“Mûsa da Firavun da Senin İçinde…”
Mevlana Hazretleri Hakk'ı öğrenmek isteyenlere ne tavsiyede bulunuyor? Müslümanın iç dünyasında verdiği mücadele nasıl olmalıdır? Kurtuluşun reçetesi nedir? Osman Nuri Topbaş Hocaefendi anlatıyor...
“MÛSÂ DA FİRAVUN DA SENİN İÇİNDE GİZLENMİŞTİR”
Kurʼân-ı Kerîm, ders kitabımız.
(“…Takvâ sahipleri için bir hidâyet rehberidir.” [el-Bakara, 2])
Takvâ sahipleri için bir ders kitabımız. Nasıl en basit bir, dünyevî bir tedriste bile bir ders kitabı oluyor; bizim tâ sonsuza bir yolculuğumuz var, bizim ders kitabımız.
Efendimiz: “Yalnız iki kişiye imrenilir (buyuruyor, gıpta edilir buyuruyor). Bunlardan biri, Allâhʼın kendisine Kurʼân verdiği kişidir. O kişi, Kurʼânʼla gece-gündüz meşgul olup onunla amel işler. Diğeri de Allâhʼın mal verdiği kimsedir ki o da gece-gündüz bu malı Allah yolunda infâk eder.” (Bkz. Müslim, Müsâfirîn, 266, 267)
Dâimâ der:
“Allah bu malı bana niye verdi?” der.
Zira el-Fecr Sûresiʼnde “Biz mal veririz” imtihan olarak veririz buyuruyor. Kul da sevinir diyor. Nefs sevindirir onu. “Allah beni önemsedi de bana mal verdi der.” diyor. “Fakat Biz onu imtihan olarak veririz.” buyuruyor. “Öbürüne, azaltırız.” buyuruyor, ondan sonra altta; “O da üzülür.” Diyor. “Allah bana mal vermedi, ona verdi bana vermedi, beni önemsemedi der.” diyor.
Belki onun için de vermemesi, bir nîmettir. Çünkü sıhhatin mesʼûliyeti ağırdır. İmkânın mesʼûliyeti ağırdır.
İşte ashâb-ı kirâm, bu mesʼûliyeti bertaraf için, şükrâne olarak tâ Çinʼe kadar gitti, Semerkandʼa gitti, Kayravanʼa gitti, Dağıstanʼa gitti.
Ömer bin Abdülaziz zamanında, tâ İspanya, Pirene Dağlarıʼna kadar gidildi. Sırf insanları hidâyete getirmek… Toprak almak değil, toprağı kanla sulamak değil. Allâhʼın verdiği, kendine verdiği o İslâm nîmetini, şükrâne olarak bütün insanlığa tebliğ edebilmek…
Kurʼân-ı Kerîm… Efendimizʼi ne kadar seviyoruz? Bir ölçü: Efendimizʼin hayatına baktığımız zaman Oʼnun her vesîleyle Kurʼân okuduğunu görmekteyiz. Meselâ, insanlara İslâmʼı anlatırken, ashâbına sohbet ederken Kurʼân okurdu. Bir meseleyi îzah ederken, o mevzuyla alâkalı âyetleri okurdu. Gece ibadeti, bilhassa teheccüd, uzun uzun Kurʼânʼla teheccüd namazında uzun uzun okurdu. Sefer esnâsında yine Kurʼân-ı Kerîm okurdu. Hattâ hicrette takip eden Sürâka:
“‒Ben (diyor), takip ediyordum (diyor). Rasûlullahʼla Ebû Bekir önde gidiyorlar, ben takip ediyordum. Rasûlullâhʼın Kurʼân okuduğunu ben duyuyordum.”
O zaman kâfirdi, sonradan müslüman oldu.
“‒Ben (diyor), Rasûlullâhʼın Kurʼân okuduğunu, tilâvetini işitecek kadar yanlarına yaklaştım.” diyor.
BENİM BİLDİĞİMİ BİLSEYDİNİZ AZ GÜLER ÇOK AĞLARDINIZ
Efendimiz buyuruyor:
“…Benim bildiğimi bilseydiniz az güler çok ağlardınız; (yemezdiniz, içmezdiniz) sahralara düşerdiniz…” buyuruyor. (Bkz. İbn-i Mâce, Züdh, 19)
Mevlânâ Hazretleri de bütün evliyâullâhʼın sözcüsüdür. O, Selçuklu Üniversitesiʼnin bütün derslerinin hocası iken, dersiâmken, o hâline “hamdım” diyor. Mârifetullahʼtan nasîb almaya başlayınca “piştim” diyor. Sonra da “yandım” diyor.
Demek ki orada Cenâb-ı Hakkʼın azamet-i ilâhiyyesinden birtakım tecellîler geliyor. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-ʼi yakından bir tanıma başlıyor. Yakından tanımaya başladığı zaman:
“Ben (diyor), Muhammed Mustafâʼnın ayağının tozunun toprağıyım (diyor). Kurʼânʼın bendesiyim (diyor). Kölesiyim Kurʼânʼın (diyor). Allah Rasûlüʼnün de ayağının tozuyum.” diyor.
Demek ki Allah Rasûlüʼnü tanımaya başlıyor. Onun üzerine 26.600 beyitlik bir Mesnevî meydana geliyor.
Demek ki ne kadar Rasûlullah Efendimizʼi kalpte tanıyabiliriz? Bunun için takvâ zarûrî.
Burası bir sahil memleketi. Şöyle sahilden bir denize baktığımız zaman bir ufuk görürüz. O ufukla biter, gözümüzün hacmi de biter, görme hacmi de, ufuk zaten kapanır bulutla. Fakat güçlü bir dalgıç, inebildiği kadar her merhalede ayrı ayrı manzaralar seyreder. Kalp de öyle. Aldığı merhaleler kadar Cenâb-ı Hakkʼa yakınlık artar. İşte âyet-i kerîmeʼnin başında buyrulur; Cenâb-ı Hakʼla dost olur.
Cenâb-ı Hak:
(“Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten menedersiniz…” [Âl-i İmrân, 110]) buyuruyor.
Cenâb-ı Hakkʼın nîmetleri:
Rasûlullah Efendimiz, Kurʼân-ı Kerîm, şu Kâinat.
Cenâb-ı Hakkʼın ikramları. Bunun mukâbilinde ne istiyor Cenâb-ı Hak:
“Sizler insanlar arasından çıkarılmış hayırlı bir ümmetsiniz. Mârufu emredersiniz, münkerden nehyedersiniz…” (Âl-i İmrân, 110)
Demek ki kendimizi ihyâ edeceğiz. İç âlem seviye kazanacak. İç âlem rûhâniyetle dolacak. O rûhâniyetle dolan o kalp, inʼikâs edecek, trans olacak.
Nasıl bir, şurada bir kolonya şişesi patlatılsa, nasıl o koku her tarafa yayılır; kalpten öyle bir rûhâniyet zuhûr edecek. O da bir huzur hâli verecek. Onun tebliğ ve emr biʼl-mârûfʼu en güzel bir tesir meydana getirecek.
İşte ashâb-ı kirâmın, Rasûlullah Efendimizʼin aynı hadisi biz de okuyoruz, ama ne kadar tesir ediyor?
“Sanki (diyor) sahâbe-i kiram, başımızda bir kuş vardı (diyor), Allah Rasûlü bize mârûfu emrederken, sanki kıpırdasak o kuş uçacak zannederdik.” buyuruyor. (Bkz. Ebû Dâvud, Sünnet, 23-24/4753; İbn-i Mâce, Cenâiz, 37)
Demek ki ne kadar gönlümüz rûhâniyetle dolarsa; evlâdımıza, çoluk-çocuğumuza, toplumumuza o kadar tesirimiz de artmış olur.
Ondan sonra, diğer bir âyet, Bakara Sûresiʼnde:
“İşte böylece sizin insanlığa şâhit olmanız…”
İnsanlığa şâhit olmanız.
“…Rasûlʼün de size şâhit olması…”
Allah Rasûlüʼnden vize alacağız.
“…Sizi mûtedil bir millet (hayırhah bir millet, hayra teşne bir millet) olarak yarattık…” buyuruyor Cenâb-ı Hak. (Bkz. el-Bakara, 143)
Velhâsıl, bir müslüman; karakteriyle, şahsiyetiyle dâimâ İslâmʼı temsil edecek.
Efendimiz akrabalarına dîni tebliğ etmeden evvel:
“Şu dağın arkasında düşman var desem kabul eder misiniz?” dedi.
Akrabaları dedi ki:
“‒İçimizde en doğru insan sensin.” dediler. “Sen hiç yanlış bir şey söylemedin. Her dediğin doğrudur. Şimdi söyleyeceklerin de doğrudur.” dediler.
Onun üzerine -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz dîni tebliğ etmeye başladı. (Bkz. Buhârî, Tefsîr, 26)
Velhâsıl, bir hayırlı ümmet olabilmek, o hayırlı ümmetle emr biʼl-mârûf ve nehy aniʼl-münkerʼde bulunabilmek…
Kaynak: osmannuritopbas.com
YORUMLAR