücedir ki:
- Bunlardan önce Nûh kavmi ve onların ardından da nice topluluklar peygamberleri yalanladılar. Her topluluk kendi peygamberini yakalayıp cezalandırmaya kalktı ve hakkı ortadan kaldırmak için bâtıla sarılarak mücâdele etti. Ben de onları kıskıvrak yakalayıverdim. Benim azabım nasılmış, gördüler. Ey kâfirler siz de göreceksiniz!
- Neticede, Rabbinin inkâr edenler hakkındaki: “Onlar ateşin yârân ve yoldaşlarıdır” sözü gerçekleşmiş olacak.
Allah’ın âyetleri hakkında mücâdele etmek, yersiz ve mânasız itirazlarla onlar hakkında tartışmak ve onları başkalarını şüpheye düşürecek şekilde tevile kalkışmak küfürdür. Böyle yapanlar, ancak inkâr edenlerdir. Çünkü bu, kalbe sinen küfrün ve Allah’a olan düşmanca tavrın açık bir göstergesidir. Zira dürüst bir insan muhalif olsa bile, karşısındaki kişinin doğru olan sözünü kabul eder. Fakat kötü niyetli bir insan, muhalif olduğu kimseyi sırf yenilgiye uğratabilmek için doğruluğu kesin ve açık bir sözü bile yanlış görmeye çalışır. Bunun içindir ki, kâfirlerin bu inatkarâne mücâdeleleri karşısında, Kur’ân-ı Kerîm’in hakîkatlerini açıklamak, müşkillerini gidermek, müteşâbihlerini aydınlatmak, inkârcıların aleyhteki itirazlarını cevaplandırmak ve böylece mü’minin ilim, irfan, ahlâk ve adabına yaraşır bir şekilde mücâdele etmek en büyük bir cihattır. Mü’minler bu cihattan geri durmamalıdırlar. Allah bu hususta onlara yardımcı olacaktır. Nitekim Hz. Nûh’un kavmi ve ondan sonra gelen toplumların durumu bu hususta ilâhî adâletin nasıl tecelli ettiğinin açık belgeleridir. Onlar da peygamberlerini yalanladılar, hatta onları öldürüp yok etmeye azmettiler. Bir kısım bâtıl iddialar ileri sürerek, onlar vasıtasıyla hakkın ayağını kaydırma, yıkıp ortadan kaldırma yolunda ciddi mücadeleler verdiler. Fakat netice şu oldu: Allah onların hepsini kıskıvrak yakalayıp helak etti. Peygamberleri o zalimlerin elinden selâmete eriştirdi. İşte bu gerçek, bundan böyle de Allah’ın ayetleriyle mücâdele edeceklere mühim bir uyarı ve açık bir tehdittir.
Mü’minlere gelince, onların Allah katındaki dereceleri o kadar yücedir ki:
- Arşı taşıyan ve onun etrafında bulunan melekler, Rablerini överek tesbih eder, O’na inanır ve mü’minlerin bağışlanmaları için şöyle dua ederler: “Rabbimiz! Senin ilmin ve rahmetin her şeyi kuşatmıştır. O halde tevbe edip sana yönelen ve senin yoluna uyanları bağışla ve onları kızgın alevli cehennem azabından koru!”
Kur’ân-ı Kerîm, çoğu zaman bizlere, akıl ve duyularımızla anlayamayacağımız hâdiselerden bahseder. Bu hâdiselerden biri de, kendilerine iman etmekle sorumlu olduğumuz meleklerin, mü’minlere dua ve istiğfarlarıdır. Burada hususiyle “arşı taşıyan” ve “arşın etrafında bulunan” meleklerin istiğfarı haber verilir.
Arşı taşıyan meleklere “hamele-i arş” denilip bunların sayıları dörttür. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 256) Kıyamet gününde ise bunların sayıları sekiz olacaktır. (Hâkka 69/17) Arşın korunma ve tedbirine memur olduklarından bu isim kendilerine mecazen verilmiştir. Arşın etrafında bulunanlar ise arşı tavaf eden meleklerdir. Nitekim bunlarla ilgili olarak da: “O gün melekleri de görürsün; arşın etrafını kuşatmış, Rablerini överek tesbih ediyorlar” (Zümer 39/75) buyrulur.
Meleklerin mü’minlere istiğfarından maksat; onlara şefaat etmeleri, onları tevbeye yönlendirmeleri ve onlara bağışlanmayı gerektiren amelleri ilham etmeleridir. Burada meleklerin insanların günahlarını bildiklerine bir işaret; cinsler farklı olsa da imanda ortaklığın nasihat ve şefkati gerekli kıldığına bir tenbih vardır. Zira iman, meleklerle mü’minler arasında en kuvvetli ve en mükemmel bir bağ teşkil etmektedir. (Bursevî, Ruhu’l Beyân, VIII, 157)
Şunu da hadislerden anlıyoruz ki, melekler hem mü’minler için dua ediyor hem de bir mü’minin, yanında olmayan mü’min kardeşi için duasına da âmin diyorlar. Nitekim Resûl-i Ekrem (s.a.s.): “Müslüman, yanında bulunmayan bir kardeşine dua ettiği zaman melek: «Amin! Senin için de bir benzeri olsun» der” buyurmaktadır. (Müslim, Zikir 86-88)
Allah Teâlâ’ya dua ederken uyulması gereken adapla ilgili olarak âyette çok güzel bir usul tâlimi vardır:
Duada önce Allah’a hamd ve senâda bulunulur, sonra talepler dile getirilir. Melekler de mü’minler için bağışlanma isterken önce Cenâb-ı Hakk’ı övgüyle söze başlayarak “Rabbimiz! Senin rahmet ve ilmin her şeyi kuşatmıştır” der, sonra dualarını yaparlar. Peygamberler de dualarında hep aynı usulu takip etmişlerdir. Zaten akıl da dua ederken bu tertibe uyulmasının yerinde ve güzel olacağını gösterir. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XXVII, 32)
Âyertte Allah’ın rahmet ve ilminin her şeyi kapladığının özellikle belirtilmesi ve ardından mü’minler için istiğfar edilmesi, mağfiretin ve tevbeleri kabulün bu iki sıfatın her birinden kaynaklandığına işaret eder. Buna göre âyetin mânası, “küfür ve günahlardan tevbe edip iman ve itaat yoluna uyduğunu bildiğin kimseleri bağışla” demek olur. Aynı zamanda meleklerin sadece tevbe eden, nefsânî arzuların peşinden gitmeyi bırakıp samimi ve temiz bir niyetle Hak yoluna uyanlar için istiğfar ettikleri anlaşılır. Çünkü melekler, Allah’a ortak koşan, tevbe etmeyip şirkte ısrar edenlerin bağışlanmayacağını bilirler. (İbn Âşûr, et-Tahrîr ve’t-tenvîr, XXIV, 91)
Şunu da dikkatten uzak tutmamak gerekir ki, sadece dille tevbe etmek kurtuluş için yetmez. Bununla birlikte tevbede sebat etmek, amelleri riyadan temizlemek, kalpleri de nefsânî arzuların esaretinden arındırmak lâzımdır.
Melekler dualarına şöyle devam ediyorlar:
- “Rabbimiz! Hem onları, hem de onların babalarından, eşlerinden ve nesillerinden sâlih olanları, kendilerine va‘dettiğin sonsuz nimet ve ebedî mutluluk yeri olan Adn cennetlerine yerleştir. Şüphesiz sen kudreti dâimâ üstün gelen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olansın.”
Melekler sadece mü’minlerin kendilerine değil, ana-baba, eş ve nesilleri için de dua ederler. Çünkü cennet ehlinin sevinç ve sürûrlarının, neşe ve kıvançlarının tam ve mükemmel olması için bu gereklidir. Böylece onlar birbirine komşu konaklarda bir araya gelmek suretiyle gözleri aydın olur, sevinirler. Nitekim Allah Teâlâ bir diğer âyet-i kerîmede şöyle buyurur: “İman edenleri ve onların nesillerinden makbul bir iman ile kendilerinin izlerini takip edenleri cennette birbirlerine kavuşturacak, bu kavuşturma sebebiyle kimsenin sevabından da bir şeyi eksiltmeyeceğiz…” (Tûr 52/21) Âyet şu mânaya gelmektedir: “Gözleri aydın olsun diye hepsinin derecesini eşitleriz. Derecesi aşağı olanla müsavi olsun diye derecesi yüksek olanın derecesini alçaltmayız. Aksine katımızdan bir nimet ve lutuf olarak bir çok amellerini eşitleyerek amel bakımından eksik olanın derecesini yükseltiriz.” (İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’ân, IV, 72, 241)
Saîd b. Cübeyr (r.h.), “Mü’min cennete girdiği zaman babasının, oğlunun ve kardeşinin nerde olduğunu soracak, ona, «Amelleri bakımından onlar senin derecene ulaşamadı» denilecek. Mü’min kul: «Ben hem kendim hem de onlar için amelde bulunmuştum» diyecek de onlar onun derecesine kavuşturulacak” deyip sonra bu ayeti okumuştur. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XXIV, 57)
Dolayısıyla âyet-i kerîmede tevbe edip halini düzelten bir insanın bereketinin ana-babalarına, eşlerine ve nesillerine de ulaşacağına ve onların bu bereketle cennet ve onun nimetlerine nâil olacaklarına işaret edildiği anlaşılmaktadır.
Âyetin sonunda Allah Teâlâ’nın “Azîz” oluşunun zikri, O’nun mü’min kullarına ve onların sâlih yakınlarına olan va‘dini yerine getirmeye güç yetireceğini, ayrıca tevbe edip kendi yoluna girenlere izzet ve şeref vereceğini; “Hakîm” oluşunun zikri ise O’nun yaptığı bütün işlerin pek yüce hikmetlere dayandığını ifade eder.
Melekler son olarak Allah Teâlâ’dan mü’minleri dünya ve âhirette bütün kötülüklerden korumasını isterler:
- “Sen, onları dünyada her türlü bâtıl inanç ve günahlardan koruyacağın gibi âhirette de her türlü dehşet ve zorluklardan koru. Sen o gün kimi dehşet ve zorluklardan korursan elbette ona rahmetinle muâmele etmişsin demektir. İşte en büyük başarı ve kurtuluş budur.”
Âyette yer alanاَلسَّيِّـَٔاتُ (seyyiât) kelimesine üç mâna vermek ve üçünü de kastetmek münkündür:
- Dünyada yanlış itikat, kötü ahlâk ve amel,
- Sapıklık ve kötü amellerin âhiretteki cezası,
- Dünyadaki, berzah âlemindeki ve kıyamet günündeki her türlü âfet, musîbet, eziyet ve zorluklar.
İşte, bütün bu kötülüklerden korunanlar Allah Teâlâ’nın rahmetine ereceklerdir.
Hâsılı, Rabbimiz bizlere karşı sonsuz merhamet sahibidir. O, bizim tek yardımcımız, efendimiz ve vekîlimizdir. Dolayısıyla biz mü’minler, Rabbimizin ne kadar büyük nimetleriyle perverde olunduğumuzun şuuru içinde sürekli uyanık ve şükür halinde bulunmalıyız. Bütün bu ikramlara karşı nankörlükten, bîganelikten ve gafletten Allah’a sığınmalıyız. Çünkü inkâr ve nankörlük yolunu tutanları pek kötü bir sonuç beklemektedir:
- İnkâra saplanıp kâfir olarak ölenlere, cehennemde azap içinde birbirlerine lânetler yağdırırken şöyle seslenilecek: “Allah’ın size olan gazabı, sizin kendinize ve birbirinize duyduğunuz öfkeden çok daha şiddetlidir. Zira siz vaktiyle imana çağrılıyor, fakat bile bile gerçeği inkâr ediyordunuz.”
12. Onlara şöyle karşılık verilecek: “Bunun sebebi şudur: Tek olan Allah’a imana ve ibâdete çağrıldığınızda O’nun birliğini inkâr ediyordunuz. O’na ortak koşulduğunda ise buna inanıyordunuz. Artık hakkınızdaki karar, çok yüce ve çok büyük olan Allah’a aittir!”
Kâfirler dünya hayatında Allah’ı inkâr, şirk ve peygamberlere düşmanlık gibi suçlarına karşılık kıyamet gününde görecekleri kötü muameleden dolayı hem kendilerine hem de suç işlemelerine sebep olanlara kızacaklardır. Melekler onlara: “Bugün kızıyorsunuz, ama peygamberler ve onların vârisleri sâlih kullar sizleri hakka davet ettiğinde, onlara karşı çıkmıştınız. Allah o zaman size, bugün kendinize kızdığınızdan daha fazla gazap buyurmuştu. Bu gün de yine Allah’ın size olan gazabı ve azabı, sizin kendinize olan öfke ve buğzunuzdan daha büyük olacaktır” diyeceklerdir.
Âhiretin dehşetli hâdiseleri karşısında çaresizlikler içinde kıvranan kâfirler, günahlarını itiraf edip bir çıkış yolu arayacaklardır. Burada bahsedilen iki ölüm ve iki hayatın ne olduğunu şu âyet-i kerîme açıklığa kavuşturur:
“Ey kâfirler! Allah’ı nasıl inkâr edebiliyorsunuz ki, ölü idiniz de sizi O diriltti. Sonra sizi öldürecek, sonra tekrar diriltecek, sonra da O’na döndürüleceksiniz.” (Bakara 2/28)
Buna göre birinci ölüm, henüz insan yaratılmadan önceki yokluk dönemidir. Birinci hayat, Allah Teâlâ’nın insanı yaratıp ona ruh üfleyerek dünyaya getirmesidir. İkinci ölüm, dünyada ecelini tamamlayıp ruhunu teslim ederek öte âleme göçmesidir. İkinci hayat ise kıyâmet günü İsrâfil’in sûra üfürmesiyle yeniden diriliştir. Kâfirler ilk üç safhayı, onları apaçık müşahede edebildikleri için inkâr edemezlerdi. Ancak son safhayı görmedikleri ve sadece Peygamber (s.a.s.) haber verdiği için inkâr ediyorlardı. Fakat kıyamet günü dördüncü safhayı da müşahede edecek ve “Evet, bize bunun hakkında daha önce haber verilmişti” diyerek kabul edeceklerdir. Ölümden sonraki hayatı inkâr ederek çok büyük bir hata yaptıklarını ve bu yanlış inanç sebebiyle ömürlerini günahla doldurduklarını itiraf edip çıkış yolu talep edeceklerdir. Fakat defterler dürülüp karar kesinleştiği için artık oradan çıkış mümkün olmayacaktır.
Öyleyse ey insanlar, bu kaçınılmaz son gelip çatmadan önce şu Kur’ânî ikazlara kulak verin:
- Onlar ise: “Rabbimiz! Bizi iki kez öldürdün, iki kez de dirilttin. Şimdi günahlarımızı itiraf ediyoruz. Acaba bize buradan çıkıp kurtulmaya bir yol yok mu?” diyecekler.
Kâfirler dünya hayatında Allah’ı inkâr, şirk ve peygamberlere düşmanlık gibi suçlarına karşılık kıyamet gününde görecekleri kötü muameleden dolayı hem kendilerine hem de suç işlemelerine sebep olanlara kızacaklardır. Melekler onlara: “Bugün kızıyorsunuz, ama peygamberler ve onların vârisleri sâlih kullar sizleri hakka davet ettiğinde, onlara karşı çıkmıştınız. Allah o zaman size, bugün kendinize kızdığınızdan daha fazla gazap buyurmuştu. Bu gün de yine Allah’ın size olan gazabı ve azabı, sizin kendinize olan öfke ve buğzunuzdan daha büyük olacaktır” diyeceklerdir.
Âhiretin dehşetli hâdiseleri karşısında çaresizlikler içinde kıvranan kâfirler, günahlarını itiraf edip bir çıkış yolu arayacaklardır. Burada bahsedilen iki ölüm ve iki hayatın ne olduğunu şu âyet-i kerîme açıklığa kavuşturur:
“Ey kâfirler! Allah’ı nasıl inkâr edebiliyorsunuz ki, ölü idiniz de sizi O diriltti. Sonra sizi öldürecek, sonra tekrar diriltecek, sonra da O’na döndürüleceksiniz.” (Bakara 2/28)
Buna göre birinci ölüm, henüz insan yaratılmadan önceki yokluk dönemidir. Birinci hayat, Allah Teâlâ’nın insanı yaratıp ona ruh üfleyerek dünyaya getirmesidir. İkinci ölüm, dünyada ecelini tamamlayıp ruhunu teslim ederek öte âleme göçmesidir. İkinci hayat ise kıyâmet günü İsrâfil’in sûra üfürmesiyle yeniden diriliştir. Kâfirler ilk üç safhayı, onları apaçık müşahede edebildikleri için inkâr edemezlerdi. Ancak son safhayı görmedikleri ve sadece Peygamber (s.a.s.) haber verdiği için inkâr ediyorlardı. Fakat kıyamet günü dördüncü safhayı da müşahede edecek ve “Evet, bize bunun hakkında daha önce haber verilmişti” diyerek kabul edeceklerdir. Ölümden sonraki hayatı inkâr ederek çok büyük bir hata yaptıklarını ve bu yanlış inanç sebebiyle ömürlerini günahla doldurduklarını itiraf edip çıkış yolu talep edeceklerdir. Fakat defterler dürülüp karar kesinleştiği için artık oradan çıkış mümkün olmayacaktır.
Öyleyse ey insanlar, bu kaçınılmaz son gelip çatmadan önce şu Kur’ânî ikazlara kulak verin:
- O Allah ki, size kudret ve azametine dâir delillerini göstermekte ve sizin için gökten rızık indirmektedir. Fakat ancak gönülden Allah’a yönelen kimse, bunlar üzerinde düşünüp öğüt alır.
- Öyleyse ey mü’minler, kâfirlerin hoşuna gitmese de her türlü şirk ve gösterişten uzak durup ibâdet ve taati yalnızca Allah’a has kılarak O’na yalvarın!
- Dereceleri yükselten ve arşın sahibi olan Allah, o büyük buluşma gününün dehşeti ile korkutmak üzere kendi emrinden olan vahyi kullarından dilediğine indirir.
Kâinat Allah’ın birliğini ve kudretini gösteren âyetlerle, işaret ve delillerle doludur. Gökler, yerler, güneş, ay ve yıldızlar, rüzgârlar, bulutlar, yağmurlar, ırmaklar, pınarlar, dağlar ve ağaçlar bunlara birkaç misaldir. Canlılar için gökten indirdiği yağmur vesilesiyle rızık ihsan eden de O’dur. Âyetler dini ayakta tutarken, rızıklar da bedeni ayakta tutar. Bu varlıklarda sergilenen ilâhî kudret akışlarını ve azamet tecellilerini, ancak tüm gönlüyle Allah’a yönelen insanlar anlayabilir ve gereken dersi çıkarabilir. Bu başarılınca ibâdet ve itaati sadece Allah’a tahsis ederek O’na yalvarmak mümkün olur.
Cenâb-ı Hakk’ın sıfatı olarak beyân edilen رَف۪يعُ الدَّرَجَاتِ (Rafî‘u’d-deracât) tâbirindeki “rafî” kelimesi hem “yüksek” hem de “yükselten” mânasına gelir. Buna göre âyete iki farklı mâna verilebilir:
✺ “Allah’ın dereceleri yüksektir”: Allah, kendisinin kudret, azamet ve yüceliğini gösteren sayılamayacak derecede üstün sıfatlara sahiptir. Bu sebeple dua ve ibâdete de ancak O lâyıktır. Allah’ı bir kenara bırakarak asla O’nun derecesine ulaşması düşünülemeyecek varlıkları tanrı yerine koyup onlara tapmak doğru olamaz.
✺ “Allah, dereceleri yükseltendir”: Meleklerin, peygamberlerin, sevdiği ve himayesine aldığı diğer kullarının derecesini yükselten O’dur. Şu halde ister maddî ister manevî sahada terakki ve gelişmenin ancak O’nun lütf u inâyetiyle mümkün olacağına işaret edilir.
- âyette geçen اَلرُّوحُ (ruh)tan maksat, vahiy ve nübüvvettir. Bedenler, kendilerine üfürülen ruhla hayat bulduğu gibi, kalpler de ancak vahiy ruhuyla mânen hayat bulur, dirilirler. Bu sebeple “İşte biz böylece sana emrimizle ölü kalplere hayat bahşeden bu Kur’an’ı vahyettik” (Şûrâ 42/52) âyetiyle Kur’ân-ı Kerîm’in bir isminin “ruh” olduğu haber verilir. Allah Teâlâ bu vahiy ve nübüvvet ruhunu dilediği kuluna ihsan eder, dilediği kulunu peygamberlikle şereflendirir. Bu hususta hiç kimseye seçme ve itiraz hakkı verilmemiştir. Vahiy ve nübüvvetin asıl maksadı ise insanları o büyük buluşma günüyle korkutmaktır. O gün, insanlar, cinler ve şeytanlar Allah’ın huzurunda toplanacaklardır. İnsanlar amelleriyle buluşacak, putperestlerle taptıkları putlar, müstekbirlerle mustaz’aflar, zâlimlerle mazlumlar karşı karşıya gelecek, müthiş bir hengâme ve hesaplaşma olacaktır.
Kıyâmet günü öyle bir gündür ki:
- O gün bütün insanlar kabirlerinden çıkıp Allah’ın huzuruna varacak. Onlarla ilgili hiçbir şey Allah’a gizli kalmayacak. Allah: “Bu gün mutlak mülkiyet ve hâkimiyet kimindir?” diye soracak. Kimse cevap veremeyecek de yine kendisi: “Tek olan, her şeyi kudretine boyun eğdiren Allah’ın!” buyuracak.
Kıyamet günü herkes kabirlerinden kalkıp apaçık ortaya çıkar. Bütün amelleri, fiilleri ve meziyetleriyle görülür. Dünyada gözlerden saklı olarak yapılan bütün gizli şeyler o gün meydana serilir. Çünkü o gün yeryüzü hiçbir tümseği, hiçbir iniş çıkışı olmayan dümdüz bir saha hâline getirilir. (bk. Tâhâ 20/105-107) Allah’tan en küçük bir şey bile gizli kalmaz. O gün ya Cenâb-ı Hak veya vazifeli bir melek tarafından mutlak mülk ve hâkimiyetin kime ait olduğu sorulur. Yine ya Cenâb-ı Hak, ya melekler yahut mü’min-kâfir bütün mahşer halkı tarafından koro halinde ve yüksek sesle: “Bu gün mutlak mülkiyet ve hâkimiyet, tek olan, her şeyi kudretine boyun eğdiren Allah’ındır!” (bk. Mü’min 40/16) diye nidâ edilir. O gün herkes dünyada ne kazandıysa ona göre karşılık görür. Çünkü o gün zerre kadar bir haksızlık söz konusu değildir.
Âyette işaret edilen haksızlık ve adâletsizlik farklı şekillerde olabilir:
- Bir kimse hak ettiği mükâfatı alamaz.
- Bir kimse hak ettiği mükâfatı tam olarak alamaz.
- Kişi haketmediği halde haksız yere cezalandırılır.
- Kişi cezayı hakettiği halde ceza görmekten kurtulur.
- Bir kimseye hakettiği cezadan daha azı verilir.
- Zulmeden beraat ederken, mazlum öylece bakakalır.
- Kişinin günahı bir başkasına yüklenir…
İşte Allah Teâlâ âhiret mahkemesinde bu tür adâletsizlikler yapılmayacağını ve herkesin yaptıklarının tam karşılığını alacağını haber vermektedir. O’nun hesaba çekmesi de çok süratlidir. Her şey tam olarak ilmi dâhilinde olduğu için düşünmeye veya saymaya ihtiyacı yoktur. Birisiyle meşgulüm diye diğerini ihmal etmez. Aynı anda hepsine rızık verdiği gibi, hepsini de aynı anda hesaba çeker.
O halde:
- O gün herkese dünyada ne kazandıysa onun karşılığı verilecektir. O gün kimseye haksızlık yapılmayacaktır. Şüphesiz Allah, hesâbı pek çabuk görendir.
Kıyamet günü herkes kabirlerinden kalkıp apaçık ortaya çıkar. Bütün amelleri, fiilleri ve meziyetleriyle görülür. Dünyada gözlerden saklı olarak yapılan bütün gizli şeyler o gün meydana serilir. Çünkü o gün yeryüzü hiçbir tümseği, hiçbir iniş çıkışı olmayan dümdüz bir saha hâline getirilir. (bk. Tâhâ 20/105-107) Allah’tan en küçük bir şey bile gizli kalmaz. O gün ya Cenâb-ı Hak veya vazifeli bir melek tarafından mutlak mülk ve hâkimiyetin kime ait olduğu sorulur. Yine ya Cenâb-ı Hak, ya melekler yahut mü’min-kâfir bütün mahşer halkı tarafından koro halinde ve yüksek sesle: “Bu gün mutlak mülkiyet ve hâkimiyet, tek olan, her şeyi kudretine boyun eğdiren Allah’ındır!” (bk. Mü’min 40/16) diye nidâ edilir. O gün herkes dünyada ne kazandıysa ona göre karşılık görür. Çünkü o gün zerre kadar bir haksızlık söz konusu değildir.
Âyette işaret edilen haksızlık ve adâletsizlik farklı şekillerde olabilir:
Bir kimse hak ettiği mükâfatı alamaz.
Bir kimse hak ettiği mükâfatı tam olarak alamaz.
Kişi haketmediği halde haksız yere cezalandırılır.
Kişi cezayı hakettiği halde ceza görmekten kurtulur.
Bir kimseye hakettiği cezadan daha azı verilir.
Zulmeden beraat ederken, mazlum öylece bakakalır.
Kişinin günahı bir başkasına yüklenir…
İşte Allah Teâlâ âhiret mahkemesinde bu tür adâletsizlikler yapılmayacağını ve herkesin yaptıklarının tam karşılığını alacağını haber vermektedir. O’nun hesaba çekmesi de çok süratlidir. Her şey tam olarak ilmi dâhilinde olduğu için düşünmeye veya saymaya ihtiyacı yoktur. Birisiyle meşgulüm diye diğerini ihmal etmez. Aynı anda hepsine rızık verdiği gibi, hepsini de aynı anda hesaba çeker.
O halde:
- Rasûlüm! Onları yaklaşan o kıyâmet günüyle korkut! O vakit insanlar kederlerini dehşet içinde yutkunurlarken yürekler gırtlaklara dayanır. Artık zâlimler için ne sıcak bir dost bulunur, ne de sözü dinlenir bir şefaatçi.
يَوْمُ الْاٰزِفَةِ (yevmü’l-âzife), “yaklaşan gün” demektir. Maksat kıyâmet günüdür. “Yaklaşan kıyâmet iyice yaklaştı” (Necm 53/57) ayeti de bunun bir benzeridir. Buna göre kıyâmete اَلْاٰزِفَةُ (âzife) denmesi yakınlığından dolayıdır. Kâfirler ne kadar uzak görürse görsün “her gelecek yakın”dır. Bu sebeple Cenâb-ı Hak âhiret için “yarın” demekte ve:
“Ey iman edenler! Allah’a gönülden saygı besleyip O’na karşı gelmekten sakının ve herkes yarın için ne hazırladığına bir baksın. Allah’a gönülden saygı besleyip O’na karşı gelmekten sakının; çünkü Allah, bütün yaptıklarınızdan haberdardır” (Haşr 59/18) buyurmaktadır.
O gün öyle dehşetlidir ki, yürekler korkunun şiddetinden yerlerinden kopup yukarı çıkacak, âdeta boğaza yapışacak ve ne yerine dönüp nefes alarak rahatlayacak ne de tam olarak çıkıp ölmek suretiyle sıkıntıdan kurtulabilecektir. O yüreklerin sahipleri bir taraftan da sıkıntı ve kederlerini yutkunacaklar. Bu ikisiyle dopdolu oldukları halde hiçbir şey söyleyemeyecekler. Hem sıkıntılarının şiddetinden hem de kendilerini kaplayan tasadan dolayı konuşup içlerindeki üzüntü ve korkuyu açıklama fırsatı bile bulamayacaklar. Bu durum onların çektiği sıkıntının büyüklüğünü gösterir. Zira üzüntü ve pişmanlık içindeki biri, konuşarak sızlandığı noktaları dile getirebiliyorsa bir tür hafiflik bulur ve bir miktar sakinleşir. Ancak buna bile imkân yoksa, artık ıstırabın büyüklüğünü tasavvur etmek lazımdır. İnsan dünyada sıkıntıya düştüğü zaman, bir dostuna müracaat eder, yardım dilenir, imdat bekler. Fakat o gün zâlimler için ne güler yüzlü bir dost ne de sözü dinlenir bir şefaatçi bulunabilecektir.
Çünkü imansızlar farkında olmasa da:
- Allah gözlerin hâince bakışlarını da, göğüslerin gizlediklerini de bilir.
- Allah, hak ve adâletle hüküm verir. Onların Allah’tan başka yalvardıkları ise hiçbir şeye hükmedemezler. Şüphesiz Allah, evet O, her şeyi hakkiyle işiten, hakkiyle görendir.
“Gözlerin hâince bakışı”ndan maksat, Allah’ın bakılmasını haram kıldığı şeylere bakmaktır. Âşıkların hâince bakışları, sevgilileri dışındaki bir varlığı güzel görmeleri ve sevgili dışındakilere bakmalarından ibarettir.
Bu mânada şâir der ki:
“Şayet gözüm senden başkasını güzel bulursa,
Onu cezalandırmasını emrederim gözyaşlarıma.”
“Kalplerin gizledikleri” ise insanın içinden geçirdiği, düşündüğü ve belki niyetlendiği, fakat çeşitli sebeplerle fiiliyata dökmediği veya dökemediği niyet ve düşünceleridir. Gözün hâince bakışı en gizli amel, kalplerin gizlediği de en gizli his ve düşüncedir. Bunları bilen Allah, şüphesiz diğer niyet ve amelleri elbette bilir, hiçbir şey O’nun ilmi dışında kalmaz.
Ebû Muhammed Tüsterî (k.s.)’in şu tespiti pek güzeldir:
“Allah Teâlâ, niyetin kıblesidir. Niyet, kalbin kıblesidir. Kalb, bedenin kıblesidir. Beden, azaların kıblesidir. Azalar, dünyanın kıblesidir.” (Velîler Ansiklopedisi, I, 254)
Unutmamak gerekir ki, kalplerde gizli tutulan düşünce ve niyetlerin, amellerin makbûliyeti ve keyfiyeti bakımından büyük ehemmiyeti vardır. Bunlar binanın temelleri mesâbesindedir. Bu sebeple Resûl-i Ekrem (s.a.s.)’in bu hususta çok önemli açıklamaları vardır. Bu beyânlara göre;
› Ameller niyetlere göre değerlendirilir. (bk. Buhâri, İman 41)
› Bir kimse hayırlı bir işe niyet etmekle birlikte herhangi bir mâni sebebiyle bunu yapamasa bile yine de Allah ona sevap yazacaktır. (bk. Nesâî, Kıyâmü’l-leyl 63)
› Buna karşılık insan, içinden bir kötülük yapmayı düşünmek, hatta kesin karar vermekle birlikte, düşünce ve niyetini fiiliyata dökemese bundan dolayı günahkâr sayılmayacaktır. (bk. Müslim, İman 201, 203, 204) Hatta bu kötü fiilden vazgeçmenin arkasında Allah korkusu, insan sevgisi, pişmanlık duyup günah işlemekten sakınma gibi müspet sâikler varsa, iyi bir sebeple ondan vazgeçtiği için sevap bile kazanır.
Bu bakımdan, kalplerin sakladığı en gizli şeyleri bile bilmesi, bir yandan hiçbir kötülüğün karşılıksız bırakılmayacağı yönünde bir uyarı içerirken, bir yandan da mü’minlere, en gizli bir iyiliğin, hatta kalplerdeki bir niyetin dahi Allah katında büyük bir karşılık göreceği yönünde bir müjde vermektedir.
Allah Teâlâ, kullarının düşünce, niyet ve amelleri hakkında en yüksek hak ve adâlet ölçülerine göre hüküm verir. Bunda şüphe yoktur. Bu hususlarda Allah’tan başka kimsenin herhangi bir hüküm verme hakkı yoktur. Allah dünyada insan hayatını tanzim edici en doğru kanun ve yasaları bildirmiştir, âhirette de bu kanunlar istikâmetinde adil bir yargılama yapacaktır. O’nun dışında hiç kimsenin böyle bir hak ve yetkisi yoktur. O halde insanlar, Allah’ın dışında gönül bağladıkları şeyleri bırakıp, sadece Allah’a, O’nun Peygamberi’ne ve kitabına sarılmalıdırlar. Yapılacak en mühim işin bu olduğunu görmek için:
- Onlar yeryüzünde dolaşıp da kendilerinden önce gelip geçen zâlimlerin âkıbetinin nasıl olduğuna hiç ibretle bakmazlar mı? Üstelik onlar gerek askerî, siyâsî ve iktisâdî güç bakımından, gerekse dünyada meydana getirdikleri eserler bakımından kendilerinden daha üstünlerdi. Buna rağmen Allah, işledikleri günahlar yüzünden onları korkunç bir azapla kıskıvrak yakalayıverdi. Onları Allah’a karşı koruyacak hiç kimse çıkmadı.
- Çünkü peygamberleri onlara apaçık deliller getirmiş, fakat onlar inkâr etmişlerdi. Bu yüzden Allah onları azabıyla yakalayıverdi. Gerçekten O, çok kuvvetlidir, cezalandırması da pek şiddetlidir.
Her bakımdan daha güçlü ve üstün hususiyetlere sahip olan önceki toplumlar, hakka düşmanlıkları sebebiyle tepelerine inen ilâhî azap kamçısını geri çevirmeye güç yetiremediklerine göre, onlardan daha zayıf kimselerin buna hiç mukâvemet edemeyecekleri âşikârdır.
Peygamberlerin getirdiği “beyyinat” şunlar olabilir:
› Allah tarafından gönderilen peygamberlerin bizzat kendileri,
› Peygamberlerin getirdiği mesaj,
› Peygamberlerin doğruluğunu ispatlayan mûcizeler,
› Dünya hayatı hakkında konulan ilâhî kanunlar.
Bu deliller ve kanunlar; dürüstlüğü, güzel ahlâkı ve sâlih amelleri öğreten, aynı zamanda kendisi de bu kanunlara uygun yaşayan dürüst bir insanın yalancı ve menfaatçi olmadığının açık bir kanıtıdır.
Şimdi bir peygamber ve ona karşı geldikleri için helâke uğrayan bir toplumun örneği verilmek üzere buyruluyor ki:
- Biz Mûsâ’yı mûcizelerimizle ve apaçık bir delille gönderdik.
Burada özellikle Firavun, Hâmân ve Karun’un söz konusu edilmesi, Hz. Mûsâ’ya karşı düşmanlık planlayıp uygulamaya koyanların bunlar olması sebebiyledir. Firavun kral, Haman vezir, Karun ise mal ve hazinelerin sahibiydi. Bunlar Hz. Mûsâ’nın tebliğine şiddetle karşı çıktılar ve onu sihirbazlıkla ve yalancılıkla suçladılar. Bununla da kalmayıp, Firavun İsrâiloğullarının yeni doğan erkek çocuklarının öldürülmesini emretti. Bu öldürme, Hz. Mûsâ doğmadan önceki ilk öldürmeden ayrıdır. Çünkü Firavun, Mûsâ (a.s.)’ın doğumundan sonra çocukları öldürmeye son vermişti. Cenâb-ı Hak, Hz. Mûsâ’yı peygamber olarak gönderince onlara bir ceza olmak ve insanları imandan uzaklaştırmak maksadıyla tekrar İsrâiloğullarının erkek çocuklarını öldürmeye başladı. Bu yolla İsrâiloğullarının günden güne çoğalan erkek nüfusunu azaltıp güçlerinin artmasını önlemeye çalışmıştı. Yüce Allah ise onların üzerine indirmiş olduğu kurbağa, haşerat, kan ve tufan gibi çeşitli azaplarla bu planlarını uygulamalarına imkân vermedi. Sonunda İsrâiloğullarını Mısır’dan çıkardı; Firavun ve ordusunu ise suda boğdu. İşte “Fakat kâfirlerin tuzakları neticede boşa çıkmaya mahkûmdur” (Mü’min 40/25) buyruğunun mânası budur. Bu gibi planları uygulamaya koyanların bütün hile ve tuzakları boşa çıkacaktır.
Bir ara Firavun Hz. Mûsâ’yı öldürmeyi bile düşündü:
- Firavun’a, Hâmân’a ve Kârûn’a. Ama onlar Mûsâ için: “Bu bir sihirbaz, büyük bir yalancı!” dediler.
- Mûsâ onlara katımızdan gerçeği getirince, bu kez: “Mûsâ ile beraber iman edenlerin yeni doğan erkek çocuklarını öldürün, kadınlarını-kızlarını ise hizmetlerimizde kullanmak üzere sağ bırakın!” dediler. Fakat kâfirlerin tuzakları neticede boşa çıkmaya mahkûmdur.
Burada özellikle Firavun, Hâmân ve Karun’un söz konusu edilmesi, Hz. Mûsâ’ya karşı düşmanlık planlayıp uygulamaya koyanların bunlar olması sebebiyledir. Firavun kral, Haman vezir, Karun ise mal ve hazinelerin sahibiydi. Bunlar Hz. Mûsâ’nın tebliğine şiddetle karşı çıktılar ve onu sihirbazlıkla ve yalancılıkla suçladılar. Bununla da kalmayıp, Firavun İsrâiloğullarının yeni doğan erkek çocuklarının öldürülmesini emretti. Bu öldürme, Hz. Mûsâ doğmadan önceki ilk öldürmeden ayrıdır. Çünkü Firavun, Mûsâ (a.s.)’ın doğumundan sonra çocukları öldürmeye son vermişti. Cenâb-ı Hak, Hz. Mûsâ’yı peygamber olarak gönderince onlara bir ceza olmak ve insanları imandan uzaklaştırmak maksadıyla tekrar İsrâiloğullarının erkek çocuklarını öldürmeye başladı. Bu yolla İsrâiloğullarının günden güne çoğalan erkek nüfusunu azaltıp güçlerinin artmasını önlemeye çalışmıştı. Yüce Allah ise onların üzerine indirmiş olduğu kurbağa, haşerat, kan ve tufan gibi çeşitli azaplarla bu planlarını uygulamalarına imkân vermedi. Sonunda İsrâiloğullarını Mısır’dan çıkardı; Firavun ve ordusunu ise suda boğdu. İşte “Fakat kâfirlerin tuzakları neticede boşa çıkmaya mahkûmdur” (Mü’min 40/25) buyruğunun mânası budur. Bu gibi planları uygulamaya koyanların bütün hile ve tuzakları boşa çıkacaktır.
Bir ara Firavun Hz. Mûsâ’yı öldürmeyi bile düşündü:
- Firavun dedi ki: “Bırakın beni Mûsâ’yı öldüreyim. O da Rabbine yalvarsın da gelsin onu benim elimden kurtarsın! Çünkü ben onun sizin dîninizi değiştireceğinden veya ülkede fesat çıkaracağından korkuyorum.”
- Mûsâ da: “Ben, hesap gününe inanmayan her kibirli zorbadan benim de sizin de Rabbiniz Allah’a sığınırım!” dedi.
Hz. Mûsâ’nın tebliği günden güne yayılıyor ve tesirini artırıyordu. Onun gösterdiği mûcizeler karşısında Firavun’un baskısı kırılmaya ve dilediğini yapamaz olmaya başladı. Belli ki o ciddi mânada şaşkınlığa uğramıştı. Öyle ki durum sadece önde gelenlerin görüşüne müracaattan ve istişâreden ibaret kalmadı, bir müdâhale mâhiyetini aldı. Bu sebepledir ki “Bırakın beni Mûsâ’yı öldüreyim” (Mü’min 40/26) diye bağırıyordu. Şaşkınlığından saçma sapan konuşuyordu. Bu saçmalıklardan biri de şudur: Bir taraftan “Mûsâ gitsin Rabbine dua etsin” diye Allah’ı inkâr edip hafife almak istemekte, bir taraftan da “dininizi değiştirecek” diye dindarlık taslamaktaydı. Gerçi “din”den kastı, o günkü Mısır toplumunun tuttuğu yol ve medeniyetti. Firavun aslında kendi saltanatının yıkılacağından korktuğu halde, bir çok politikacı gibi, güya halkı düşündüğü için, onlar namına Mûsâ’yı yok etmeye karar verdiğini ileri sürmekteydi. Bütün bunlar Hz. Mûsâ karşısında Firavun’un kalbine oturan korkunun derecesini ve davranışlarına yansıyan paniğin boyutlarını ortaya koymaktadır. Hz. Mûsâ ise Firavun’un tehditlerine hiç aldırış etmemiş ve hiçbir surette ondan korkmamıştır. Sadece bu gibi âhirete inanmayan kibirli zorbaların şerrinden Allah’a sığınmıştır. O, en sağlam yere sığındığı için Cenâb-ı Hak da, kendisini savunup yardım edecek iman-ı kâmil bir mücâhidi, hem de Firavun’un bizzat kendi ailesinden söküp alarak onun imdâdına göndermiştir:
- Firavun âilesinden o ana kadar imanını gizlemiş mü’min bir adam şöyle hitap etti: “Ne o! Yoksa siz bir insanı «Rabbim Allah’tır» dediği için öldürecek misiniz? Halbuki o size Rabbinizden apaçık mûcizeler, deliller getirmiştir. Eğer o bir yalancıysa, zâten yalanının cezasını kendisi çekecektir. Fakat doğru söylüyorsa, onu inkâr ettiğiniz takdirde en azından sizi tehdit ettiği azabın bir kısmı dünyadayken başınıza gelecektir. Çünkü Allah haddini aşan, kabiliyet ve imkânlarını boşa harcayan ve çok yalan söyleyen kimseleri doğru yola ulaştırmaz.”
- “Ey kavmim! Görünen o ki bugün ülkede hâkimiyet, iktidar ve üstünlük sizin elinizde! Fakat yarın Allah’ın azabı gelip tepemize çökerse, söyler misiniz hangi kuvvet bizi ondan kurtarabilir?” Buna karşılık Firavun: “Ben size sadece kendimce doğru bulduğum görüşü bildiriyor ve size ancak tutulması gereken doğru yolu gösteriyorum” dedi.
Firavun’un âilesinden olan bu mü’min adam, duygularının esiri olmadan tarafsız konuştuğu intibaını vermeğe ihtimam göstermekte ve tartışmada her iki tarafı da dengeli bir şekilde koruma siyaseti gütmektedir. Konuşmasından da anlaşılacağı üzere önce Hz. Mûsâ’nın yalancı olma ihtimalini dile getirmiş, sonra onun va‘dettiği her şey olmasa dahi, bir kısmının gelme ihtimalinin bile onları nasıl düşündürmesi gerektiğini anlatmak istemiştir.
Diğer taraftan bu mü’min adamın, Hz. Mûsâ’yı öldürmeye karar vermiş bulunan Firavun ve kabinesine karşı gerçekten geniş çaplı bir eyleme giriştiği görülür. Bu tavır aynı zamanda hakiki mü’minin temkinli, mahir ve güçlü mantığının bir gereğidir. O, öncelikle, “Rabbim Allah” dediği için bir insanı öldürmenin korkunçluğunu ortaya koyarak söze başlar. Sonra bir adım daha ileri gidip, bu adamın elinde delillerin olduğunu ve Rabbinden mûcizeler getirdiğini bildirir. Bununla Hz. Mûsâ’nın gösterdiği asa ve yed-i beyza gibi mûcizelere işaret eder. Sonra kendini azgınlar safındaymış gibi göstererek: “Eğer o bir yalancıysa, zâten yalanının cezasını kendisi çekecektir” (Mü’min 40/28) sözüyle en kötü ihtimalde dahi onların ne yapmaları gerektiğini belirler. Bu durumda Hz. Mûsâ, yalancılığının neticesine katlanacak ve cezasını çekecektir. Dolayısıyla onu öldürmeye kalkışmalarını tutarlı gösterecek bir sebep yoktur. Diğer taraftan, Hz. Mûsâ’nın doğru söylemekte olduğu ihtimali de vardır. Bu ihtimale göre temkinli hareket edip, sonuçlarına maruz kalmamak için ihtiyatlı bulunmak faydalı olacaktır. Bu metot, tartışırken karşı tarafın delillerini çürütmede insafın son haddidir.
Daha sonra o, “Çünkü Allah haddini aşan, kabiliyet ve imkânlarını boşa harcayan ve çok yalan söyleyen kimseleri doğru yola ulaştırmaz” (Mü’min 40/28) sözüyle onları üstü kapalı bir şekilde tehdit ediyor. Eğer bu, Hz. Mûsâ ise Allah O’nu başarıya ulaştırmayacaktır. Onu bırakın, cezasını Allah versin. Eğer siz, Hz. Mûsâ ve Rabbine karşı yalan söyler ve aşırı giderseniz, o zaman cezaya çarptırılacak olan bizzat kendiniz olursunuz. Dolayısıyla onları Allah’ın azabı ile korkutuyor; servetlerinin ve iktidarlarının Allah’ın kendilerini ibret olacak şekilde cezalandırmasına engel olamayacağı uyarısında bulunuyor. Nankörlüğü değil şükretmeyi gerektiren onca nimetleri kendilerine hatırlatıyor. “Fakat yarın Allah’ın azabı gelip tepemize çökerse, söyler misiniz hangi kuvvet bizi ondan kurtarabilir?” (Mü’min 40/28) sözüyle kavmini ilâhî cezadan sakındırırken kendisini de onların arasına katma nezaketini gösteriyor. Onlardan biri olduğuna göre, iyi veya kötü durumları kendisini yakından ilgilendirmektedir. Şefkat ve merhamet ızhar eden bu “biz dili” üslubu, konuşmacının samimiyetini ortaya koymakta ve onların bu uyarılara kulak vermelerini sağlamaya yardımcı olmaktadır.
Aslında burada “mü’min adam” misali, Resûlullah (s.a.s.)’i öldürmeyi planlayan müşriklerin durumlarını ve bu gibi haller karşısında gerçek mü’minlerin takınması gereken tavrı belirlemek üzere anlatılır. Nitekim Ukbe b. Ebû Mutî’ isimli müşrik, Kâbe’de bulunan Nebiyy-i Ekrem (s.a.s.)’e saldırarak boğazına sarılmıştı. Bunu gören Hz. Ebubekir, saldırganı ellerinden yakalayarak Rasûllah (s.a.s.)’i kurtardı. Daha sonra burada kendisinden bahsedilen mümin kişinin sözlerini nakleden âyetin, “Ne o! Yoksa siz bir insanı «Rabbim Allah’tır» dediği için öldürecek misiniz? Halbuki o size Rabbinizden apaçık mûcizeler, deliller getirmiştir” (Mü’min 40/28) meâlindeki bölümünü aynen tekrarladı. (Buhârî, Tefsir 40/1; Menâkıbü’l-ensâr 29) Daha sonra Hz. Ali: “Allah’a yemin ederim ki Ebubekir’in davranışı Firavun ailesinden olan mümin kişinin davranışından daha üstündür. Çünkü o kişi imanını saklamıştı, halbuki Ebubekir inandığını açıkça ifade etmiş, malını ve canını bu yola adamıştır” değerlendirmesinde bulunmuştur. (Bezzâr, Müsned, III, 15)
Bu mü’min adam bir taraftan en mantıklı ve en nezaketli sözlerle muhataplarını yanlışlardan sakındırırken, diğer taraftan bu sözleri gururuna yediremeyen Firavun’da kibir duyguları kabarır. Haksız olduğu halde üstünlük havasına kapılır. Yapılan samimi nasihatleri iktidarına karşı bir tehlike ve nüfuzuna gölge düşürücü bir müdahale olarak değerlendirir. Kendi söylediklerinin tartışmasız doğrular olduğunu savunur.
Bütün bunlara rağmen mü’min adam, onları sakındırmayı, onlara öğüt vermeyi ve görüşünü açıkça ortaya koymayı bir vazife bilmektedir. Firavun gibi azgın iktidar sahiplerinin görüşleri ne olursa olsun korkmadan inandığı gerçeklerin peşinden yürür. Sonra belki duygulanır, ürperir, uyanır ve yumuşarlar diye onların kalpleriyle başka bir dokunuşla temas kurmaya çalışarak nasihatine şöyle devam eder:
- Bunun üzerine mü’min adam: “Ey kavmim!” dedi, “Eğer Mûsâ’yı yalanlar veya onu öldürmeye teşebbüs ederseniz, ben sizin geçmişte Allah’a baş kaldıran zâlim toplumların uğradığı türden bir felâkete uğramanızdan korkuyorum!”
- “Tıpkı Nûh kavminin, Âd ve Semûd halklarının ve ondan sonraki toplumların başlarına gelen korkunç felâketlerin benzeri bir felâkete... Yoksa Allah kullarına asla zulmetmek istemez.”
Ayette bahsedilen gün, önceki toplumların, başkalarına ibret olacak şekilde ilâhî cezaya maruz kaldıkları ve helak oldukları gündür. Zaman be zaman toplumlar değişse de bugünün özelliği hep aynı kalmaktadır: Başına indiği toplumu yok eder. Şu var ki Allah kullarına asla zulmetmez. Onları sadece günahları yüzünden, ders ve ibret olsun diye kısmen cezalandırır. Bunun hikmeti de şudur: Allah bu ceza günleriyle çevredeki insanları ve sonraki nesilleri intibaha çağırarak ıslah etmek ister.
İkinci olarak mü’min adam kavmine Allah’ın günlerinden birini daha hatırlatır:
- “Ey kavmim! Yine ben sizin hakkınızda o çağrışma, o feryâd u figân gününden korkuyorum.”
- “O gün arkanızı dönüp kaçmaya çalışırsınız, ama ne çâre! Çünkü sizi Allah’ın azabından kurtaracak kimse bulunmaz. Allah kimi saptırırsa, artık ona yol gösteren olmaz.”
Bahsedilen gün, dehşetli kıyamet günüdür; çağrışma, feryad ü figan günüdür. Orada dehşetli çağrışma sahneleri vuku bulacaktır. Mesela melekler insanları mahşer alanında toplanmaları için çağıracaklar. A‘râf takiler cennetliklere ve cehennemliklere seslenecekler. Aynı şekilde cennetlikler cehennemliklere, cehennemlikler de cennetliklere çağıracaklar. Yani bu günde çağrışma değişik biçimlerde gerçekleşir. Dolayısıyla bu ifadeler, mahşeri kalabalığı ve birbirinden davacı olma gününü tasvir etmektedir. O gün insan hesaptan ve cehennemden arkasını dönüp kaçmaya çalışacak, fakat onu Allah’a karşı kimse koruyamayacak. Durum o ki, belâlı kıyamet gününde dehşete kapılma ve kaçmaya çalışma teşebbüsleri, yeryüzünde büyüklük taslayan, zorbalık eden makam ve iktidar sahiplerinin ilk göze çarpan manzarası olacaktır.
Mümin adam son olarak onların Hz. Yûsuf’a karşı tutumlarını hatırlatır:
- “Daha önce Yûsuf da size apaçık deliller getirmişti. Ama siz onun getirdiği gerçek hakkında hep şüphe edip durmuştunuz. O öldüğünde ise: «Bundan sonra Allah asla bir peygamber göndermez» demiştiniz. İşte Allah haddini aşan, kabiliyet ve imkânlarını boşa harcayan ve şüpheler içinde bocalayıp duran kimseleri böyle saptırır.”
- “Onlar, kendilerine ulaşmış hiçbir kesin delil olmaksızın Allah’ın âyetleri hakkında tartışanlardır. Bu tutum, Allah katında da, iman edenler yanında da pek büyük bir gazap ve nefret sebebidir. Allah, büyüklük taslayan her zorbanın kalbini işte böyle mühürler.”
Mü’min adam, konuşmasının bu noktasında, kendi zamanında yaşayan Firavun’un rüyasını doğru tâbir edip ülkeyi kıtlığın belâlarından koruyan ve hatta çevre ülkelere büyük yardımı dokunan Yûsuf (a.s.)’a bile inanmayan Mısır halkını misal veriyor. Bunlar Hz. Yûsuf’un tebliğ ettiği ilâhî hakîkatlerden şüphe etmişler, ona inanmamışlardı. Ancak vefatından sonra Yûsuf’un kıymetini bilmişler ve bir daha Yûsuf gibi bir peygamberin gelmeyeceği mânasında “Bundan sonra Allah asla bir peygamber göndermez” (Mü’min 40/34) demişlerdi. Şimdi aynı hakîkatleri Hz. Mûsâ tebliğ etmektedir. Hiç değilse bu fırsatı kaçırmamalarını, kaçırıp da sonra pişman olmamalarını öğütlemektedir.
Âyetler şu üç kötü özelliğe sahip olan kimselerin sapıklığa düşeceklerine işaret buyurur:
✺ Kişi öylesine günahların içine dalar ki artık onlardan hoşlanmaya başlar. Şeytan bu gibi kimselere yaptıklarını süslü gösterir, sefâletlerini saadet zannederler.
✺ Doğru yola girip ıslah olmayı kabul etmediği gibi, peygamberlerin getirdiği apaçık delillere şüpheyle bakar. Tevhid ve âhiret hakkında öne sürülen tüm delilleri kabulden kaçınır.
✺ Elinde sağlam bir delil olmaksızın Allah’ın ayetlerine karşı mesnetsiz itirazlarda bulunur, gereksiz münâkaşalara girişir ve ilâhî vahyi inatla inkâr eder.
Bunlar “mütekebbir” ve “cebbâr” tînetli zâlimlerdir. Allah işte böylelerinin kalbini mühürler. “Tekebbür” ile, insanı Hakka teslim olmaktan alıkoyan sahte bir büyüklük duygusu, “cebbarlık” ile de İslâm’ın yasakladığı haksızlıkları işlemek suretiyle Hak’tan kaçıp halka zulmetmek kastediliyor.
Mü’min adamın onların kalplerini yumuşatmak için sergilediği bu merhametli tavra rağmen Firavun’un eski sapıklığında direttiği, hakka teslim olmamak için inat ettiği görülür:
- Firavun: “Ey Haman! Bana yüksek bir kule yap” dedi, “Umarım ki böylece yollara ulaşırım.”
- “Evet göklere giden yollara ulaşır da belki Mûsâ’nın ilâhını görürüm; gerçekten var mı yok mu anlarım. Gerçi ben onun bir yalancı olduğundan eminim, ama neyse!” Yaptığı çirkin işler Firavun’a işte böyle güzel gösteriliyor ve bunun neticesi olarak doğru yoldan hep uzak kalıyordu. Firavun’un bu tuzağı da hüsrândan başka bir sonuç vermedi.
Firavun, bir gözetleme kulesi yaptırarak teknik bir teşebbüste bulunmak ve bu şekilde Hz. Mûsâ’yı güya yalancı çıkarmak için bir şarlatanlık yapmak istiyordu. Bunda şu iki düşünceden biri vardı: Ya halka diyecekti ki, “İşte gökleri gözetledik, orada Mûsâ’nın dediği İlahı göremedik, olsaydı görünmesi gerekirdi.” Yahut diyecekti ki: “Bakınız! Biz bu kadar malî imkânlarımızla göklere çıkmanın yolunu bulamadık. O halde Mûsâ nereden çıktı da bize onların Rabbi tarafından vazifeli olduğunu söylüyor?” Müteakip âyet, Firavun’un bu husustaki aptallığına ve kötü tutumuna işaret eder: Zira Allah’ın varlığını gökler, yer ve yerdeki bunca varlık gösterirken, gökte bir yıldız arar gibi O’nu aramak akıl kârı değildir. (bk. Kasas 28/38-42)
Olayın ilerleyen safhası şöyle:
- O mü’min adam nasihatlerine şöyle devam etti: “Ey kavmim! Gelin bana uyun ki size doğru yolu göstereyim.”
- “Ey kavmim! Şu dünya hayatı, gelip geçici bir avuntudan ibarettir. Âhiret ise, asıl yerleşilecek ve ebediyen kalınacak yer orasıdır.”
- “Kim bir kötülük işlerse, orada sadece yaptığı kadarıyla cezalandırılacaktır. Erkek veya kadın kim de mü’min olarak sâlih ameller işlerse, işte onlar cennete girecekler ve orada hadsiz hesapsız nimetlere nâil olacaklardır.”
O mü’min zât ne kadar yumuşak, ne kadar gönül okşayıcı ve cezp edici bir üslupla konuşuyor. Âdeta sözlerinin her kelimesinden, her harfinden şefkat ve merhamet damlıyor. O yüce hakîkatleri bütün samimiyeti ve içtenliği ile, bereketli bahar yağmurlarının toprağa işlemesi gibi kalplere sindiriyor. Akılları tefekküre, gönülleri intibâha çağırıyor. Ebedî diriliş ve kurtuluşun reçetesini yazıyor, yolunu gösteriyor.
Yüce Allah’ın hikmeti, kullarına merhametinden ve onların güçsüzlüğünü en iyi takdir ettiğinden onların iyiliklerine kat kat mükâfat vermeyi, kötülüklerini ise katlamamayı gerektirmiştir. Merhametli Rabbimiz, iyiliğin önünde birçok engel bulunduğundan yapılan iyiliklerin sevabını katlamakta ve bunları kötülüklere kefaret yapmaktadır.
Bu mü’min adam, halkını kurtuluşa çağırırken onların, kendisini ateşe çağırmalarına bir mâna verememekte ve onlara şöyle çıkışmaktadır:
- “Ey kavmim! Bu nasıl iştir; ben sizi kurtuluşa dâvet ederken, siz tutup beni ateşe çağırıyorsunuz!”
- “Beni, Allah’ı inkâr etmeye ve Allah’a ortak olduklarına dâir haklarında hiçbir doğru bilgi ve belgeye sahip olmadığım varlıkları, O’na ortak koşmaya çağırıyorsunuz! Ben ise sizi kudreti dâimâ üstün gelen ve bağışlaması pek bol olan Allah’a dâvet ediyorum.”
Burada iki farklı davetten bahsedilmektedir. Yalnız bu iki davet arasında dağlar kadar fark vardır. İnanmış adam, onları yüce kudret sahibi ve çok bağışlayıcı olan Allah’a davet etmekte, tek bir ilâha kulluğa çağırmaktadır. Bu ilâh, üstün güç sahibidir, çok bağışlayıcıdır. Onlar ise Allah’ı inkâr etmeye, kesin olarak bilinmeyen iddialar, kuruntular ve uydurmalar yoluyla O’na ortak koşmaya yönlendirmektedirler. O mü’min adam ise tereddütsüz olarak Allah’a ortak koşulan bu yaratıkların elinde hiçbir yetki bulunmadığını belirtir. Dünyada da âhirette de onların bir şeye gücü yetmediğini, her şeyin Allah’ın elinde olduğunu ifade eder.
Sonra da o, iddiada hadlerini aşanların, sahip oldukları maddî ve manevî imkanları boşa harcayıp israf edenlerin cehennemlik olacaklarını dile getirir:
- “Şu da apaçık bir gerçektir ki, sizin beni tapmaya çağırdığınız putlar, ne dünyada ne de âhirette yapılan dualara kesinlikle cevap veremezler. Hepimizin dönüşü elbette Allah’adır! Şüphe yok ki, ilâhî hükümleri reddederek haddi aşanlar, evet onlar, kesinlikle cehennem yoldaşı olacaklardır.”
- “Bugün size söylediklerimi pek yakında hatırlayacaksınız. Artık ben işimi tam bir teslimiyet içinde Allah’a havâle ediyorum. Şüphesiz Allah kullarını çok iyi görmektedir.”
Burada, mü’min adamla kavmi arasındaki tartışma sona ermektedir. Fakat, Firavun’un ailesinden olan bu inanmış adam, gerçek sözünü zamanın kalbine sonsuza dek silinmeyecek biçimde kazımış bulunmaktadır. O da: “Ben işimi tam bir teslimiyet içinde Allah’a havâle ediyorum. Şüphesiz Allah kullarını çok iyi görmektedir” (Mü’min 40/44) sözüdür.
Şeyh Hamîdüddîn Aksarâyî, bir mânada da o mü’min adamın halini terennüm ederek şöyle der:
“Diriyiz dâim ölmeyiz, karanlıkta da kalmayız,
Çürüyüp toprak da olmayız, bize leyl ü nehâr olmaz.
Ne kahrı düşman elinden, ne lütfu âşinâdan bil,
Umûru Hakk’a tefvîz et Cenâb-ı Kibriyâ’dan bil.”[1]
Bundan sonra o mü’min kişinin akıbetinden ve ona karşı gelen Firavun ehlinin gerek kabirdeki gerekse mahşerdeki durumlarından bazı kesitler verilmektedir:
[1] Leyl ü nehâr: Gece ve gündüz. Âşinâ: Dost. Umûr: İşler. Tefvîz: Ismarlama, havale etme.
- Neticede Allah onu, Firavun ve yönetiminin kurdukları tuzakların şerrinden korudu. Buna karşılık Firavun ehlini o korkunç azap kuşatıverdi:
- Ateş! Sabah akşam onun karşısına getirilecek ve ona maruz bırakılacaklar. Kıyâmetin kopacağı gün ise: “Firavun ehlini cehennemdeki en şiddetli azaba sürükleyin!” denilecek.
Öyle anlaşılıyor ki bu zat çok muteber bir mevkide olduğundan, bu sözlerine rağmen Firavun ona ilk merhalede bir zarar verememiştir. Gerçekleri korkusuzca dile getiren o mü’min adamı yüce Allah Firavun’un ve kabinesinin hazırladığı tuzağın tüm kötülüklerinden korumuştur. Ona ne bu dünyada ne de bundan sonraki hayatta hiçbir kötülük dokunmamıştır. Fakat en yakın çevresinin bile Mûsa’yı kabul ettiğini gören Firavun, ondan etkilenenleri tasfiye etme planlarına girişmiştir. Bu arada Hz. Mûsâ’ya İsrâioğulları’yla birlikte Mısır’dan çıkma emri gelmiş, peşine düşen Firavun da ordusuyla birlikte azabın en kötüsüyle kuşatılarak suda boğulmuştur.
Bu âyetlerde Firavun ve âilesine sırasıyla verilecek olan üç farklı azaptan bahsedilir:
› “Firavun ehlini o korkunç azap kuşatıverdi” (Mü’min 40/45): Bu, Hz. Mûsâ ve beraberindeki İsrâiloğullarını kovalarken Kızıl denizde boğulmalarıdır.
› “Ateş! Sabah akşam onun karşısına getirilecek ve ona maruz bırakılacaklar” (Mü’min 40/46): Bu, berzah âleminde vuku bulacak bir cezalandırmadır. Bunun şiddeti cehennem azabına göre azdır. Ateşin içine girmezler, onunla yüz yüze getirilirler. Onlar boğulmalarında kıyamet gününe kadar geçecek süre içinde sabah akşam o ateş ile karşı karşıya getirilerek dehşet içinde kalırlar. Aslında bu azap sadece Firavun ve kavmine mahsus olmayıp, tüm kâfirler için geçerlidir. Firavun sadece bir misaldir. Mü’min ve sâlih kullara ise, ölümlerinden kıyamete kadar geçecek süre içinde âhirette kendilerini bekleyen o güzel cennet manzaraları sabah akşam gösterilecektir.
Nitekim Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Sizden herhangi bir kimse öldüğünde sabah ve akşam ona kalacağı yer gösterilir. Eğer cennet ehlinden ise cennet ehlinden birisi olarak ona yeri gösterilir. Şayet cehennem ehlinden ise yine cehennem ehlinden birisi olarak yeri gösterilir ve: «Yüce Allah kıyamet günü buraya seni göndereceği vakte kadar senin kalacağın yer burasıdır» denilir.” (Buhârî, Cenâiz 89; Müslim, Cennet 65)
Bu sebepledir ki Nebiyy-i Ekrem (s.a.s.), dualarında kabir azabından Allah’a sığınırdı, müslümanlara da ondan Allah’a sığınmalarını tavsiye ederdi. (Buhârî, Ezân 49; Müslim, Cennet 67)
Resûlullah (s.a.s.), yanından geçmekte olduğu iki mezar hakkında şöyle buyurdu:
“Bu ikisi, hayatta iken küçümseyerek işledikleri birer büyük günah yüzünden azap görüyorlar. Evet, aslında işledikleri günahlar büyüktür. Biri koğuculuk yapardı. Diğeri ise abdest bozarken idrarından sakınmaz, iyice temizlenmezdi.” (Buhârî, Vudû 55, 56; Müslim, Taharet 111)
Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
“Kabirdeki ölü, denizde boğulmak üzere olan ve dehşet içerisinde yardım isteyen kimse gibidir. Babasından, anasından, kardeşinden, samîmî ve sâdık arkadaşından bir dua bekler. Şayet bir dua gelecek olsa, bu onun için dünya ve içindekilerden daha kıymetli ve sevimli olur. Şüphesiz Allah, kabir ehline, dünyadakilerin duası bereketiyle dağlar misâli ecir verir. Dirilerin ölülere gönderebileceği en iyi hediye ise onlar için istiğfâr etmek ve onlar adına sadaka vermektir.” (Deylemî, Firdevs, IV, 103/6323; Ali el-Mütteki, Kenzu’l-ummâl, XV, 694/42783; XV, 749/42971)
Dolayısyla bahsi geçen âyet-i kerîme ve bir kısmını burada zikrettiğimiz hadis-i şerifler, kabir azabının kesinliğini ortaya koymaktadır. Allah Teâlâ bizi, ölümün şerrinden, kabir azabından ve âhiretin dehşetli hallerinden muhafaza eylesin!
› Kıyâmetin kopacağı gün ise: “Firavun ehlini cehennemdeki en şiddetli azaba sürükleyin” (Mü’min 40/46) denecek: Bu ise cehennem ateşidir.
Zaten devam eden âyetler de cehennemdeki bir kısım acıklı manzaraları bize haber vermektedir:
- Kâfirler cehennemin ortasında birbirleriyle çekişecek, dünyadayken zayıf düşürülüp ezilenler büyüklük taslayan liderlerine: “Doğrusu biz size uymuştuk. Şimdi hiç olmazsa ateş azabının bir kısmını olsun bizden savabilir misiniz?” diyecekler.
- Büyüklük taslayanlar ise: “Görmüyor musunuz? Şu an hepimiz birlikte o ateşin içindeyiz. Gerçek şu ki Allah, artık kulları arasında hükmünü vermiş, iş bitmiş!” diye karşılık verecekler.
Madem büyüklük taslayanların cehennem azabını hafifletmeye güçleri yetmeyecekse, o halde dünyada geçici korkular ve basit menfaatler için onların peşine takılmaya gerek yoktur. Onları terk edip, peygambere uyarak ebedi hayatta işe yarayacak ve yüz güldürecek bir yol izlemek lazımdır. Değilse cehennemde şöylesine tam bir ümitsizlik ve çaresizlik içinde kalmak mukadder olur:
- Bu sefer ateşte bulunanlar cehennem bekçilerine: “Ne olur, Rabbinize yalvarın da, bir günlüğüne olsun azabımızı hafifletsin!” diye feryat edecekler.
- Cehennem bekçileri: “Size peygamberleriniz apaçık deliller getirmemiş miydi?” diye soracaklar, onlar da: “Evet, getirmişlerdi, fakat biz inkâr etmiştik” diye cevap verecekler. Bunun üzerine bekçiler: “Madem öyle, biz değil, kendiniz Allah’a yalvarın! Ama bilin ki, kâfirlerin yalvarmaları boşa gitmeye mahkûmdur” diyecekler.
Ebu’d-Derdâ (r.a.)’den rivayete göre Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Cehennemlikler üzerine açlık belası salınacak, öyle ki bu açlık, içinde bulundukları azaba denk gelecek. Açlıktan kurtulmak için imdat dileyecekler, bu sefer onlara ne doyuran, ne de açlığa karşı bir faydası olan ضَر۪يعٌ (darî‘) denilen yiyecek verilecek. Onu yiyecekler, fakat onlara hiçbir faydası olmayacak. Yine imdat dileyecekler, bu sefer onlara boğazda tıkanıp kalan bir yiyecek verilecek ve bu boğazlarına tıkanıp kalacak. Dünyada iken boğazlarına tıkanan lokmaları suyla aşağı doğru indirdiklerini hatırlayacaklar. Bu sefer imdat dileyerek kendilerine içecek bir şeyin verilmesini isteyecekler. Bu sefer onlara kancalar ile kaynar su getirilecek. Bu kaynar su yüzlerine yaklaştırıldığında yüzlerini yakıverecek. Karınlarına ulaştığında bağırsaklarını ve karınlarında bulunan ne varsa her şeyi paramparça edecek. Bu sefer meleklerden yardım isteyecekler ve aralarında bu âyetlerde yer alan konuşma geçecek.” (Tirmizî, Cehennem 5/2586)
Meleklerin, “kendiniz yalvarın” sözünde, onların dualarına icâbet edilebileceği konusunda bir ümit verme kastı yoktur. Bununla kâfirlere asla şefaat etmeyeceklerini haber verirler. Bir de artık dualarının kabul edilebileceği gibi bir düşünceyi tamamen unutmalarını telkin ederler. Ne kadar yalvarsalar da boşunadır. Çünkü bu, yapılması gereken bir zamanda yapılmamıştır.
Bütün bunlar inkârcıları bekleyen hazin âkibetler, tahammülü imkansız acı felâketlerdir. Peygamberlerin ve onlara inananların durumu ise elbette farklı olacaktır:
- Şüphesiz biz peygamberlerimize ve onlara uyan mü’minlere dünya hayatında da, şâhitlerin hazır bulunacağı mahşer gününde de elbette yardım edeceğiz.
- O gün zâlimlere ileri sürecekleri mazeretlerin hiçbir faydası olmayacak. Artık onlar Allah’ın rahmetinden ebediyen mahrum kalacak ve varılacak yurdun en kötüsüne yerleşeceklerdir.
Şâhitler, meleklerdir. Çünkü onlar, peygamberlerin risâletlerini tebliğ ettiklerine, kâfirlerin ise bunları yalanladıklarına şâhitlik edeceklerdir. Ayrıca kıyamet günü şâhitliklerine başvurulacak peygamberler, bir kısım mü’minler ve insanların bizzat kendi azaları da bahsi geçen şâhitler cümlesindendirler. (bk. Yâsîn 36/65; Fussılet 41/20-22)
Bu gerçekler, bütün peygamberlere ortak bir şekilde bildirilmiştir. Nitekim:
- Hiç şüphesiz biz Mûsâ’ya doğru yolu gösteren bir rehber verdik ve İsrâiloğulları’nı kitaba vâris kıldık.
- Gerçek akıl sahipleri için bir doğru yol rehberi ve bir öğüt olan o kitaba.
- Rasûlüm! O halde sabret! Çünkü Allah’ın va‘di mutlaka gerçekleşecektir. Günahların için bağışlanma dile ve akşam sabah Rabbini överek tesbih et!
Hz. Mûsâ’ya risâlet vazifesini verdikten sonra, onu kendi haline bırakmayıp, adım adım takip eden, koruyan ve başarıya eriştiren Allah Teâlâ, Habîbi Hz. Muhammed (s.a.s.)’i de Mekke’li müşriklerin zulmünden koruyacak, ona yol gösterecek ve yardım edecektir. Rasûlünü onların acımasız ellerine çaresiz bir halde bırakmayacaktır. Hz. Mûsâ’ya karşı gelenler hidâyetten mahrum kaldıkları gibi, Resûl-i Ekrem’e inanmayanlar da hidâyetten öylece mahrum kalacak; Hz. Mûsâ’ya inananlar Tevrât’a vâris oldukları gibi, her zaman ve zeminde Peygamberimiz (s.a.s.)’e uyanlanlar da Kur’an’a vâris olacaklardır. Yalnız bu başarıya erişebilmek için sabretmek, azimle hizmete devam etmek, günahlardan uzak bir hayat yaşayarak hem dil hem gönülle devamlı surette Allah’ı hamd, zikir ve tesbihle hemhâl olmak gerekir. Çünkü başarının sırrı, ilâhî yardımın kulun imdâdına yetişmesinde gizlidir.
Kur’an’a savaş açanlara gelince:
- Kendilerine ulaşan kesin bir delile dayanmaksızın Allah’ın âyetleri hakkında körü körüne tartışmaya girişenler var ya, onların göğüslerinde hiçbir zaman tatmin edemeyecekleri bir kibirden, hiçbir zaman ulaşamayacakları sana üstün gelme duygusundan başka bir şey yoktur. Rasûlüm! Sen, bunların her türlü hile ve tuzaklarından Allah’a sığın! Çünkü O, her şeyi hakkiyle işiten, her şeyi hakkiyle görendir.
Müşrikler, Peygamber (s.a.s.)’e uydukları takdirde sahip oldukları imkânları kaybedeceklerinden korkuyorlar, ona uymadıkları takdirde ise yükseleceklerini sanıyorlardı. Bir taraftan Resûlullah (s.a.s.)’i öldürüp davasına son vermek istiyorlar; bir taraftan da onun tebliğini tamamlamadan ölüp gitmesini temennî ediyorlardı. Allah Teâlâ onların, Peygamber’i yalanlamak suretiyle ulaşacaklarını umut ettikleri yüksek mertebeye ulaşamayacaklarını ve onun aleyhinde kurdukları hiçbir tuzakta başarılı olamayacaklarını haber vermektedir. Bununla beraber, Hz. Mûsâ’nın: “Ben, hesap gününe inanmayan her kibirli zorbadan benim de sizin Rabbiniz Allah’a sığınırım!” (Mü’min 40/27) diyerek Allah’a sığındığı gibi, beşerî planda gerekli tedbirleri alarak bu inatçı, kibirli zorbaların şerrinden Allah’a sığınmasını emreder. Çünkü kulu koruyacak olan ancak her şeyi işiten ve gören Allah’tır.
Gelen âyetlerden itibaren, Resûlullah (s.a.s.)’in tebliğ ettiği dinin gerçek olduğu; bunu kabul etmenin kurtuluşa, reddetmenin ise felâkete sebep olacağı beyan edilir:
- Göklerin ve yerin yaratılması elbette insanların yaratılmasından daha büyük bir iştir; fakat insanların çoğu bunu bilmez.
- Kör ile gören bir olmaz; aynı şekilde iman edip sâlih ameller işleyenlerle kötülük yapanlar da bir olmaz. Ne kadar da az düşünüp öğüt alıyorsunuz!
- Kıyâmet mutlaka kopacak; bunda asla şüphe yoktur. Ne var ki, insanların çoğu buna inanmıyor.
Burada ilk olarak âhiret konusu ele alınır. Çünkü kâfirler âhirete inanmıyor, onu imkânsız görüyorlardı. Halbuki gökleri ve yeri yaratan Allah’ın, insanı öldükten sonra yeniden yaratmaya güç yetireceği apaçık bir gerçektir. Buna göre kıyâmet mutlaka kopacaktır. Fakat bu hakîkati görebilmek için ölüm ötesi manzaraları seyredebilecek açık bir kalp gözüne, iman ve sâlih amellerle dirilmiş bir gönle ihtiyaç vardır. Şunu da dikkate almak gerekir ki, faraza âhiretin olmadığı düşünülecek olursa, mü’min ile kâfirin, iyi ile kötünün arasında bir fark kalmaz, hepsi eşit olur. Böylece ahlâk ve faziletin hiçbir değeri kalmaz, kötülükler teşvik edilmiş olur. Halbuki bunlar eşit değildir. Bu da aklen gösteriyor ki âhiret mutlaka olmalı; iyilikler de, kötülükler de âdil bir şekilde tam karşılığını bulmalıdır.
Bu sebeple, Allah tüm insanlığı kendine kulluğa davet etmektedir:
- Rabbiniz şöyle buyuruyor: “Bana dua edin, size cevap vereyim. Bana kulluk etmeyi kibirlerine yediremeyenler, yakında perişan bir halde cehenneme gireceklerdir.”
Resûlullah (s.a.s.): “Dua, ibâdetin tâ kendisidir” buyurmuş, sonra bu âyet-i kerîmeyi okumuştur. (Ebû Dâvûd, Vitr 23/1479; Tirmizî, Tefsir 40/3247) Buna göre âyetin mânası şöyle olur: “Benim tek olduğumu kabul edin ve bana kulluk yapın. Ben de sizin kulluğunuzu kabul edip günahlarınızı bağışlayayım.” Bununla birlikte Rabbimizden ihtiyaçlarımızı talep ettiğimiz dua ve niyazlarımız da şüphesiz bu âyetin emri dâhilindedir ve bunlar da Allah’a kulluğumuzun mühim bir yönünü teşkil eder. Nitekim âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:
“Rasûlüm! Kullarım sana beni sorarlarsa, şüphesiz ben onlara çok yakınım. Bana dua edenin duasına icâbet ederim. Öyleyse onlar da benim davetime uysunlar ve bana iman etsinler. Böyle yaparlarsa, en doğru yolu bulmuş olurlar.” (Bakara 2/186)
“Rabbinize yalvara yakara ve gizlice dua edin. Çünkü O, aşırı gidenleri sevmez.” (A‘râf 7/55)
Dua, Allah’a kulluğun özüdür. Çünkü dua ile kişi, ihtiyacını temindeki aczini idrak etmiş, bunu ancak her şeye gücü yeten Rabbinin lûtfedeceği şuuruna ermiş ve bu sebeple O’na iltica etmiş olmaktadır. Bu bakımdan:
“De ki: «Eğer kulluğunuz ve yakarmanız olmasa Rabbim size ne diye değer versin ki?»” (Furkan 25/77) âyet-i kerîmesini, “Allah katında, duadan daha kıymetli bir şey yoktur” (Tirmizî, Deavât 1/3370) şeklinde açıklayan Efendimiz (s.a.s.):
“Allah’ın fazlından isteyin! Zira Allah Teâlâ, kendisinden istenilmesinden hoşlanır” (Tirmizî, Deavât 115/3571) buyurmak sûretiyle, bizleri sürekli Allah’tan istemeye teşvik etmiştir.
Ebû Hureyre (r.a.)’den gelen bir hadis-i şerifte de Efendimiz (s.a.s.): “Bütün ihtiyaçlarınızı Allah’tan isteyin, hatta ayakkabı bağınızı bile! Çünkü Allah kolaylaştırmazsa, ayakkabı bağını elde etmeniz bile kolay olmaz!” (Beyhakî, Şuab, II, 41/1118) buyurmakta ve müslümanın hayatını dua ile bütünleştirmektedir.
Peygamber Efendimiz’in her tavsiyesine olduğu gibi, bu tavsiyesine de sıkı sıkıya yapışan Abdullah b. Ömer (r.a.) şöyle demiştir:
“Her işimde Allah’a dua ederim, hattâ hayvanımın yürüyüşüne genişlik ve kolaylık vermesi hususunda bile… Bundan dolayı, beni sevindiren sonuçlarla da karşılaşırım.” (Buhârî, el-Edebü’l-müfred, no: 628)
Fudayl b. Iyâz Hazretleri, ârif, fâzıl, Allah korkusu sebebiyle çok ağlayan bir zât idi. Aynı zamanda güvenilir bir hadis râvîsiydi. Bu zât yine o devirde yaşayan âbide, zâhide, Allah sevgisi ve korkusuyla çok ağlayan Şi’vâne Hâtun ile karşılaşmıştı. Fudayl ona:
“–Bana dua et” dedi. Şi‘vâne Hâtun şu cevâbı verdi:
“–Fudayl! Allah ile aranda, dua ettiğin zaman duanı kabul edeceği bir yakınlık yok mu ki benden dua istiyorsun.”
Bu muhteşem sözü duyan Fudayl hıçkırıklara boğularak kendinden geçti. (İbnü’l-Cevzî, Sıfatü’s-safve, IV, 56)
Mevlânâ Hazretleri şöyle anlatıyor:
Cenâb-ı Hakk: “Ey Mûsâ! Bana günah işlemediğin, kötü söz söylemediğin bir ağızla dua et, sığın!” buyurdu. Hz. Mûsâ: “Benim öyle ağzım yok” dedi. Hak Teâlâ da buyurdu ki: “Öyle ise, bize başkalarının ağzıyla dua et! Sen, bana başka birisinin ağzıyla yâni, başkasının ağzından «Allahım!» diye yalvar, dua et! Çünkü sen, başkasının ağzıyla günah işlemediğin için o ağız temizdir, günahsızdır. Daha açıkçası öyle hareket et ki, başkalarının ağzı gece gündüz sana dua etsin. Sen, başka birinin ağzı ile kötü söz söylemediğin, günaha girmediğin için o başka birinin özür dileyen ve dua eden ağzı yok mu, işte o ağız senin için günah etmediğin bir ağızdır. Yâhut da kendi ağzını günahtan, kötü sözlerden arıt, temizle; rûhunu günah yükünden kurtar, çevik hale getir.”
Allah’ı zikretmek, tertemiz bir haldir. O tertemiz hâl gelince, temizlik erişince; pis hâl, pislik yükünü toplar, dengini bağlar, dışarı çıkar gider. Zıtlar zıtlardan kaçar. Nasıl ki güneş doğunca gece dayanamaz, kaçar gider! Allah’ın tertemiz adı, ağza gelince, yâni zikir başlayınca, ne pislik kalır, ne de gam ve keder. (Mesnevî, 180-189. beyitler)
Ancak Allah’a iman ve mârifetten mahrum oldukları için kibirlenerek O’na duadan, ibâdetten ve kulluktan yüz çevirenler, bir gün gelecek istemeyerek de olsa mutlaka Allah’ın emrine boyun eğeceklerdir. Ölümden kaçamayacak, hesaptan kurtulamayacak ve aşağılanmış, zelîl ve makhûr bir halde cehenneme gireceklerdir. İşte Allah’a karşı büyüklenmenin cezası budur.
Oysa Allah Teâlâ, kendisine dua, ibâdet ve kulluk yapılacak, el açıp en temiz duygularla yalvarılacak tek ilâhtır. O’ndan başka bun layık olan ikinci bir varlık yoktur. Bu hakikatin sayısız delili olmakla birlikte burada şunlara yer verilir:
- Geceyi huzur içinde dinlenmeniz için sessiz ve karanlık; gündüzü de çalışabilmeniz için aydınlık kılan Allah’tır. Gerçekten Allah insanlara karşı pek büyük lutuf sahibidir; ne var ki insanların çoğu şükretmez.
- İşte Rabbiniz olan Allah budur. O, her şeyin yaratıcısıdır. O’ndan başka ilâh yoktur. Öyleyse nasıl oluyor da O’ndan yüz çevirip yanlış yollara düşüyorsunuz?
- Allah’ın âyetlerini bile bile inkâr edenler, işte bu şekilde O’ndan yüz çevirip yanlış yollara düşüyorlar.
- O Allah ki, yeryüzünü sizin için yaşamaya müsait bir mekan, göğü de emniyet kalkanı gibi bir kubbe yaptı. Size sûret verdi, sûretlerinizi de en güzel şekle koydu. Sizi temiz ve helâl nimetlerle rızıklandırdı. İşte Rabbiniz olan Allah budur. Âlemlerin Rabbi olan Allah yüceler yücesidir, bütün nimet, feyiz ve bereketlerin kaynağıdır.
- O ezelî ve ebedî hayat sahibidir. O’ndan başka ilâh yoktur. Öyleyse her türlü şirk ve gösterişten uzak durup ibâdet ve taati yalnız Allah’a has kılarak O’na yalvarın! Bütün övgüler ve yücelikler Âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur.
Âyetlerin veriği mesajı hülasa etmek gerekirse:
› İstirahatimiz için gelen gece ve çalışıp maişetimizi kazanabilmemiz için aydınlık bir şekilde gelen gündüz. Bunları aksatmadan peş peşe getiren ve götüren kim?
› Kâinatta ne varsa hepsini yoktan yaratan ve devam ettiren kim?
› Uzayın boşluğunda küçücük bir bilye gibi dönen yeryüzünü dağları, ovaları, nehirleri ve denizleriyle üzerinde rahatlıkla yaşayabileceğimiz istikrarlı bir mekân haline getiren kim?
› Yeryüzünü bir kılıf gibi saran, uzaydan gelen ışınları süzerek onları canlılara faydalı hâle getiren göğü binâ eden kim?
› Anne rahminde gözle görülmeyecek kadar küçücük bir nutfe, sonra belli belirsiz bir çiğnem et parçası olan cenini biçimlendiren; bir tek hücreden çeşitli karakterde hücreler üretip el, ayak, göz, kulak, kalp, mide, akciğer, karaciğer gibi iç ve dış azaları, milyarlarla, trilyonlarla ölçülen sinir ağlarını gayet maharetle birbirine bağlayıp düşünce ve duyular sistemini kuran; her canlıyı kendine has karakter ve şekliyle yaratan, onlar arasında insana gerçekten en güzel şekli ve kıvamı veren, insanları en güzel, helâl ve hoş rızklarla besleyen kim?
› Ezelî ve ebedî diri olan, hiçbir zaman ölmeyen ve bütün canlıların hayat kaynağı olan kim?
Bütün bu soruların tek cevabı var: Allah Teâlâ! İşte bizim Rabbimiz O’dur. O’ndan başka ilâh yoktur ve ihlasla yalnızca O’na kulluk edilmelidir.
Buna göre, Allah’ın emirlerini yerine getirme hususunda taviz isteyen inkârcılara cevap olmak üzere:
- Rasûlüm! De ki: “Bana, Rabbimden apaçık deliller geldikten sonra, sizin Allah’tan başka yalvardığınız putlara kulluk yapmam kesinlikle yasaklandı. Bana bütün varlığımla Âlemlerin Rabbi’ne teslim olmam emredildi.”
Resûlullah (s.a.s.), kendisine henüz vahiy gelmeden önceki hayatında da aklıyla Allah’ın birliği inancına ulaşmış, hiçbir zaman Allah’a ortak koşmamış ve putlara asla tapmamıştır. Siyer ve tarih kitaplarında böyle bir kayda rastlanmaz. Zaten o dönemde Mekke’de hanîf olan ve tek Allah’a inanan başka insanlar da vardı. Tevhid inancı tamamen sönmemişti. Kendisine peygamberlik verilip vahiy gelmeye ve Kur’an âyetleri inmeye başlayınca zaten hakikat bütün berraklığıyla ortaya çıktı. Böylece Efendimiz (s.a.s.) hem sahip olduğu tevhid inancını net bir şekilde ifade etme, hem de başkalarını bu inancı kabule çağırma imkânı buldu. Kur’an’ın getirdiği bu inanca göre Allah’tan başka hiçbir şeye tapılmayacak ve bütün âlemleri yaratan Allah’a teslim olunacaktır.
Evet, sadece Allah’a teslim olmak ve O’nun dinine bağlanmak lazımdır. Çünkü bizi yaratan, yaşatan, öldüren ve yeniden diriltecek olan O’dur:
- Sizi önce toprak sonra nutfe sonra aleka safhalarından geçirerek yaratan O’dur. Sonra sizi bir bebek olarak hayat alanına çıkarır. Ardından güçlü çağınıza ulaşıncaya, sonra da yaşlılar hâline gelinceye kadar sizi yaşatır. İçinizden bazıları daha önce vefat eder. Böylece her biriniz kendisi için belirlenen belli bir vakte erişirsiniz. Umulur ki bunlar üzerinde düşünüp, Allah’ın birliğini ve sonsuz kudretini anlarsınız.
- Hayat veren de, öldüren de O’dur. O bir işin olmasına hükmettiğinde, ona sadece “Ol!” der, o da hemen oluverir.
Anlaşıldığı üzere burada biz insanların yaratılışı hülasa edilmekte; kendi yaratılışımız ve hayat serüvenimiz üzerinde tefekkür ederek Allah Teâlâ’nın sonsuz kudret ve azametini idrake çalışmamız istenmektedir. (bk. Hac 22/5; Mü’minûn 18/12-14) Öyle bir kudret ve azamet ki, O’nun hayat verme ve öldürme sıfatları her an tecelli halindedir. Belki kâinatta her an milyonlarca hayat verme ve öldürme olayı vuku bulmaktadır. Allah Teâlâ’nın sadece “Ol!” emri, O’nun muradının hemen oluvermesine yetmektedir. İşte vasfı bu olan Allah, kıyâmet günü tüm insanlara sadece “Kalkın!” diyecek, hepsi kabirlerinden kalkıp mahşer yerine dikileceklerdir. Ne var ki, daha önce Allah’ın âyetlerini red ve inkâr etmiş olanlar, o zaman pek kötü süprizlerle karşılaşacaklardır:
- Allah’ın âyetleri hakkında tartışıp duranları görmez misin? Onlar, nasıl oluyor da gerçeklere sırt çeviriyorlar?
- Onlar kitabı ve peygamberlerimizle gönderdiğimiz bütün gerçekleri yalanlıyorlar. Yakında gerçeği bilecekler!
İnsanların sapıklığa düşmelerinin sebepleri şunlardır:
› Allah’ın kitabını ve peygamberini inkâr etmek,
› O’nun gönderdiği âyetler üzerinde ciddiyetle düşünmemek,
› Âyetleri düşünüp ders alacak yerde bilgisizce onlarla mücâdele yolunu seçmek.
Böyle olanlar, inkâr ve hakla savaş yolunu seçmelerinin sonucunu yakında bilecekler:
- O zaman boyunlarında demir halkalar ve zincirler olduğu halde sürüklenecekler;
- Kaynar suyun içine! Sonra da ateşte cayır cayır yakılacaklar.
- Sonra da sorulacak onlara: “Nerede ortak koştuklarınız?”
- “Allah’tan başka taptıklarınız nerede?” Onlar da: “Bizi yüzüstü bırakıp kayboldular. Meğer daha önce yalvarıp yakardıklarımız bir hiçmiş?” diyecekler. Allah kâfirleri işte böyle şaşkın ve çâresiz bırakır.
- “Bu duruma düşmenizin sebebi; dünyada harama-helâle, hakka-hukuka dikkat etmeden zevklere dalıp şımarmanız ve küstahça böbürlenip durmanızdır!”
- “İçinde ebediyen kalmak üzere girin cehennemin kapılarından! Büyüklük taslayanların varacağı yer ne kötüdür!”
Bunların varacağı yer cehennem olacaktır. Burada onların cehennemdeki acıklı hallerinden bir manzara sunulur: Boyunlarında demir halkalar, el ve ayaklarında zincirler… Susadıklarında zorunlu olarak su isteyecekler. Zebânîler onları zincirlerinden sürükleyerek kaynar sular akan çeşmelere götürecekler. Kaynar sudan içtikten sonra tekrar ateşe götürülüp orada cayır cayır yanmaya devam edecekler. 72. âyette geçen يُسْجَرُونَ (yüscerûn) kelimesi, tandırın odunla doldurulup tutuşturulması mânasına gelir. Zaten ateşe girip ateş tarafından çepeçevre kuşatılan ve karınları ateşle doldurulan kimseler, en acı ve en yakıcı bir azapla azaba uğratılmışlardır. Burada cehennemliklerin ateşin içinde oldukları halde her defasında onun ateşle doldurulup yakılacakları haber veriliyor. Bu durum, cehennemliklerin birbirinden beter türlü türlü azaplara uğratılacaklarını ve bir renkten diğerine girip duracaklarını gözler önüne sermektedir.
Onlar için bir diğer azap sebebi de taptıkları putlar olacak. Çünkü dünyada umutlarını bağladıkları putlarından orada bir fayda göremeyecekler. Sonunda putların asla tapılmaya değer varlıklar olmadığını ve onlara yaptıkları ibâdetin boş olduğunu itiraf edecekler.
Bütün bunların altında yatan mânevî hastalık ise, âhireti unutarak dünya nimetleriyle şımarmak, mal ve evladın çokluğuna bel bağlayıp aşırı sevinmek ve böbürlenmektir. Azgınlaşıp haddi aşarak peygamberlerin çağırdığı gerçeklere boyun eğmemektir. Neticesi ise cehennem kapılarından ebedî azaba giriş yapmaktır.
Burada dünyevi arzu ve isteklerden her birinin gerek dünyadaki nefis cehenneminin kapılarından gerekse âhiretteki ateş cehenneminin kapılarından bir kapı olduğuna bir işaret vardır. Bu bakımdan, nefsânî arzuların, dünyalık süslerin ve dünyanın yaldızlı, cafcaflı şeyleriyle böbürlenmenin bırakılması gerekir ki böylece cehennemin kapıları kesin olarak yüzümüze kapanabilsin.
Yine burada kibirlenmek tenkid ediliyor. Öyle ise bunun muhakkak zıddıyla tedavi edilmesi gerekir ki o da tevazudur. Hikmet ehli bir zat, tevazuun ehemmiyetini bir misalle şöyle anlatır:
Çayırdaki otlar: “Bizi, bir an bile Allah’a karşı gelmeyen hayvanlar yiyor, dolayısıyla ben senden daha hayırlıyım” diyerek ağaca karşı böbürlenmiş. O da “Hayır ben daha hayırlıyım. Baksana benden de meyveler çıkıyor ve müminler bunları yiyor” demiş. Kamış ise tevazu göstererek: “Bende hiç hayır yok. Beni ne hayvanlar ne de insanlar yiyebiliyor!” demiş. İşte böyle tevazu göstermesi üzerine Allah da onun içinde en tatlı şey olan şekeri yaratmış. Ancak kamış, Allah’ın içine koyduğu bu tada bakarak kendinde bir büyüklük vehmedince Allah da ondan kamış başı çıkarmış ve insanoğlu bundan süpürge yapmış ve pisliklerini onunla süpürüp temizlemeye başlamış. İşte ilâhî teklife muhatap olmayan varlıkların durumu böyle olursa, insan gibi mükellef varlıkların halini teemmül etmek gerekir.
O halde:
- Rasûlüm! Sen imdi sabret! Allah’ın va‘di mutlaka gerçekleşecektir. Onları tehdit ettiğimiz azabın bir kısmını hayatında sana göstersek de, yahut seni daha önce vefat ettirip yanımıza alsak da, sonuçta zâlimler azaptan kurtulamayacaklardır. Çünkü hepsi, sonunda bizim huzurumuza geleceklerdir.
Resûlullah (s.a.s.)’e sabırlı olması telkin edilerek, müşriklerin er ya da geç mutlaka cezalandırılacakları haberi verilmektedir. Onlara dünyada verilecek cezaların belki bir kısmını Allah Resûlü (s.a.s.) görecek, bir kısmını da görmeyecekti. Fakat bu önemli değildir. Önemli olan onlara gereken cezanın verilecek olmasıdır. Bundan daha önemlisi, sonunda onların dönüşü Allah’a olacak ve esas hak ettikleri cezayı orada bulacaklardır. Nitekim bu âyetlerin inmesinden birkaç sene sonra Medine döneminin başlarında vuku bulan Bedir savaşında müslümanların müşrikler karşısında elde ettikleri zaferle, dünyadaki cezalandırma süreci başlamış ve bunu başka cezalar takip etmiştir.
Nitekim iman-küfür mücâdelesinin seyri ve neticesini gösterme açısından Kur’ân-ı Kerîm’de kıssaları anlatılan veya anlatılmayan peygamberlerin hayatında dikkat çekici misaller vardır:
- Biz senden önce de nice peygamberler gönderdik. Onların bazısından sana bahsettik, bazısından ise bahsetmedik. Hiçbir peygamber, Allah’ın izni olmadan bir mûcize gösteremez. Allah’ın emri geldiğinde ise adâletle hükmolunur ve bâtıla uyup hakkı boşa çıkarmaya çalışanlar oracıkta hüsrâna uğrarlar.
Önceki peygamberler de genellikle benzeri sıkıntılarla karşılaşmışlardır. Mesela her biriyle alay edilmiş ve kendilerinden mûcize göstermeleri istenmiştir. Halbuki Allah müsaade etmediği sürece hiçbir peygamberin mûcize getirme imkân ve kudreti yoktur. Allah izin verip mûcize gösterildiği takdirde de iman etme mecburiyeti getirilmiştir. İman edilmediğinde ise artık acı son geldi demektir. O zaman adâlet mutlaka yerini bulur ve hakkı yok etmeye çalışan bâtıl yanlıları kesinlikle hüsrâna uğrarlar.
Halbuki aklını çalıştıran insan için kâinat Allah’ın birliğini, sonsuz kudretini ve ilminin kemâlini haykıran delillerle doludur. Bunlar varken inadına peygamberden mûcize istemeye ne gerek vardır:
- Bir kısmına binesiniz, bir kısmının etinden de yiyesiniz diye hayvanları sizin için var eden Allah’tır.
- Onlarda sizin için daha nice menfaatler vardır. Gönüllerinizdeki bir arzuya onlara binerek ulaşırsınız. Hem onlara hem de gemilere biner, yüklerinizi taşırsınız.
- Böylece Allah size birliğinin ve kudretinin delillerini gösteriyor. O halde, Allah’ın delillerinden hangisini inkâr ediyorsunuz?
Bindiğimiz, etinden, sütünden, derisinden, yününden ve kıllarından istifade ettiğimiz hayvanlar bu delillerden biridir. Onları belirli bir proğrama göre insanların hizmetine veren ve onları insanlara kolayca ülfet edecek özellikte yaratan Allah Teâlâ’dır. (bk. Nahl 16/5-7; Yâsîn 36/71-73) Ayrıca ticaret ve taşımacılık hizmetlerinin yapılabilmesi için su ve rüzgârın belli bir ölçüye göre yaratılmış olması, mutlak kudret sahibi Allah’ın birliğine delildir. Yine geceleri denizcilerin yol bulmalarına yardımcı olmaları için belli bir nizam dâhilinde gökyüzüne yıldızları yerleştiren de Allah Teâlâ’dır. Bütün bunlar aynı yaratıcının hem yeryüzünü, hem gökyüzünü ve bunlar arasında bulunan tüm varlıkları yaratıp idâre ettiğini ve bu yüzden tüm kâinatın şaşmaz bir nizam ve âhenk içinde olduğunu göstermektedir. Yaptığı her işi sayısız hikmete binâen yapan ve gerçek hüküm sahibi olan Allah Teâlâ’nın, insana bunca imkân ve nimetler vermiş olmasına rağmen, onu başıboş bırakması ve bunların hesabını sormaması mümkün müdür?
İşte önceki toplumların başlarına gelenler bu gerçeğin apaçık göstergelerinden biridir:
- Onlar yeryüzünde dolaşıp, kendilerinden önce gelip geçenlerin âkıbetlerinin nasıl olduğuna hiç ibretle bakmazlar mı? Halbuki onlar kendilerinden daha kalabalık, gerek kuvvet bakımından, gerekse yeryüzündeki meydana getirdikleri eserler bakımından da daha üstün idiler. Buna rağmen kazandıkları şeyler kendilerine bir fayda sağlamadı.
- Çünkü peygamberleri kendilerine apaçık deliller getirdiği zaman, onlar sahip oldukları bilgi ile şımarıp, yapılan azap tehditlerini alaya aldılar. Ama alaya aldıkları o azap, sonunda onları çepeçevre kuşatıverdi.
- Onlar şiddetli azabımızı gördükleri zaman: “Allah’ın birliğine inanıyor, O’na ortak koştuğumuz şeyleri de reddediyoruz” diye çığrıştılar.
- Oysa azabımızı gördükten sonra inanmaları onlara bir fayda sağlayacak değildi. Allah’ın, kulları hakkında uygulayageldiği ve kıyâmete kadar da devam edecek sosyolojik kanunu böyledir. İşte o zaman kâfirler hüsrâna uğrayacaklardır.
Son olarak sayılarının çokluğuna; askeri, siyâsî ve iktisâdî güçlerinin üstünlüğüne; dünyada kültür ve medeniyet adına meydana getirdikleri eserlerin sağlamlığına ve vahiyden bağımsız olarak sahip oldukları bilgi ve bilime güvenip böbürlenerek peygamberlerin getirdiği ilâhî tâlimatlara ihtiyaç duymayan, onları hiçe sayan inkârcı zihniyetlere büyük bir tehdit gelmektedir. İnkârlarının cezası olarak tepelerine ilâhî azap indiğinde kazandıkları bu şeyler kendilerine hiçbir fayda sağlamayacak, azabı onlardan savamayacaktır. Kızıl Deniz’de boğulacağını yakînen anlayan Firavun gibi, Allah’ın şiddetli azabını görünce, şirkten vazgeçip Allah’ın birliğine inandıklarını söyleseler de, artık âhiret perdelerinin açılmaya başladığı böyle bir durumda imanları onlara bir fayda vermeyecektir. Çünkü tevbe ve iman ancak azap ve ölüm gelmeden önce bir fayda sağlar. Azap ve ölüm geldikten sonra imanın bir faydası yoktur. Bu Allah Teâlâ’nın başlangıçtan beri kulları hakkında uyguladığı sosyolojik bir kanundur. Kıyamete kadar da bu kanun böylece devam edecektir. Bu kanuna göre, kâfirler, küfürde kaldıkları sürece kaçınılmaz olarak hüsrâna uğrayacaklardır. O halde tek çıkar yol; küfrü, şirki, Allah ve Peygamber düşmanlığını terk edip nasûh bir tevbe, kuvvetli bir iman, yeni bir aşk ve heyecanla İslâm’a dönmektir!
Kaynak: kuranvemeali.com
YORUMLAR