Müʼminin Asıl Kıymeti
Müʼminin asıl kıymeti de, nefsinin arzu ve iştihâlarına rağmen dünya ihtirâsını aşarak her hâlükârda Rabbine yönelmesinde ve yalnızca Oʼnun kulu olduğunu ibadetleriyle ispat etmesindedir.
Hüdâyî Hazretleri buyurur:
Nʼeyleyeyim dünyayı?
Bana Allâhʼım gerek.
Bana Allâhʼım gerek,
Bana Allâhʼım gerek…
Cenâb-ı Hak;
“Ben cinleri ve insanları, ancak Bana kulluk etsinler diye yarattım.” (ez-Zâriyât, 56) buyuruyor. Yani bu fânî cihanda, Rabbimizʼe râzı olacağı hâl ve amellerle kulluğumuzu arz etmek için bulunuyoruz.
Fakat Cenâb-ı Hak insana ilâhî imtihan hikmetine binâen bir nefis engeli vermiş, dünya ve içindeki nîmetleri de nefsi kendine cezbedecek bir vasıfta yaratmıştır.
MÜMİNİN ASIL KIYMETİ
İşte müʼminin asıl kıymeti de, nefsinin arzu ve iştihâlarına rağmen dünya ihtirâsını aşarak her hâlükârda Rabbine yönelmesinde ve yalnızca Oʼnun kulu olduğunu ibadetleriyle ispat etmesindedir.
Hikmet ehli, kalbi gaflete sürükleyip Cenâb-ı Hak’tan alıkoyan her şeyi mâsivâ ve dünya olarak târif etmişlerdir.
Kulun Cenâb-ı Hakkʼa yakın olması ve Allah ile beraberliğin huzurunu tatması için, kalbinden gaflet perdelerini bertaraf etmesi elzemdir. Bu perdelerin başında ise “dünya muhabbeti” gelir.
Fakat kalpten atılması gereken “dünya muhabbeti”nin mâhiyetini doğru anlamak gerekir. Hazret-i Mevlânâ der ki:
“Dünya, Allah’tan gâfil olmaktır. Yoksa para, kumaş, âile ve evlât sahibi olmak değildir. Seni oyalayıp Hak’tan gâfil kılan ne varsa, senin dünyan odur.”
Yani kula bu cihanda bulunma gâyesini unutturan, onu Rabbinden gâfil bırakan ve Allah muhabbetinin önüne geçen bütün fânî muhabbetler, bu cümledendir.
Buna göre müʼminin vazifesi; ilâhî imtihan vesîleleri olan can, evlât, mal-mülk, makam-mevkî vesâireyi terk etmek değil, onlara hadd-i lâyığından fazla değer vermemektir.
DİNDARLIK VE TAKVA
Dindarlık ve takvâ; dünyadan el etek çekmek değil, tıpkı Süleyman -aleyhisselâm- misâli, dünya muhabbetini kalbe sokmamak ve hiçbir şeyi Allah muhabbetinin önüne geçirmemektir.
Nitekim, nakledildiğine göre bir karınca, Süleyman -aleyhisselâm-’ın cinlerden, insanlardan ve kuşlardan müteşekkil ordusunu görünce diğer karıncalara:
“–Hazret-i Süleyman’ın saltanatı, çok büyük bir saltanattır; çiğnenirsiniz! Yuvalarınıza çekilin!” diye seslendi.
Bu sözleri işiten Süleyman -aleyhisselâm-:
“–Hayır, benim saltanatım geçicidir! Benim dünya hayatım da sınırlıdır. Lâkin bir kelime-i tevhîdin getireceği saâdet ise sonsuzdur!” dedi. O muazzam dünya saltanatına rağmen, Rabbine kulluğunu aslâ ihmâl etmedi.
Allahʼtan gâfil kalma endişesiyle kalbi dünya muhabbetlerinden korumanın zühd ve takvâ îcâbı olduğu, bir gerçektir. Lâkin bu, fiilî ve zâhirî değil, kalbî bir hassâsiyettir. Yani mühim olan, dünya nîmetleri ile meşgul olmakla birlikte onları kalbe sokmamaktır. Bu itibarla zühd ve takvâ, fakirlik demek değil; zengin-fakir her mü’mine gerekli olan bir kalbî kıvamdır.
Nitekim Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e ganimetlerin beşte biri gelirdi; dilese gayet zengin bir hayat sürebilirdi. Fakat O, yaşama zevkini bir kenara bırakıp yaşatma sevdâsına gönül vermişti. Bu sebeple kifâyet miktarıyla yetinip geriye kalanı infâk ederek zâhidâne bir hayatı, gönüllü ve irâdî olarak tercih ediyordu.
Şayet bir kul, ilâhî takdir neticesinde fakr u zarûret içinde yaşarken, gönül dünyası dâimâ dünyevî arzuların çalkantısı içindeyse, o kimse zühd ve takvâ ehli sayılamaz. Zira zühd ve takvâ, kaderin sevkiyle mecbûren aza kanaat etmek değil; irâdî olarak kalbi dünyaya esîr olmaktan muhafaza etmektir.
Şu kıssa, bu düstûru ne güzel îzah etmektedir:
Büyük velîlerden Muhammed Pârisâ Hazretleri, hacca giderken yolu üzerinde uğradığı Bağdat şehrinde, nur yüzlü, genç bir sarrafa rastlar. Gencin birçok müşteriyle durmadan alışveriş hâlinde olup zamanını aşırı dünyevî meşgûliyetlerle geçirdiğini zannederek üzülür. İçinden:
“‒Yazık! Tam da en güzel şekilde ibadet edebileceği bir çağda kendisini dünya meşgalesine kaptırmış!..” der. Fakat bir an murâkabeye dalıp gencin kalp âlemine teveccüh edince hayretle görür ki, âzâlar dünyevî meşguliyette olsa da, kalp Rabbiyle beraber ve zâkir durumda… Bu sefer:
“‒Mâşâallâh! El kârda, gönül Yârʼda!..” buyurarak genci takdir eder.
Hicaz’a vardığında da Kâbe’nin örtüsüne sarılmış içli içli ağlayan ak sakallı bir ihtiyarla karşılaşır. Önce adamın yana yakıla Cenâb-ı Hakk’a yalvarmasına ve dış görünüşüne bakarak:
“‒Keşke ben de böyle ağlayarak Hakk’a ilticâ edebilsem.” der ve adamın hâline gıpta eder.
Sonra onun da kalbine nazar edince anlar ki, bütün duâ ve ağlamaları, fânî bir dünyalık talebi içindir. Bunun üzerine rakik kalbi mahzun olur.
Kıssadan da anlaşılacağı üzere, mühim olan; dünyevî meşgaleleri, Rabbini unutmadan, kulluk vazifelerini ihmâl etmeden devam ettirebilmektir. Nitekim Cenâb-ı Hak böyle kullarını âyet-i kerîmede medhederek şöyle buyuruyor:
“Onlar, ne ticaret ne de alışverişin kendilerini Allâhʼı anmaktan, namaz kılmaktan ve zekât vermekten alıkoyamadığı insanlardır. Onlar, kalplerin ve gözlerin allak bullak olduğu bir günden korkarlar.” (en-Nûr, 37)
Yine Cenâb-ı Hak:
“Allâhʼın sana verdiğinden (Oʼnun yolunda harcayarak) âhiret yurdunu iste; ama dünyadan da nasîbini unutma!..” (el-Kasas, 77) buyuruyor.
Demek ki yanlış olan; dünyadan nasîbini aramak değil, kulluk vazifelerini ihmâl edecek derecede ona gönül kaptırmak, hırsa kapılıp haramlara bulaşmak, israf veya cimrilik edip dünyanın âdeta esiri olmaktır.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Altınoluk Dergisi, 2022 – Ağustos, Sayı: 438