Müminin Kalbinin Tekâmül Etmesi İçin 5 Şart
Osman Nûri Topbaş Hocaefendi, Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in hâlinden, namazın ehemmiyetinden ve mü'ninin kalbinin tekamülü için gerekli şartlardan bahsediyor.
BİR VECD İLE BİN SECDE EDEN BAŞLAR
İkincisi:
Kalp, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼle beraber olmaya gayret edecek. Efendimizʼin nasıldı hâli? Kısaca hulâsa edersek:
Muâmelâttaki zarâfet. Baştan; ibadetteki rûhâniyet:
İbadetler kalp ve beden âhengi içinde olacak. Ki bütün ibadetler, rûhumuza bir vitamin. Kalp, mesafeler katedecek. Mârifetullahʼtan nasîb alacak. Onun için kalp;
قَدْ اَفْلَحَ الْمُؤْمِنُونَ
“Müʼminler felâh buldu, onlar ki namazlarını (kılarlar değil, namazlarını) huşû ile kılarlar.” (el-Müʼminûn, 1-2)
Yani, Âkifʼin dediği gibi; “bir vecd ile bin secde eden başlar” olacak.
Muâmelâtta zarâfet olacak:
Bir misal:
Efendimiz buyuruyor:
“Ben her müʼmine kendinden daha fazla yakınım. Bir kimse ölürken mal bırakırsa, mal, terekeye âittir. Yetim kalırsa, borçlu kalırsa bana âittir…” buyuruyor. (Müslim, Cuma, 43; İbn-i Mâce, Mukaddime, 7)
Muâmelâttaki zarâfet…
Kendinin dışındakilerle beraber olabilme, onun dertleriyle dertlenme.
Ahlâktaki nezâket:
O kadar Efendimiz nâzik ve bir zarâfet ehliydi ki; bir yanlışlık görse:
“‒Niçin böyle yaptın?!” demezdi.
“‒Bana ne oluyor ki ben böyle görüyorum?!” derdi. Yahut;
“‒Falanca -bir meçhule atardı- böyle böyle yapıyor!” buyururdu.
Gönüldeki letâfet:
Gönül, bir dergâh olacak.
Enes -radıyallâhu anh- diyor ki:
“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- din kardeşlerinden birini üç gün görmezse sorardı. Hastaysa ziyarete giderdi. Seyahatteyse onun için duâ ederdi.” (Bkz. Heysemî, II, 295)
Sîmâlarındaki nûr-i melâhat:
Sîret, dâimâ sûrete, iç dünyamız akseder. Onun için;
مِنْ اَثَرِ السُّجُودِ buyruluyor. (el-Fetih, 29) Bir secde alâmeti, bir nûrâniyet, bir huzur vardır müʼminlerde. Zâten Efendimizʼi bir gören, hayretle seyrederdi bir müddet.
Ebû Cehil bile:
“‒Sen yalan söylemedin.” diyordu.
Yahudilerin hahambaşı Abdullah bin Selâm o zaman:
“‒Bu insan yalan söylemez!” dedi.
Tâifʼte bir köle, Addas:
“‒Siz kimsiniz, siz buranın insanına benzemiyorsunuz, siz başkasınız (dedi). Siz kimsiniz?” dedi.
Üçüncü, Efendimizʼde;
Lisanlardaki selâset:
Hitap etme tarzı, Kurʼânî bir hitap tarzıydı.
Cenâb-ı Hak ne buyuruyor:
قَوْلًا سَدِيدًا (en-Nisâ, 9; el-Ahzâb, 70) buyuruyor. Doğru söyle, buyuruyor. Yamulmak, eğrilmek, bükülmek yok. قَوْلًا سَدِيدًا : doğru söyle!
قَوْلًا كَرِيمًا (el-İsrâ, 23) Değerli, güzel söz söyle.
قَوْلًا مَعْرُوفًا (el-Ahzâb, 32) Yerinde ve uygun söz söyle.
قَوْلًا بَلِيغًا (en-Nisâ, 63) Tesirli söz söyle.
قَوْلًا مَيْسُورًا (el-İsrâ, 28) Gönül alıcı söz söyle, hiçbir infak etme imkânın yoksa, bitmişsen…
Efendimizʼe beşte bir ganimetler gelirdi. Onları dağıtmadan huzur bulamazdı. Çünkü bir müʼminin derdi, Efendimizʼin derdiydi. Evine çok az bir şey gönderirdi. Sonra evindekini de dağıtırdı. Bir garip gelirdi, önünde şöyle mahzun mahzun dururdu. Efendimiz bir şey veremediği için hafif bir utanırdı, öbür tarafa doğru başını çevirirdi.
Cenâb-ı Hak:
قَوْلًا مَيْسُورًا buyurdu. (el-İsrâ, 28) Hiçbir şey veremiyorsan, o zaman tatlı dille hitap et, onu tesellî et.
Yani bir müslümanın hayatında “hâyır” olmayacak. Çıkmaz sokak göstermeyecek. Tesellî edecek.
قَوْلًا لَيِّنًا (Bkz. Tâhâ, 44) Yumuşak söz söyle buyuruyor. Kaba lisan istemiyor Rabbimiz. Kaba söz, müʼmine yakışmıyor. Onun için Cenâb-ı Hak bir misal veriyor:
“…Seslerin en kötüsü merkeplerin sesidir.” (Lokmân, 19) buyuruyor.
Yani merkepler gibi konuşma, buyuruyor. Öfkeni yen, bir gönül incitme, kırma!..
Lokman Hakîm Hazretleri vardır. Bu, hekimlerin başı. Bir gün ona sordular:
“–Efendim, hastalarımıza ne gibi gıdâlar verelim? Ne ile, hastalarımızı hangi gıdâ ile besleyelim?”
Lokman Hakîm de şu güzel, özlü cevabı verdi:
“–Hastalarınıza acı bir söz yedirmeyin, ondan başka ne yedirirseniz yedirin zarar vermez...”
Demek bir acı söz, bütün zehirlerin en beter zehiri olmuş oluyor. Onun için bir müʼminin de lügatinde acı söz olmayacak.
Duygulardaki incelik, Efendimizʼde:
“İnsin ve cinnin gâfilleri dışında bütün mahlûkat beni tanır.” buyuruyordu. (Bkz. Ahmed bin Hanbel, Müsned, III, 310)
Hurma kütüğü tanıdı. Efendimiz ona çıkıyordu. Cemaat çoğaldı, minbere çıkmaya başladı. Ağladı minber (hurma kütüğü). Bütün kalabalık -hadîs-i mütevâtir- büyük bir topluluk duydu. Kimi duyanlar;
“‒Bir çocuğun ağlaması gibiydi (diyor) kütüğün inlemesi.” diyor.
Kimi diyor:
“‒Sanki bir deve yavrusunun inlemesi gibiydi.” diyor. Herkes mesleğine göre o kütüğün inlemesini tarif ediyordu.
Efendimiz indi, sıvazladı -hadîs-i mütevâtir- büyük kalabalık tarafından geliyor (bu rivâyet); onu okşadı ve (hurma kütüğü) sükûnete erdi. (Bkz. Buhârî, Cuma, 26; Tirmizî, Menâkıb, 6)
“Uhud bizi tanır.” buyuruyor. “O bizi sever, biz onu severiz.” diyor. (Bkz. Buhârî, Cihâd 71, 74, Et’ıme 28; Müslim, Hac 462, 503-504)
Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-:
“Biz, Medîneʼdeyken (Mekkeʼdeyken) diyor, Rasûlullah Efendimizʼle beraber iken bâzı taşların «es-Selâmu aleyke yâ Rasûlâllah!» dediğini duyardım.” buyuruyor. (Bkz. Tirmizî, Menâkıb, 6)
Demek ki en üstün yaratılan, en meziyetli; “insan”.
“Biz, Benî Âdemʼi mükerrem kıldık…” (el-İsrâ, 70) buyruluyor. Maalesef gaflete düşen bir insan da Oʼnu tanımıyor.
Efendimizʼin nazarlardaki derinliği:
O dâimâ tefekkür hâlindeydi. Kâinattaki her şey ilâhî azametin mührü. İlâhî vitrinler, ilâhî nakışlar. Dâimâ, Efendimiz semâya bakardı, ayak ucuna bakardı. Sükût hâli daha fazlaydı.
Demek ki bir müʼmin de dâimâ bir rûhânî vitrinlerde gezecek, rûhânî vitrinleri seyredecek, kendini şeytânî vitrinlerden muhâfaza edecek.
Velhâsıl, kul Cenâb-ı Hakʼla beraber olacak.
İkincisi;
اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ
Rasûlullah Efendimizʼle beraber olacak. Oʼnun bu nezih hâlinden, o âbide hâlinden kul hisseler alacak.
Efendimiz buyuruyor:
اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ
“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96)
Biz kıyamet gününde Oʼnunla ne kadar beraber olmak istiyoruz? Ne kadar Oʼnun hâliyle bir hâllenme durumundayız?
Cenâb-ı Hak yine diğer bir âyette:
لَقَدْ مَنَّ اللّٰهُ
(“Yemin olsun, Allah müʼminlere bol ihsanda bulundu…” [Âl-i İmrân, 164]) buyuruyor. En büyük nîmet olduğunu Rasûlullah Efendimizʼin, bildiriyor. Oʼnun sayesinde -elhamdülillah- Cenâb-ı Hakkʼın rızâsını kazanacağız. Oʼnun vesîlesiyle -inşâallah- Cenâb-ı Hak Cennetʼe girmeyi, bir kabir selâmeti ve son nefes selâmeti nasîb eyler -inşâallah-.
Üçüncüsü;
Kalp, müʼmin kardeşiyle beraber olacak:
اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ
(“Müʼminler ancak kardeştirler…” [el-Hucurât, 10]) buyruluyor.
Efendimiz sık sık sorardı:
“Bugün bir yetim başı okşayan var mı? Bugün bir hasta ziyaretinde bulunan var mı? Bugün bir aç doyuran var mı?” (Bkz. Müslim, Fedâilu’s-Sahâbe, 12)
Yine, bir vakıa oldu:
Efendimiz sabah namazını kıldırdı. Döndü cemaate. Daha gün ağarmamıştı, karanlıktı, loş karanlıktı. Efendimiz buyurdu:
“–Bugün oruç tutan var mı?” buyurdu. Nâfile oruç, farz oruç değil.
Ömer -radıyallâhu anh-:
“–Yâ Rasûlâllah! Değiliz.” dedi.
Ebû Bekir -radıyallâhu anh-:
“–Evet yâ Rasûlâllah, devam ediyorum. Niyet ettim devam ediyorum.” buyurdu. Nâfile oruç, ferdî.
İki tane içtimâî soru gelecek. Sonra Efendimiz:
“–Bugün bir hasta ziyaret eden var mı?” buyuruyor.
Ömer -radıyallâhu anh- diyor ki:
“–Yâ Rasûlâllah, daha gün açmadı (diyor), daha dışarı çıkmadık (diyor). Nasıl bir hasta ziyaret edebiliriz?” diyor.
Ebû Bekir -radıyallâhu anh-:
“–Evet yâ Rasûlâllah! Mescid-i Nebevîʼye gelirken Abdurrahman ibnüʼl-Avfʼın hasta olduğunu duydum, ziyaret ettim, şifâ diledim ona.”
Üçüncü soruyu soruyor:
“–Bugün bir aç doyuran var mı?”
Yine Ömer -radıyallâhu anh-:
“–Yâ Rasûlâllah, daha gün doğmadı.” diyor.
Ebû Bekir -radıyallâhu anh-:
“–Evet yâ Rasûlâllah! Ravzaʼya gelirken (diyor), bir aç gördüm (diyor), oğlumun elinde (diyor) arpa ekmeği vardı. Oğlumun elinden ekmeği aldım, o aç insana verdim.” buyuruyor.
Efendimiz:
“–Ebû Bekir (diyor), sen (diyor), Cennetliksin.” diyor.
Ömer -radıyallâhu anh-:
“–Eyvah, vah vah!” diyor.
(Bunun üzerine Peygamber Efendimiz:)
“–Yok (diyor), Ömer (diyor), Allah sana da rahmet eylesin (diyor). Fakat Ebû Bekir seni daimâ geçiyor.” buyuruyor.
İşte bunu Efendimiz niye böyle gün ağarmadan söylüyor, daha gün doğmadan bildiriyor? Demek ki bir müʼmin hazırlıklı olacak. İbadetle hazırlıklı olacak. Bir, kulların gönlünü almakla, bir hastaya şifâ dilemekle, bir yoksul, bir garip, bir zayıfı, onunla hemhâl olmakla… Bir güne o niyetle başlayacak. Eğer o niyetle başlarsa, Cenâb-ı Hak onun önünü açar.
O zaman kardeşlik hukuku nedir?
Rasûlullah Efendimiz buyuruyor ki; kardeşliği yaşayanlar, o kıyamet günü, o zor günde yedi (sınıf) kişiden biri olacak. Arşʼın gölgesi altında kalan.
Yani o لَا اُقْسِمُ بِيَوْمِ الْقِيٰمَةِ (“Kıyamet gününe yemin ederim.” [el-Kıyâme, 1]) O zor günde bir huzur hâlinde. Onlardan biri de “Allah için kardeş olanlar.” (Bkz. Buhârî, Ezân, 36)
Demek ki o zaman kardeşlik nedir? İyi zamanda sevincine iştirak etme, zor zamanlarda da dert ortağı olabilme, yanıbaşında bulunabilme, onun için fedakârlık gösterip onu kendisine tercih edebilme. Paylaşma, daha ötesi, kendine tercih edebilme. Bunun için, Hazret-i Ömer de mâtemlerin civârında dolaşırdı dâimâ.
Şeyh Sâdî diyor ki onun için:
“Hak dostları, kimsenin alışveriş yapmadığı dükkânlardan alışveriş yaparlar.”
Yani mâtemlerin civârında dolaşırlar. Kim yardıma muhtaç?
İslâm bizden zarif bir müʼmin istiyor. Tertemiz bir, yağmurdan daha berrak, daha şeffaf bir gönül âlemi istiyor. Gönlün bir dergâh hâline getirilmesi. O dergâhın, o gönül dergâhının, bütün mahlûkâtı o dergâhın içine alabilmek.
İşte bugün, Cenâb-ı Hak, âyetler, hep âyetlerle bir test hâlindeyiz. İşte bugün de Sûriyeliler var. Bir sürü yetim geldi, bir sürü dul kadın geldi. Ateşin altından geldi.
Velhâsıl, demek ki biz de önümüzde o Ensâr ve Muhâcir hâdisesiyle karşı karşıyayız bugün. Bugün, kardeşliğimizi test etme durumundayız.
Rabbimiz; hiçbir şey veremiyorsan “قَوْلًا مَيْسُورًا” tatlı bir söz söyle, buyuruyor. Tesellî et, buyuruyor. Gönül alıcı birkaç söz söyle, buyuruyor. (Bkz. el-İsrâ, 28)
Müʼminin vazifesi çok… Her nefes, her adımını, her hâlini ona göre tanzim ediyor İslâm.
Dördüncüsü;
Hâlıkʼın şefkat nazarıyla mahlûkâta bakış tarzı kazanacak müʼmin.
Beni yaratan Allah, bütün insanları yaratan Allah, bütün mahlûkâtı yaratan Allah, yılanı da yaratan Allah.
Rasûlullah Efendimiz buyuruyor ki; sana saldıran diyor, seni zehirleyecek yılana bile -eziyet etme ona- bir vuruşta öldür diyor. İşkence çektirme diyor. (Bkz. Müslim, Selâm, 139-141, 147; Ebû Dâvûd, Edeb 162-163/5263; Tirmizî, Sayd, 14/1482, Ahmed, I, 420)
(Susuz bir hâlde) soluyan bir köpeğe, kuyuya inip su veren bir mücrimi Cenâb-ı Hakkʼın affettiğini bildiriyor. Umursamaz bir dindar kadının da kedisini aç bırakıp kedisinin öldüğünü, kendisinin Cehennemlik olduğunu buyuruyor. (Bkz. Müslim, Selâm, 151-153)
Yani Allâhʼın rahmeti bazen ufak, bazen orta, bazen büyük (bir şeyde tecellî edebilir.) Allâhʼın kahrı da öyle.
Onun için; “şu iş ufaktır” demeyecek bir müʼmin. Belki Allâhʼın rızâsı orada. Belki menfî olan bir şey de, Allâhʼın kahrı orada.
Velhâsıl, bir müʼmin, dâimâ mahlûkâta, Hâlıkʼın (şefkat) nazarıyla mahlûkâta bakış tarzı… Kalp, bir rahmet kalbi olacak. O yürek, bir merhamet tevzî edecek bütün mahlûkâta. Yağan bir bahar yağmurları gibi olacak. Doğan bir Güneş gibi olacak; en kuytu yeri ışıklandıracak, ısıtacak, soğuk bir yer bırakmayacak.
Beşincisi;
Hayatımızı düzgün tanzim edebilmek.
Cenâb-ı Hak israf istemiyor müʼminin hayatında. İsraf; bir şımarıklıktır. İsraf; aşağılık duygusunu bastırma hareketidir.
Pintilik de olmayacak. Pintilik ise dünya malına sığınmaktır. Dünya malını veren Cenâb-ı Hak. Cenâb-ı Hak cömerttir. Cömert kulunu sever. -Sallâllâhu aleyhi ve sellem- raûf ve rahîm, çok merhametli ve çok şefkatlidir. (Bkz. et-Tevbe, 128)
İsraf olmayacak, pintilik olmayacak, o çizilen o muhtevâ, istikâmet üzerinde bir müʼminin hayatı olacak. Ve bu beş şartla, müʼmin kalp tekâmül edecek…
YORUMLAR