Mümşâd Dîneverî (k.s.) Kimdir?

KİM KİMDİR?

Adı, Sülemî’nin Tabakatu’s-sûfiyye’sine ve İbnu’l-Mulakkın’in Tabakatü’l-evliyâ’sına göre Mümşaz, diğer kaynaklara göre Mümşad. Irak Şeyhlerinin ulularından. Nisbesi Dîneverî. Yahya el-Cellâ’nın sohbetlerine katıldı. Cüneyd, Ruveym ve Nuri ile çağdaş ve arkadaş. 299/911’de vefat etti.

Mârifet-i ilâhiyye ve fakr konusundaki fikirleri ilginçtir. Fakr’ı âdeta mârifet-i ilâhiyye basamağı sayar, marifetin sıdk ile Allah Teâlâ’ya ihtiyacını arzetmek ve fakr hâline sıkıca sarılmak olduğunu söylerdi. Mârifetin tefekkür ve derin düşünce mahsûlü olduğunu bildiğinden üç şey üzerinde düşünüp kafa ve zihin yormayı öğütlerdi:

  1. Kâinâttaki bunca girift olaylar nasıl idâre ediliyor?
  2. Mukadderât nasıl takdîr olunmuştur?
  3. Varlıklar nasıl yaratılmıştır?

O’nun ifâdesine göre Allah Teâlâ, kulun gönlüne bir ayna vermişti. Ârif sırrında ne zaman o aynaya bakarsa, Allah Teâlâ hazretlerini görürdü.

TASAVVUF EDEBTEN İBARETTİR

Marifetin ve Hakk’a vuslatın yolu, ancak Hakk’ın ihsanıydı. Hakk’a yol uzaktı. Ama O senin elinden tutunca uzaklar yakın olur ve insan kolaylıkla vuslat bulurdu. Hakk ile beraber olmak ve bu beraberliğe sabretmek zordu, ama Allah sana ünsiyetiyle nusret ve yardımda bulununca, o seni dilediği makama kordu.

“Tasavvufun edebten ibaret olduğuna” inananlardan olduğu için mürîdin uyacağı edebleri şöyle sayardı:

  1. Şeyhine hürmete,
  2. İhvana hizmete devam,
  3. Dünyaya sarılmayı bırakmak,
  4. Şeriat esasları üzere yaşamak.

MÜRŞİDE VARIRKEN

Şeyhlerin ve mürşidlerin yanına peşin fikirlerle dünyalık düşüncelerle girilmeyeceğini söylerdi. Derdi ki: “Ben huzurlarında alacağım feyz ve bereketin yüce olması için, hangi şeyhin yanına girsem, bana âid dünyalık, ya da fikir ne varsa, bırakır; hâlî ve duru bir gönülle huzura girerdim. Çünkü şeyhin huzuruna kendinde bir varlık görerek, ya da şeyhi imtihan kastıyla girenler, bu feyz ve bereketten mahrum kalırdı. Ayrıca alimin huzurunda diline, halkın içinde fiiline, velilerin yanında gönlüne ve kalbine hâkim ve sahip olan akıllı sayılırdı.

GAFLET

Her türlü fiil ve amelimizden haberdar olan Yüce Mevla’ya karşı ilgisiz, bilgisiz ve habersiz bir tavır içinde olmanın hiç de affedilir bir suç olmadığını şöyle anlatırdı: “Senin yaptığın iyi işlerden habersiz olmayan Zat’a tâatten gafletin ne kötü. Seni hatırlamaktan uzak olmayan yüce kudretten gafil bulunmak ne çirkin!”

İnsandaki maddi hastalıklar gibi, manevî hastalıklarla, ruhi hasletlerin de geçici olduğunu, hallerin insandan insana sirayet ettiğini en veciz ifadelerle şöyle anlatırdı: “Sâlihlerle sohbet ve arkadaşlık, kişide salâh hâli meydana getirir. Fesad ehli kimselerle görüşüp konuşmak insanda fesad tohumları eker.”

Sûfîler içinde, dikkat ve ilginin bir noktada toplanmasının (cem-i himmet), kişiyi başarıya götüreceğine inananlardandı. Çünkü himmet ve dikkat herşeyin başıydı. Dikkat ve ilgisi sağlam olanın, amelleri ve halleri de sağlam olurdu. İnsanların en iyi hallisi, nefsinde yaratıklara âid birşey görmeyen, yalnızlık hâlinde sırrını koruyan, her işinde Allah’a güvenip O’na dayanandı. Himmeti, dikkat ve ilgisi Allah olanı, dünyevî güçler emri altına alamazdı, havâtır ona hükmedemezdi.

Arifliğin şartının, Allah’a tam bağlılık olduğu inanandaydı. Bu yüzden derdi ki: Bir kimse evvelkilerin ve sonrakilerin bilgi ve hikmetlerini toplasa, velî ve sâdık kimselerin hâline sahip olduğunu öne sürse gönlünü Allah’a tam bağlamadıkça “ârifler kervanı”na katılamaz. Gönlün başka şeylere meyli tevekküle tersti. Tevekkülsüzlük de arifin yolunu keserdi. Nitekim tevekkülü: “Nefsinin ve kalbinin meylettiği herşeyden kesilmek” olarak tanımlardı.

Ruhların bulundukları makamlara göre müşahedeye ve keşfe mazhar olacağını şöyle anlatırdı: “Peygamberlerin ruhları, keşf ve müşahede hâlinde; sıddîkların ruhları Allah’a yakınlık ve bazı ilâhî sırlara muttali olma durumundadır.”

DERVİŞLİK CİDDİ İŞTİR

Tasavvuf ve dervişliği, şaka ve eğlence değil, ciddiyet ve doğruluk olarak görürdü. Derdi ki: “Dervişlerin hâlinin ciddiyet olduğunu öğrendiğim günden beri hiçbir dervişle şaka yapmadım.” Onu bu kanaat ve tutuma sevkeden şu olaydı:

Birgün yanına gelen bir derviş kendisinden bulamaç istedi. O da:

– Hem dervişlik, hem bulamaç. İkisi bir arada nasıl barınıyor? dedi. Bunu duyan derviş isteğini tekrarlamadan onun yanından ayrıldı. Mümşad da bu sözüyle ona şaka yapmak istemişti. Bir gece rüyasında kendisine “o dervişe bulamaç göndermesi” söylendi. Araştırdı fakat bulamadı. En sonunda o dervişin: “Hem dervişlik, hem bulamaç” diye diye oradan ayrılıp sahrâlara düştüğünü ve orada öldüğünü öğrendi. Bu hâdiseden sonra dervişlere şaka yollu da olsa, takılmaktan kesinlikle vaz geçti.

HALVET

Hakk’a varmanın yolunun halktan kaçarak bir süre halvet halinde yaşamakta olduğuna inananlardandı. Bu yüzden adamın biri, kendisinden dua taleb edince: “Git Allah’ın mahallesine yerleş, o zaman benim duama ihtiyacın kalmaz” dedi. Adam:

– Allah’ın mahallesi neresi ki? diye sordu. O da:

– “Senin senlikten soyulduğun, Hakk ile kaim olduğunu anladığın yerdir” dedi.

Bu olay üzerine adamcağız, halkın arasından ayrılıp halveti ihtiyar etti ve aradığına erdi.

GERÇEK KULLUĞA ERMEYENLER

Gerçek kulluğa, tevhid ve marifet sırrına ermeyenlerin gönüllerinin çeşit çeşit putlarla dopdolu olduğunu söylerdi. İnsanların kimi nefsini, kimi evladını, kimi dünyalık malını, kimi hanımını, kimi itibar ve saygınlığını, kimi de namaz ve ibadetini kendine put yapmıştı. Bu putlardan kurtulmanın yolu kendini beğenme, ibadet ve fiillerine güvenme sıfatını terketmekti, kendini âciz ve günahkâr görmekti.

Gönül huzûrunun, dünya ehlinin dört elle sarıldığı fuzûlî işlerden sıyrılmakta olduğunu vurgulardı. O’na göre tasavvuf şu üç şeydeydi: “Sırların safâsına ve Yüce Allah’ın rızâsına uygun hareket etmek, halk ile münâsebette kendi tercîhini terketmek.”

Bir başka ifadeye göre tasavvuf, fakirliği gizleyip istiğna halinde olmaktı. Halkın bilmediği manevî halleri gizlemek, işe yaramayan boş şeylerden el-etek çekmekti.

Allah’ın kula, ya rızık ve takat, ya da ölümü göndereceğini söylerdi. Eceli gelmeyenin rızık konusunda tasa çekmemesini, takati ölçüsünde ibâdete devam etmesini öğütlerdi.

Gönlünü Hakk’a verip gönülsüz kalan bahtiyar gönül erlerindendi. “Ben gönlümü kaybedeli otuz sene oldu. Onu tekrar elde edeyim istedim ama, bulamadım. Sıddîkların da gönülsüz olduklarını görünce ferahladım.” derdi.

Hikmeti, sükût ve tefekkürde arardı. Hikmet ehli kişilerin hikmete, susmak ve tefekkür sâyesinde erdiklerini anlatırdı.

- rahmetullahi aleyh-

Kaynaklar: Sülemî, s. 316-318; Ebû Nuaym, X, 353-354; Kuşeyrî, I, 155; İbnul-Cevzî, IV,78; Attâr; s. 610-613; İbnü’l-Mulakkın, s. 288-289; Câmî, s. 92-94; Şördnî, I, 87-88; Münâvî, I, 491-492; Nebhânî, II, 493.

Kaynak:  Prof. Dr. H. Kâmil YILMAZ, Gönül Erleri, Erkam Yayınları