Müminlerin Aşka İhtiyacı Var!
İslam dininde kullanılabilecek en mühim malzeme sevgidir. Manevi dolaşımının kanı da sevgidir. Sevgi, inanan bir kimsenin en büyük motivasyonu, aracı ve hedefi olmalıdır. Hakiki mümin ve sevgili bir kul olabilmek için nefisten arınmış temiz bir bakış, sevgi gözüyle, kalp gözüyle bakmalıyız.
Âlemlerin Rabbi’nin kullarına ettiği en yüce ihsan Ümmet-i Muhammed’e dahil olup, Muhammedî olma şerefine ermektir. Bu sebeble, Allah Teâlâ bize Muhammed Mustafa’yı (s.a.v.) sevme potansiyeli vermiştir.
İslam dini Hz. Muhammed’e büyük muhabbet duyan ilk müminler sayesinde tüm dünyaya yayıldı. İslam’ın doğuşu 150 kişinin 12 sene İslamiyeti ayakta tutmasıyla mümkün oldu. Bunlar Peygamberin Ehl-i Beyti, dört halife ve diğer ashab-ı kiramdı. Onlar İslam meşalesini taşıyanlardı. Onlar bu yola kurban olmasalardı İslam yer yüzünde var olmazdı.
Bu dünyadaki en yüksek sevgi, âlemlerin yaratılış sebebi olan Efendimiz’e duyulan sevgidir. Allah Teâlâ’nın Habîb-i Ekrem’ine olan aşkı bu kâinat ve içindeki her şeyin yaratılış sebebidir. Bütün İslâm velîleri Allah aşkı ve Habîb’inin aşkında cem olmuşlardır: “Sen olmasaydın, felekleri yaratmazdım!1” hadîs-i kudsî’sinde buna işaret vardır. Hz. Mevlânâ da der ki, “Senin cemâlin olmasa, varlık aynasına ne diye nazar kılardım ki?” O sevgilinin ayağına türâb olmak yaratılış neşesine, o en âlî varlık ilhâmına ve “Sen olmasaydın…” hitâb-ı İzzet’indeki nûrun hakîkatine ermekten gayrısı değildir.
BU HALLER HAYATIMIZIN BİR PARÇASI OLMALI
Allah Teâlâ bizi yolunda toz olunacak, kul olunacak, kurban olunacak bir yola davet etti. Bütün kâinata rahmet olarak gönderilen Peygamberin ayağının tozu olup O’nu takip etmeye davet etti. Bu yolda Hz. Muhammed’i (s.a.v.) sevebilmek için O’nun yetimliğine, ümmîliğine, fakrına ve evrenselliğine vâris olmak gerektiğini fark etmeliyiz. Bu haller bizim hayatımızın bir parçası haline gelmeli. İslam sadece bir inanç sistemi değil, bir var olma durumudur. Yetim, ümmi ve fak’r haline bürünemediğimizde, ne İslam diniyle ne yüce Rabbimiz ve onun sevgili Peygamberiyle gerçek bir bağ kuramayız.
Tozun aşkı, aşkın sırrını taşıyor; Tozun aşkı, aşığı maşukta yok ettiği zaman... Tozun aşkı, kurbiyet cennetine girmene izin verdiği zaman... Tozun aşkı, seni mahviyet potasında erittiği zaman... Tozun aşkı, zikrin tatlı kokusunu yaydığı zaman... Tozun aşkı, kendine ayna olduğu zaman... Teslimiyet aşkı nur olduğu zaman... Kalbin secdesi miraç olduğu zaman... Kalp secde sırasında aşkın tozuyla karşılaşınca, Yaratılışın yegane sebebi olan Allah’ın habibine olan aşkının sırrına şahit oluyor; “Sen olmasaydın...” Ancak Allah’ın habibinin ayak bastığı yerin tozu olduğumuz zaman, hakiki namaza ve secdeye erişebiliriz. Hz. Muhammed (s.a.v.)’in hakîkî tabilerinden olmak istiyorsak, tabiri caizse, birinci sınıf âşıklar olmalıyız. Bu yüzden, O’nun mükemmel ahlâkını yaşayabileceğimiz şartları elimizden geldiğince kendi hayatımızda oluşturmalıyız.
Kur’ân-ı Kerîm’de buyrulduğu gibi, “De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana tabi olun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı affetsin2. Zira, sevdiğimiz zaman, anlatılamaz bir yakınlık boyutunda, en yüce deneyim olan miracı yaşadıktan sonra dünyaya dönen, bütün kulların gözbebeği olan O zattan en yüksek mevki olan “gerçek kulluğu” tevarüs etmiş oluruz.
Sevdiğimiz zaman, “Beni Allah’ın Kulu ve Resul’ü olarak anın, böylece insanlar tarafından ilahlaştırılan kardeşim İsa örneğinde olduğu gibi, bu konuda aşırılığa düşmemiş olursunuz. Gelmiş geçmiş bütün peygamberler içerisinde benim yerim şöyledir; Bir duvarcı bir duvar örer; bitmesi için tek bir tuğlaya ihtiyaç vardır. İşte ben bu tuğlayım. Benden sonra bir başka elçi veya peygamber gelmeyecek,” diyen O zattan en kıymetli hazine olan “alçak gönüllülüğü” intikal ettirmiş oluruz. Sevdiğimiz zaman, “Fakirliğimle övünürüm” diyen, Allah’tan fakir olarak yaşamayı, fakir olarak ölmeyi ve fakir olarak diriltilmeyi dileyen O zattan fakirlik sevgisini tevarüs ederiz. Sevdiğiniz zaman, Allah’a duyduğu sonsuz aşkı gecenin büyük bir bölümünü ibadet ederek, gözyaşları içerisinde “teheccüd” kılarak ifade eden O zatın peşinden gidersiniz.
AŞKLA MANEVİ ALEMİ KEŞFEDEBİLİRİZ
İslam dininde kullanılabilecek en mühim malzeme sevgidir. Manevi dolaşımının kanı da sevgidir. Sevgi, inanan bir kimsenin en büyük motivasyonu, aracı ve hedefi olmalıdır. Hakiki mümin ve sevgili bir kul olabilmek için nefisten arınmış temiz bir bakış, sevgi gözüyle, kalp gözüyle bakmalıyız. O gözleri açmak ise ancak Fahr-i Kâinât (s.a.v.) Efendimiz’i ve Ashab’ını çok sevdikten sonra olabilecek birşeydir; çünkü onların muhabbeti dünya arzularını yakar yok eder. Dünyayı boşatacak olan da o sevgidir. O sevgi gözleri dünyaya kapatır. Çünkü ancak aşkla mânevî âlemleri keşfedebiliriz. Yalnızca aşkla Kur’an-ı Kerim’in hakikatini algılayabiliriz. Yalnızca aşkla gerçek ibadeti yapabiliriz. Yalnızca aşkla namazdaki miraca yükselebiliriz. Müminin aşka ihtiyacı var, şifa bulmak için, terbiye vermek için, öğrenmek için, sohbet etmek için, hizmet etmek için, dua ve zikir yapmak için aşka ihtiyacı var. En mühimi ise söylediğimiz sözleri aşkla söylemektir. Hz. Mevlânâ’nın tabiriyle; “Beni yokluktan varlığa getiren O, beni her an konuşturmaktadır. Cömertliğiyle her bir sözümü bir inci tanesi kıldı. Bu sözleri ben söylemiyorum; onları aşk söylüyor...” “Konuşma, ruhun göğsündeki süttür; emecek biri olmadan çıkmaz!”
İnsanın varoluş sırrı Yaratıcısına karşı duyduğu aşkta gizlidir. Sevdiğimiz zaman parçalar olarak Bütün’ün cazibesine kapılırız. Sevdiğimiz zaman sürekli öğrenen bir kul, mütevazı bir öğrenci, gözü yaşlı bir hayran, samimi bir araştırmacı haline geliriz. Sevdiğimiz zaman Sevgiliyi takip ederiz. Sevdiğimizde, aşkla yaşar ve aşk için ölürüz.
Bu sevgi, hakikate susamışlıkla, bu sevgi teslimiyet, itaat ve takip aşkıyla neticelenir. Bu sevgi âlemlere rahmet olarak gönderilene duyulan aşkla neticelenir. Bu sevgi Ehli Beyt-i Mustafa’ya ve Onun güzide Ashabına duyulan aşkla neticelenir. Bu sevgi, kulluk etme şerefine ve şuuruna ermiş, kulluktaki cezbedici güzelliği fark etmiş, gelmiş geçmiş tüm âşıklara muhabbet duymamızla neticelenir.
Ahmed Şem’ani şöyle der; “Arşi İlâhîden yeryüzüne kadar insanın hüzün ve mutluluk evi hariç hiçbir yerde sevgi satılmaz. Âlemde bir çok günahsız ve saf melek vardır, ama ancak bu bir avuç dolusu toz bu bedenleri eriten, kalpleri yakan ayetin yükünü taşıyabilir; O onları sever, onlar da Onu severler.” “Aşk âleminde cennet ve cehennem bir toz zerresi etmez. Seçilmiş insan Adem’e sekiz cenneti verdiler. O hepsini bir tane buğdaya sattı. Emel yükünü talih devesine yükledi ve kalp acıtan dünyaya geldi.” “Cömertlik ve inayet Adem’i cennete sokmuş, orada yücelik minderine oturtulmuştu. Bütün cennet onun emri altındaydı. Her yerine baktı, ama bir ıstırap zerresi ya da aşk hakikati görmedi. Dedi ki; “Su ve yağ karışmaz.” “Yüce Rabbimiz mahlûkatına şöyle hitap eder; “Ey Rıdvân, cennet sana ait! Ey Malik, cehennem sana ait! Ey marifet sahibi, taht sana ait! Ey kalbi yanan, ey Benim sevgimin mührünü taşıyan! Sen Bana aitsin, Ben de sana!” “Haşir gününde şöyle diyeceksin; “Nefsî! Nefsî!” Muhammed (s.a.v.) ise şöyle diyecek; “Ümmeti! Ümmeti!” Cennet şöyle diyecek; “Benim hakkım! Benim hakkım!” Cenâb-ı Hakk ise şöyle buyuracak; “Benim kulum! Benim kulum!”
Gerçek şu ki; Din, sevmektir, ağlamaktır, hayranlık duyma, heyecanlanma, hayret, haşyet duymaktır, mânevî gıdalarla ilâhî bir lezzet almak ve kurbiyet hissine ermektir. Dînin özünü yaşamak, bedenin her bir hücresiyle ilâhî huzura şahit olması halinden beslenmek ve zevk almak demektir. Din, sadrın genişlemesinin keyfini sürmektir. Din, Allah Teâlâ’nın Elest Bezmindeki “Ben Sizin Rabbiniz değil miyim?” hitabının mutlak saadetini sürmektir.
Din, Allah’ın Celâl’inin Cemâl’inden haşyet duymaktır, Er-Rahmâni’r-Rahîm’in huzurunda neşe gözyaşları dökmektir, namazda göz nuruyla kastedilen mânevî tatmini yaşamaktır. Din, “Size şahdamarınızdan yakınım” buyuran Rahmânın Sarayına vuslatı kutlamaktır. Din, kalpten kalbe mânâ dolu bir hayata dair tecrübî bir rabıta kurabilmek, böylece yakın dostluğun güzel kokularını duyabilmektir. Din, süt kardeşliğini, müşahedeye dayalı bir yakîni ve içenlerin tevhîd neşesini paylaşmak demektir. En yüksek mânevî sarhoşluk, “Allah onları sever, onlar da Allah’ı3” makamına erenler tarafından tecrübe edilir. Onlar, Allah’ın kendilerini sevdiği hissinin zevkiyle sarhoşturlar. Mânevî kutlamaların özü, Efendimiz (s.a.v.)’in bu dünyayı teşrifleridir. Bu kutlamaların zirvesi de bütün dünyadaki müminlerin tevhid halinde olmasıdır.
İslam dini hayranlık dini demektir. Sevgili kul, her an daimi bir hayranlık, azamet ve şaşkınlık halindedir. Hayranlığı en ulvi seviyede olan Peygamber Efendimiz (s.a.v.) ‘di. O kalp eriten duasında niyaz etti; “Ya Rabbi, Sana olan hayranlığımı artır!” İlâhî zevk Cenâb-ı Hakk’ın sevdiklerinin yüce halidir. Rablerine teslimiyetten zevk alırlar; İrade-i İlâhîyeye hizmet etmekten zevk alırlar. Allah için ölmekten zevk alırlar ve şehitlikte manevî bir lezzet hissederler. Bu, diğer tüm ilahi lezzetlerin üstünde zevklerin en yücesidir. Kur’ân-ı Kerîm’deki bir ayette Efendimizin (s.a.v.) buyurdukları nakledilir; “Benim ibadetim, kurbanım, yaşamım ve ölümüm Allah için, Âlemlerin Rabbi içindir.” (En’am 6/162)
Tevhîd-i İlâhî’ye varma derdi “birinci sınıf” âşıklar çıkarır. Herkes tevhide muhtaçtır. Zira ruhumuz Rabbimize aittir. Rabbinden başka hiçbir şeyde huzur, tatmin, azim bulamaz. Bütün problemlerin cevabı, bütün yanan kalplerin çaresi, bütün ihtiyaç sahiplerinin kurtuluşu, hakiki âşıkların hasretinin dinmesi kişinin kalbinden dünyayı çıkarması ve kalbini Allah Teâlâ ile doldurmasıdır.
Kaynak: Rabia Brodbeck, Altınoluk Dergisi, 361. Sayı, Mart 2016