Musa Efendi Tek Başına Vakıf Gibiydi
Altınoluk Dergisi Yazı İşleri Müdürü Ahmet Taşgetiren, Abdullah Sert Bey ile Musa Efendi Hazretlerinin "İnfak Hassasiyeti" üzerine konuştu.
Ahmet Taşgetiren: Bir Allah dostu olarak Musa Efendinin pek çok vasfı üzerinde konuşulabilir. Ben hep demişimdir; Allah dostları kristale benzerler. Farklı yerlerden bakıldığında, farklı renkleri ve farklı güzellikleriyle görünür. Musa Efendi de bu güzellikte bir insandır. Onun üzerine de farklı değerlendirmeler yapılabilir. Bu yıl, Musa Efendi Hazretlerinin vefatlarının seneyi devriyesinde Abdullah Sert Bey’le, onun Kur’an ve sünnetten, Rasulullah Efendimizin hayatından süzülen, onun kişiliğine yansıyan infak ahlakını konuşmak istiyoruz. Bir Allah dostunun hayatında infak hangi güzelliklerle varolabiliyor. İnfak ahlakı dediğimizde de belki öncelikle, mala, mülke, zenginliğe ya da imkanlara bakışı değerlendirmek gerekiyor. Kur’an bu noktada bize hangi ölçüleri veriyor, Rasulullah Efendimiz hangi ölçüleri veriyor. Sahip olduğumuz imkânlara nasıl bakmalıyız? Onun kendimizle ilgili boyutu nedir? Onu verenin bizimle hukuku ne olmalıdır? Bütün bunlara bakmamızı gerektiriyor. Musa Efendi Hazretlerinin infak ahlakına gelmeden belki bu boyutu değerlendirmek lazım.
Abdullah Bey Musa Efendinin yakınında bulunmuş, daha da özelde Musa Efendi’nin o infak ahlakına tanıklık etmiş, onların bir kısmının hayata intikalinde sorumluluk ve görev almış bir insan. Onun için bu konuyu en iyi konuşacağımız insanlardan birisi olduğunu düşünüyorum.
Efendim sizinle Musa Efendi Hazretlerini konuşmak güzel olur. Sizin de memnun olacağınız bir konu Musa Efendiyi konuşmak. İsterseniz oradan başlayalım; Musa Efendiyi konuşmak sizin için nedir?
Abdullah Sert: Efendim teşekkür ederiz. ‘Musa Efendiyi konuşmak nedir?’ diye güzel bir sorunuz oldu. Musa Efendiyi konuşmak bir bakıma bir heyecandır. Gerçekten bir heyecandır. Artı çerçeve çizmek bakımından bir sorumluluktur da. Artı bir vefadır. Yıllar geçiyor, böyle iç dünyamızda hep dönen, yaşayan bir Musa Efendi var. 1999’dan 2015’e aradan 16 yıl geçmiş. Ama, gerçekten bu dünyada güzel izler (hizmetler) bırakan insanların izleri, böyle mermere kazınmış izler gibi silinmiyor. Güzel insanlar önce gönüllerde izler bırakıyorlar. Toplumda çok güzel izler bırakıyorlar. Sadece Abdullah Bey’in, Ahmet Bey’in, Mehmet Bey’in gördüğü bir iz değil, belki binlerce insanın görebildiği izler var. Hatta kendi zamanında görmese bile daha sonra gördüğü izler var. Musa Efendiyi görmemiş ama onun izlerini görmüş, onun eserlerini görmüş, ondan çok güzel şeyler duymuş. Hani böyle bir kaynaktan çıkıp da dağlardan, derelerden, tepelerden akan su gibi, bu Allah dostlarının güzellikleri, tarih içinde akıp gidiyor.
Bendeniz zaman zaman şunu ifade etmeye çalışırım. Nasıl biz bugün bin sene evvel yaşamış Beyazıd-ı Bistamileri, Ebul Hasan Harakanileri, Abdulkadir Geylanileri konuşuyorsak, inanıyorum ki, Sami Efendiler, Musa Efendiler önümüzdeki bin yıllarda da, eğer kıyamet kopmaz ise, konuşulacak insanlar olacaktır. Çünkü gerçekten şu dünyada bıraktıkları izler, her dönemde insanların aradığı, duyduğu zaman gıpta edeceği güzellikler.
İNSAN MALA NASIL BAKMALI?
A. Taşgetiren: Dediniz ya Ebul Hasan Harakani’yi bakıyorsunuz beşyüz yıl sonra anıyoruz. Hangi ortamda anıyoruz; onun söylediği bir söz kalbi bir ihtiyacımıza tekabül ediyor. Diyor ki; Horasan’dan, Kudüs’e Şam’a kadar bir yerde üşüyen bir insan varsa, onun derdi benim yüreğimde hissedilmeli. Şimdi bunu bütün zamanlarda hatırlayabilirsiniz.
A. Sert: Çok büyük bir tevafuk oldu. Şimdi gündemde Musa Efendi’nin infakını konuşuyoruz, gündemde o var. Gayrı iradi olarak şu anda Ebul Hasan Harakani geldi hatırımıza. Demek ki böyle o manevi hayatta da birbirini tedai ettiren güzellikler var. İnfakı konuşalım diyorsunuz, böyle çokta düşünmeden bu kadar çok Allah dostunun arasından Musa Efendiyle buluşan, ister tevafuk deyin ister tesadüf deyin nasıl ifade ederseniz edin, birbiriyle buluşan o Allah dostları hemen hatırınıza geliyor.
Onun için sorunuzun başındaki, insan mala nasıl bakmalı, evladına nasıl bakmalı? Yani sahip olduğu nimetlere nasıl bakmalıdan başlıyor iş. Bence hakikaten Musa Efendi’nin o bakışı çok önemli. Belki ondan önce insan kendisinin ne olduğuna bakmalı diye düşünüyorum. Ben neyim? Hangi güçle var oldum? Hani yan yana olduğumuz zamanlarda sizin çok güzel bir sözünüz var; “Bu eli kim verdi bize? Bu gözü kim verdi, bu dili kim verdi bize?” O zaman elinizi kimin verdiğini iyi okursanız, elinize yüklediğiniz misyon değişiyor.
Mala gelince, mal insanın dışında ama ‘kim verdi?’ dediğinizde bakışınız ve misyonu değişiyor. Kur’an-ı Kerim’in ifadesine baktığımızda Yüce Rabbimiz; “El mâlu vel benûne zînetül hayâtiddünyâ” - Mal ve oğullar, dünya hayatinin süsüdür diyor. Mal dünya hayatının aslı değil yani. Dünya hayatına izafe olarak, süs olarak verilmiş. Ama o süs bizi güzelleştiriyor. Süs güzelleştiriyorsa, onu güzel kullanırsanız, doğru okursanız, doğru anlarsanız. Yani Kur’an-ı Kerim’de süs diye ifade edilen şeyler aslında, insana ayrı bir güzellik veren şeyler. Ama onu kendinize yakıştırabilirseniz. İnfak da böyle, mal-mülk de böyle.
A. Taşgetiren: Bir de malı anlamak ve infak arasındaki alâka nerede önem kazanıyor? Yani niye biz malın ne olduğunu anlamalıyız ki, o infakta bir anlam taşısın. Mesela elimizi biz kazanmadık. Belki insan elini kendisi kazanmadığını biliyor da, malı kendim kazandım diyerek birden Kârun oluveriyor.
A. Sert: Ben de tam bunu söyleyecektim. Kur’an-ı Kerim’de ne diyor; “Kâle innemâ ûtîtuhu alâ ilmin indî…” Yani, benim ilmim vardı, bilgim vardı, gücüm vardı ben bu serveti kazandım. Musa Efendi -rahmetullahi aleyh- Erkam’ı ilk kurduğumuz zaman, işin ticari bir yönü de olduğu için bendenize şunu demişti; Eğer bu işe başlıyorsanız, önce Allah’a tefvizi umur edeceksiniz. Yani ‘ben ticarete atılıyorum, benim param var, benim bilgim var, ben bu işi yüzde yüz başarırım, şunu kazanırım’ böyle bir şey yok. Allah sana verirse elbette kazanırsın. İnsan gayret edecek ama, nihai noktada, Rezzak olan Cenab-ı Hak kendisine neyi takdir ederse o olacak… Öyle olunca da, sizdeki her şey, mal diye varolan her şey, aslında yaratılışta Cenab-ı Allah’ın yarattığı bir şey. Biz yaratmıyoruz ki; Cenab-ı Hak yaratmış… Arzı yaratmış, madenler yaratmış. Biz sadece onları topluyoruz. Yoksa bizatihi bir şey yaratmıyoruz. İlk baştan bizatihi mal dediğimiz şey Hakk’ın yarattığı bir şey. Öyle olunca, Allah’ın yarattığı bir şeyi topluyorsunuz, toplarken de kendinize, bunu ben yarattım gibi hâşâ bir güç atfediyorsunuz.
REZZAK İLE İLİŞKİ
A. Taşgetiren: Rezzak’la ilişki önem kazanıyor. Rezzak’la ilişki demek; bizim var olan şeylerin bize rızık olarak verilmiş olması demek. Malı Allah’ın verdiği bir rızık olarak mı, yoksa kendi bileğimizin gücüyle, aklımızın gücüyle kazandığımız bir şey olarak mı göreceğiz. Belki bunu doğru anlamak gerekiyor.
A. Sert: Evet dediğiniz gibi, Kur’an-ı Kerim’de: “ve mimmâ razaknâhum yunfikûn ” buyuruyor. Yani Cenab-ı Hak, “Razaknâ-biz verdik” diyor. Biz veriyoruz, Bizim verdiğimizden siz harcıyorsunuz demektir bu. Hâşâ kendi yarattığımızdan değil.
A. Taşgetiren: En zengin insan da birşeyi veriyorsa, Allah’ın kendisine rızık olarak verdiğinden vermiş oluyor. İsterseniz Musa Efendi Hazretlerinin infak ahlakına geçmeden önce, Kur’an’da infak ahlakına ilişkin hatırlatmalarla ilgili uyarıları üzerine konuşalım…
A. Sert: Efendim, baktığımız zaman, Kur’an insanın iki yönünü önümüze koyuyor. Bir, doğrudan doğruya Cenab-ı Hakk’a; “İyyâke na’budu ve iyyâke nestaîn…” diye yöneldiğimiz yön. Ki, orada da hep bir toplum şuuru var. Yani “ben” demiyoruz, “biz” diyoruz. ‘Ya Rabbi biz ümmet-i Muhammed olarak ancak Sana kulluk ederiz. Hepimiz birden yardımı Sen’den dileriz.’ Fatiha’da hep böyle başlıyoruz. Hep “biz” diliyle konuşuyoruz. Yani ben bu dünyada yalnız bir insan değilim. Cenab-ı Hakk’ın benimle beraber yarattığı diğer varlıklarla beraberim. Sadece insan da değil bu. Hani siz hep Muhyiddin-i Arabi Hazretlerinden nakledersiniz: “Toprağa iyi davran, suya iyi davran.” diye. İnsan kendini bir dağ başına atılmış tek bir varlık olarak görmemesi gerekiyor Kur’an ifadesiyle. Kendi hem cinsimiz olan milyonlarca insan var, hayvanat var, nebatat var, cemadat var. Ve biz de bunların içinde yaratılan bir varlığız. Dolayısıyla bizim dışımızdaki bütün yaratılanlarla ilgili bir hukukumuz var. Kendimizin nasıl büyük bir varlık içerisinde olduğumuzu, nasıl küçük bir nokta olduğumuzu önce anlamak durumundayız biz. Dolayısıyla da Kur’an ‘sen bir insansın ama, Cenab-ı Hakk’ın yarattığı bir varlıksın. Allah sana hayat verdi. El verdi, göz verdi, dil verdi. Bir de rızık veriyor. Ama sen bunları muhakkak ki toplum içinde kullanacaksın.’
Hani sözüme dönersem, bir Rabbimize gönlümüzü açtığımız “Sen” ve “biz” diye hitap ettiğimiz bir konumumuz var. Bir de topluma bakan bir yönümüz var. Dolayısıyla Kur’an bizi Yüce Rabbimize ellerimizi açarken, daha sonra da hemen yaşadığımız topluma, içinde bulunduğumuz topluma, eğer toplum yoksa, diyelim ki hayvanların içerisindeyiz, o hayvanlara bakmamızı emrediyor. Dolayısıyla insanın böyle iki yönü var. Bir doğrudan kalbini Cenab-ı Hakk’a açtığı yönü var. Bir de Cenab-ı Hakk’ın bütün mahlukatına açtığı yönü var.
Hatta din de öyle tarif ediliyor. ‘Eddin, tazim li emrillah ve’ş-şefekatü ala halkillah’ Yani din; önce Cenab-ı Hakk’a tam bir teslimiyet ve ta’zimdir. Sonra da Cenab-ı Hakkın bütün mahlûkatına şefkat ve merhametten ibarettir. O zaman işte, o şefkat ve merhametin pratikteki, uygulamadaki yönü nedir; insanın sahip olduklarını bir başkasına ulaştırmasıdır. Ki Kur’an-ı Kerim’in ilk ayetlerinden başladığınızda, son ayetlere kadar aralara o serpiştirilmiştir. “Ve mimmâ razaknâhum yunfikûn, Kendilerine ne verdiysek ondan bol bol harcarlar.” “Ve fî emvâlihim hakkun lis sâili vel mahrûm” Belki çok daha net olan ifade bu. ‘Onların mallarında mahrumun ve sailin hakkı vardır’ diyor. Yani biz aslında infak ediyoruz derken, ekstradan bir şey yapmıyoruz. Birisinin hakkını veriyoruz. Allah hak koymuş oraya.
Hatta hatırlar mısınız! Ahmet Davutoğlu Hocamız Zekat konusunda şöyle derdi: ‘Evladım! Ha gidip bir fakirin malını çalmışsınız, ha ona ait olan hakkı, yani zekatı vermemişsiniz. İkisi de hırsızlıktır.’ İslam, farz olan zekâtı ve zekâtın dışındaki harcamaları başkasının sizdeki emaneti olarak görüyor. Başkasını size zimmetliyor bir yerde. İnsan kendine bakınca, elindeki imkânlara bakınca, onların hepsinin Rabbiyle olan ilişkisini sıhhatli kurunca da, vermek, infak etmek, hayatın çok tabii akışları içerisinde, hani yiyip-içmek gibi, kolayca gerçekleşiyor. Bunun yanında başka birisi ise belki verirken canı çıkar gibi oluyor. İşte bu doğru okuyamadığı için. Ne kendisini doğru okuyor, ne elindeki imkanları doğru okuyor.
Musa Efendi gibi bir insan vermeyi zevk haline getiriyor. Hatta burada ondan bir söz nakledeyim. Vermeyi tarif ederken, tebessüm ederek; ‘İnsan Allah için bir şey verirse, Allah sadrına büyük bir genişlik verir’ derdi. Yani verirken zevk almak. Yani daralmamak. Nasıl az verebilirim derdinde değil. O jestini de hiç unutmam. Elini şöyle göğsünün üstünde gezdirir, ‘İnsan Allah için verdi mi, Rabbim şu gönlüne büyük bir genişlik verir.’ derdi. İşte mesele buraya doğru gelebilmek aslında…
İNFAKTA MÜKEMMELİ YAKALAMIŞ İNSAN
A. Taşgetiren: İsterseniz başlamışken, Musa Efendinin infak ahlakından devam edelim. Kur’an’ın infak edebinin nasıl Musa Efendinin hayatında örneklendiğini, güzel misallere dönüştüğünü de anlatmış oluruz. Hakikaten bendeniz de tanıma şerefine nail oldum. Yani Musa Efendinin böyle fârik on vasfından bahsedilse, bunun herhalde en başlarına, infak hassasiyeti, edebi, zevk, şevki konurdu. Bunun için Musa Efendinin infak ahlakından bahsetmeyi çok önemli buluyorum.
A. Sert: Olayı şöyle ifade etmek lazım. Önce neyi verecek insan. Neleri vermeli? Niçin vermeli? Bir de nasıl vermeli? Musa Efendi bu üç noktada, görebildiğimiz kadarıyla gerçekten mükemmeli yakalamış bir insan.
Bir kere niçin vermeli de, şöyle ifade ederdi. Bazen birçok şeyi verirsiniz de, bir yerlerden veremezsiniz. Musa Efendi eline Allah ne vermişse, bahçesine varıncaya kadar verebilen bir insan. Bazen şöyle derdi; Allah bize bu kadar büyük bahçe vermiş. Biz bu bahçeden mü’minleri faydalandırmalıyız. Köşkün bahçesinden nasıl faydalandıracağız? Her sene burada biz, evlenecek gençlere bir düğün yapalım. Yani şunu diyebilir Musa Efendi; Abdullah Bey! Kaç genç evlenecek, on genç. Bir genç kaç paraya evlenir, şu fiyata. Al bu parayı git bir düğün salonu tut orada, veya vakfın bir salonunu tut bu gençleri evlendir. Bu da bir vermektir. Ama öyle değil. Musa Efendi diyor ki; ‘bu paramı verebilirim. Ama Allah bu paranın yanında bana bir de bahçe verdi. Rabbimin huzurunda bu bahçeyle de ilgili benim bir sorumluluğum var.’ Bildiğiniz gibi Musa Efendi, yıllarca o bahçeyi düğünlerde, sohbetlerde kullandı. Tabiri caizse Musa Efendi o bahçede bir bekçi gibi duruyordu sanki. Ben burada emanetçiyim diyor. Gerçekten de o emaneti bir gün bırakıp gidiyorsunuz. Onun için Musa Efendi Allah kendisine ne vermişse, onu veren insan. Yani şurayı vereyim de, burası bende olsun değil. Bahçesini de veriyor, misafir geldiğinde evin en güzel yerine, salonuna oturtuyor. Arabası varsa, bu arabayı kullanın diyor. Seccadesi varsa, güzelse bile onu verebiliyor. Hiçbir şeyi kendine izafe etmiyor.
Musa Efendinin fârik bir vasfı da, emaneti taşıdığı o altın silsile ile ileri derecede bütünleşmesiydi. Onlardan bir şey okuyup ta, Musa Efendinin hayatına intikal etmesin pek mümkün değildi. Hani Şahı Nakşıbend Hazretleri bir gömlek giydiği zaman ‘bu gömlek bizde emanet duruyor’ derdi. Gömleği bile emanet gibi görür bir gün başkasına verebilirdi. Peygamberimizin hırkasını verdiği gibi. İşte oradan başlıyor bütün güzellik. Belki de biraz önce o bakış dediğimiz şey, oradan başlıyor. Yani Rasulullah Efendimize yaklaşma arzusundan. O’nu yakinen tanımaktan. Çünkü tasavvuf zaten, Rasulullah Efendimizin hayatını kendi hayatımıza taşıyabilme cehdidir. Taşıyabilmektir demiyorum, cehdidir diyorum. Bir gayrettir.
A. Taşgetiren: Burada belki, neleri vermek derken ihtiyacı görmek te önemli değil mi? Mesela Medine’de gece üşüyorlar diye sokakta yatan gurabaya battaniye dağıtılması gibi…
A. Sert: Madem yeri geldi, onu anlatalım. Hakikaten Medine gibi sıcak bir yerde, gece battaniye dağıtmak hiç birimizin, hiç kimsenin hatırına gelmez. Ama gerçekten, Medine’de gece battaniyeye ihtiyaç vardır. Çünkü Medine’de sokakta yatan çok insanlar vardır. Onun için merhum üstadımız bir gün “Bakın geceleyin biraz soğuk oluyor. Dışarıda yatan insanlar var. Bir bakın” dedi. Bir gecede iki yüz tane battaniye dağıtıldı. Bizler tabii o zaman, ‘biz bunu neden görmedik’ dedik. Ama görmek lâzım.
Hani bir Kudsi hadiste; ‘Bir kulumu sevdiğim zaman, Ben onun gören gözü olurum’ buyuruluyor ya. Ben hadiseyi oraya bağlıyorum. Yani Allah gösteriyor. Cenab-ı Hakk’ın o Basir (En iyi gören) sıfatı, kulda tecelli ediyor. Bu defa ilahi bir görüşle bakmaya başlıyor. Yani yanından geçiyorsunuz siz görmüyorsunuz. Ama o görüyor. Dolayısıyla ibadetiniz gibi, gerçekten o ihtiyacı görebilmek hemen hemen o Allah dostlarının çok önemli bir vasfı. Ülkenin ta bir ucunda en garip bir yerde, hapiste yatan bir insan, arayanı yok, soranı yok. Ama Cenabı Hak, Medine’deki sevdiği kulunun gönlüne bir yerden onu düşürüyor. Medine’den buradaki bir evladına telefon açıyor; ‘O insanı bir sorsanız. Bir ayet okuduğu için hapse girdi. Bir sorun.’ Sonra Sudan’da islami hizmetlerle meşgul olan zat ile ilgileniyor. Denebilir ki Müslümanın gündemi, onun gündeminde. Gerçekten de, Musa Efendi’nin infakından, İslam coğrafyasında Allah için gayret eden, fiilî, ilmî, irfânî herkes nasibini almıştır.
VERMEKTEKİ ZERAFET
Ama benim orada en çok üzerinde durmak istediğim, özellikle o verme edebi. Nasıl verme konusu.
A. Taşgetiren: Musa Efendi denildiğinde zaten o edep hemen akla gelir en göne çıkardı. Onu örneklerle anlatır mısınız?
A. Sert: Şöyle ifade edeyim. Musa Efendi bir çocuğa bile bir şey verse, o çocuğu önemsiyordu. Bir zarafet insanı. Hani zarafet deyince bir resim çizseniz, Musa Efendi çıkardı. Hani Altınoluk’ta Yuvamız’ın bir kapağına, bir çocuğun başını okşarken ki resmini koymuştuk. O da vermek işte. Tebessümünüzü veriyorsunuz. Çocuğun dünyasında başına konan elin sıcaklığı ve tebessümün güzelliği kalıyor.
A. Taşgetiren: Bayramlarda siz özel para alırdınız Musa Efendi’nin çocuklara vermesi için…
A. Sert: Evet özel para alırdık. Ben saklıyorum hâlâ. Yetmiş yaşıma yaklaştım, cüzdanımda, defterimde böyle Musa Efendiden aldığım, böyle hiç katlanmamış paralar var hâlâ. Para paradır neticede. Piyasadaki değeri aynı. Ama o verdiğiniz insana önem vermeye geliyor. Anadolu’ya gideriz, sünnet olacak çocuklar vardır. Musa Efendi akşamdan hazırlık yapar kaç çocuk var, otuz çocuk var. Otuz tane o paralara göre zarf bulacağız. O zarflar da paraya uygun olacak. Büyük te olmayacak, küçük te olmayacak. Zarfı bükmeyeceksiniz yani. Ama para da içinde kaybolmayacak. Zarflar güzel olacak, birinci hamur, kağıttan olacak, uyduruktan olmayacak, akşamdan hepsine tek tek konulacak. Bazen üzerine “evladımıza” yazıları yazılacak. Şimdi bazen yirmi beş yaşlarında gençler geliyor diyor ki; ‘Efendim bana Musa Efendi bir zarf vermişti.’ Ben hatta latife yapıyorum, ‘zarfı bana ver, para sende kalsın’ diyorum. Zarf ta o kadar güzel çünkü. Zarfı da mazrufu da güzel. Ama bir de o veren insanın hali güzel. Verirken yaptığınız itina çok önemli olduğu gibi, bir de verirkenki haliniz çok önemli.
A. Taşgetiren: Verirlerkenki nasıl resmedersiniz?
A. Sert: Gidersiniz çocuğun önüne, ‘evladım hayırlı olsun’ dersiniz. Yüzünüz bir tarafta olur zarfı koyar gidersiniz. Bir de böyle çocuğun gözlerinin içine bakarsınız, ‘evladım salihlerden olun inşallah. Hayırlı olsun sünnetiniz.’ Böyle değer veriyorsunuz. Rasulullah Efendimiz hani bir çocukla konuşurken bazen eğilirmiş onun seviyesine kadar. Göz göze gelirmiş. Ondan sonra o çocuklar ‘Efendim bir elinizi öpebilir miyiz?’ derler. Buyur der mesela. Çocuk elini öper. Aldığı paraya mı sevinsin, öptüğü o yumuşacık bir Allah dostunun eline mi sevinsin. Bunlar unutulmaz bir öpüş.
Öbür taraftan diyelim ki, bir ilim ehline veya başka bir zâta bir hediye gönderecek olsa, yine o da bir zarfa konmuştur. Orada da kabulünü istirham ederek. İlim adamının izzetini de koruyarak ve hatta o kabul ettiğinden dolayı, bizim ona medyun olduğumuzu ifade eden bir tarzla göndermek. Bunlar çok önemli. Kumaş hediyeleri, seccade hediyeleri olurdu. Bunlar çok güzel paketlenirdi.
Hediye seçerken bir de kimin neye ihtiyacı var meselesi söz konusu. Mesela bir yazara hediye verecekse çok güzel bir kalem hediye ederdi. Mesela düğünlerde evlenen gençlere, evlilikle ilgili kitaplar hediye eder, ‘bunları okuyun’ derdi. Ama o kitapların kalite olarak en güzel baskılısı olsun, hem de muhtevası güzel olsun. Başka hediyelerde koyar ama onları da koyar. bakarsınız mesela, ortaokul lise çocuğuna bir hediye verecektir, Osmanlı albümü aldırırdı bana. ‘Osmanlı albümü alalım tarihi tanısınlar’ derdi. Çok etkilendiğim bir hadise var. 7-8 yaşlarında bir çocuğa, daha okula yeni başlamış, Medine’den bir kart gönderiyor. Şimdi genelde hepimiz, Medine’den kart gönderirken daha çok oranın resimlerini göndeririz. Fakat 7-8 yaşındaki çocuk onun kıymetini bilmez. 7-8 yaşındaki çocuk daha çok ne ile ilgilenir? Güzel bir otomobil resmi veya güzel bir uçak resmi ile… Aileden bir delikanlıya gitmiştim bir zamanlar; ‘Efendim! Bunu Musa Amcam gönderdi’ dedi. Baktım kartpostalda çok güzel bir uçak resmi var. Arkasında da böyle inci gibi yazılmış, ‘Sevgili oğlum Hulusiye… Gözlerinden öperim…’ Böyle mültefit yazılar. Şimdi otuzlu yaşlarda ama yaklaşık yirmi sene evvel Musa Efendi ‘benim uçağa meraklı olduğumu biliyor ve uçak resmi gönderiyor’ diyor. İçinde bir güzellik kalsın. Bu okumalar çok önemli.
Dul bir kadına hediye gönderirken onun ihtiyacı nedir onu biliyor. Gerçekten evi-barkı olmayan bir insana bir şey alacaksa, onun ihtiyacını görüyor. Ki Musa Efendinin kaç kişiye, imkânlarını zorlayıp onları ev sahibi yaptığı çok önemlidir bence. Bu hizmet ehli, bunu bir ev sahibi yapalım der. Annesi bize hizmet etti diyor mesela. Gecekonduda oturan bir garip kızcağıza, ‘bunun annesi uzun yıllar bize hizmet etti, bunu kendi şartlarına göre bir ev sahibi yapalım’ diyor. Yani verince de verdiği şeyler ihtiyacı tam karşılıyor. Az vermiyor, o insanın ihtiyacı neyse onu veriyor.
Bu bakımdan bu üç şeyi tespit etmek önemli. Yani niçin veriyoruz, nasıl veriyoruz ve neleri veriyoruz? Musa Efendi bazen şunu derdi; ‘çok zaman yanımızdaki insanlara yediklerimizden yediriyoruz. O kolay, çünkü yediklerimiz standart. Ama gerçekten giydiğimizden giydirebiliyor muyuz?’ Kendi yediğinden yedirmek, kendi giydiğinden giydirmek, kendi kullandığından verebilmek. Sevdiğinizi vermek yani. Gerçekten onun maddi olarak değerli olan hatları vardı. Kendisi zamanında hat koleksiyonları yapmış, onlar bir sermayedir belki, ama bir bakıyorsunuz sevdiği bir insana hemen hediye edebiliyor.
İLAÇ FONU YAKACAK FONU
A. Taşgetiren: Abdullah Bey bir de, bu tarz vermelerin dışında mesela kitap fonu olduğunu biliyoruz. Mesela bir ilaç fonu, bir yakacak fonu. Bir Allah dostunun örnek infak ahlakını göstermesi bakımından onları da zikretmek gerekir sanki…
A. Sert: Belki onu şöyle ifade etmek gerekir. Biraz önce saydığımız, niçin verirdi, nasıl verirdi, neleri verirdi, bir dördüncü olarak nerelere verirdi. Hakikaten Musa Efendi toplumdaki her ihtiyacı görebilen bir insandı. Bir kitap fonu vardı mesela. Derdi ki; ‘her sene şu kadar kitap dağıtalım.’ Ve en önemlisi de kendisi bunları bir program içerisinde yapardı. Yani ‘ben bunları vermek istiyorum ama, inşallah Allah nasip eder veririm’ değil. Böyle yıllık bir program yapıyor ve en başından o bütçeyi ayırıyor. Yıllık bir infak bütçesi var. Bunu Muhterem Osman Nuri Topbaş Üstadımız sık sık anlatırlar. ‘Babamın o infak defterlerine zaman zaman bakarım.’ Zekatını sene başında hemen yazıyor, ‘benim bu sene şu kadar zekatım var.’ Yani başına bir hal gelse, evlatları baktığında, ‘Babamın şu kadar daha zekat borcu var. Veya babamız zekat borcunu bitirmiş.’ diyecekler. Bunun muhasebesi var. Hemen yanında ‘ben bu sene şu kadar infak yapacağım’ diye yazmış. Sadece zekatla kendini sınırlamamış. Hatta Muhterem Osman Nuri Topbaş Üstadımızın ifadeleriyle, “ben de o defterleri gördüm, hep infakı zekatından fazla. Zekat asgari gibi. O zaten borç. Ama esas infak dediğiniz sizin kendi gönlünüzle, Rabbin rızasına uygun olarak yaptığınız harcama. Allah’ım Sen bunu bana verdir. Ben de Senin kullarına veriyorum diye.”
Kitap hesabının bütçesi her sene yazılır. Bu sene bu kadar bir kitap dağıtılacak. Musa Efendi ahirete irtihal etse de o dağıtılacak.
TEK BAŞINA VAKIF GİBİYDİ
A. Taşgetiren: Herhalde bu kitap hesabının ne kadar büyük bir önem arz ettiğini en iyi siz biliyorsunuz?
A. Sert: Niye ben biliyorum? Çünkü yayınevini kurmuşuz, Kur’an kurslarından, okullardan, kütüphanelerden hep kitap talepleri geliyor. Benim elimde de hazır bir fon var ne güzel. Nerelere gitmiştir o kitaplar. Rusya’daki bir cezaevinde belki Musa Efendinin o fonundan ayrılmış bir kitap okunmuştur. kitap işi benimle. Ama bakıyoruz bir doktor arkadaşımızı, dostumuzu çağırıyor ona da bir ilaç fonu veriyor. O zamanlar tabii bu kadar sosyal güvenlik sistemleri gelişmemişti. Belki biz çok hasta doktora gitmeye imkan bulurdu ama, doktorun yazdığı reçeteyi eczaneye götürüp almaya gücü yetmezdi. Musa Efendinin vakfımıza yaptığı ilk hizmetlerden birisi de bir klinikti. Sonra o kliniğe ihtiyaç kalmadığı için ihtiyacı müessese haline getirmişti.
Ben zaman zaman şunu da ifade ediyorum; Musa Efendi tek başına sanki bir vakıf insanıydı. Tek başına bir vakıftı. O günlerde biz Hüdayi Vakfı’nın vakıf senedine aklımıza ne geliyorsa doldurmuştuk. Aman bunu da yaparız, şunu da yaparız, bugün yapamasak bile yarın yapmaya ihtiyacımız olur diye aklımıza ne geldiyse yazmıştık. Türkiye’de yapılabilecek her hizmeti yazmışız vakıf senedimize. Ama mübalağa etmiyorum, sanki Musa Efendi bunların hepsini gönül defterine yazmış ve onların hepsini bir fert olarak gerçekleştirmiş, sonra biz onları müessese haline getirdik. Sonra yetimler hesabı var. Onu da ben takip ederdim. Biraz önce söylediğim gibi o işin nasıl yapılacağını da tarif etmişti. Dedi ki; ‘Abdullah Bey! Bir yetimler bütçemiz olsun. Her sene üç çocukla ilgili bir yetim bütçesi yapalım. Bu işi size tevdi ediyorum ama bu çocuklara burs vermek gibi olmasın. Kendi çocuğunuza nasıl alaka gösteriyorsanız bu üç yetime de aynı şekilde alaka göstereceksiniz. Derslerini takip edeceksiniz. Bir yere sohbete katılıyorlar mı, katılmıyorlar mı onlara bakacaksınız. Ahlaki durumunu, ibadetini takip edeceksiniz çocuğun. Maksadımız o yetime para vermek değil, onun bu Ümmeti Muhammed içerisinde ideal bir Müslüman olmasını sağlamak. Yoksa parayı herkes verir. Böyle yakinen ilgileneceksiniz.’
İSLAMİ FAALİYETLERE DESTEK HESABI
A. Taşgetiren: Bu muhteşem bir sorumluluk. Sizin böyle ilgilendiğiniz, Musa Efendinin emaneti çocuklar vardır. Büyüyenler vardır…
A. Sert: Onlar şimdi sağolsunlar hem ilişkilerini takip ediyorlar, hem de onlar Musa Efendinin yetimi olarak büyüdüklerini unutmuyorlar. Bir kardeşimiz var, kendisi hafızdır, Musa Efendinin vefat yıldönümünde her sene Temmuz ayında, ‘Abdullah Abi! Musa Efendiye hatmimi tamamladım. Onu da hatim dualarına katar mısınız?’ der. Bu müthiş bir şey.
Bunun yanında dul hanımlar hesabı, düğün hesabı, yurt dışındaki bir takım islamî faaliyetlere destek hesabı. Bunlar benim bildiklerim. Bunları böyle sayabilirsiniz. Sonra mesela hiç kimsenin hatırına gelmez ama, Musa Efendinin bir de öğretmenler hesabı vardı. Gerekçesi şuydu; ‘İmam efendilerin, müezzin efendilerin camilerde ek gelirleri oluyor. Öğretmen efendilerin maaşları çok düşük. Biz bunlara çocuklarımızı emanet ediyoruz. Çocuklarımızın önüne belki daha farklı kıyafetlerle çıkmalılar. Her sene bir öğretmenler hesabımız olsun.’ Onu da ‘sizin şuna ihtiyacınız var’ diyerek değil de bir vesile bulup, mesela bir bayram hediyesi gibi, bir kandil hediyesi gibi verirdi. Çoğunda da bunları bir vasıta aracılığıyla, mesela onlarla münasebeti olan sevdiği bir evladını gönderir, ‘işte bu size Musa Efendinin bir hediyesi. Kabul ederseniz memnun olacaklar’ gibi bir nezaketle ona ulaştırılırdı.
Sonra zamanında bu devlete, bu ülkeye hizmeti geçmiş ama bugün bir yerde kıyıda kenarda kalmış insanlarla ilgili Musa Efendinin bütçesi vardı. Mesela Osmanlı evlatlarından yurtdışında kalmış, Türkiye’ye döndüklerinde, benim dedem sarayda oturmuş ama şu anda benim oturacak bir evim bile yok diyen şehzadeler vardı. Dedesi Topkapı Sarayı’nda oturmuş torunu Türkiye’ye gelmiş ama oturduğu dairenin kirasını verecek durumda değil. Musa Efendi onları görürdü. Ne bileyim bir yazarımız hapse düşmüş mesela, ‘aman onun çocuklarıyla ilgilenin, o İslam’ı müdafaa için bir bedelle karşılaştı. Biz çocuklarına bakalım veya onun oradaki ihtiyacı görülsün.’ derdi.
HER ŞEYİN BAŞI KALBİ KIVAM
A. Taşgetiren: Bugün bir insan kendisine hayat prensibi olarak çıkarmak istese, Musa Efendinin bütün bu anlattıklarımızdan altı çizilecek maddeler olarak neleri söylemek istersiniz? Nelerde titizlik, itina göstermeliyiz?
A. Sert: Musa Efendinin prensipleri derseniz, bir kere önce kendi hayatımızda iktisad dediğimiz şeye önem vermeliyiz. O şöyle derdi; ‘İnsanın dağlar kadar serveti olsa, eğer kendi şahsında hesabını kitabını bilmiyor, iktisad kavramı yoksa kendi içinde, vermeye de muvaffak olamaz.’ Bir kere insan hangi halde olursa olsun kendisinin bir infak mükellefi olduğunu bilmeli. Ki bunu bir sohbetinde şöyle ifade ediyordu; “60 sene evvel fakirler de infak ederdi.” Yani bu da çok önemli. Ben şuraya gelince infak edeceğim derse, neticede insanın oraya ne zaman geleceği de belli değil. Gelip, gelemeyeceği de belli değil. Dolayısıyla her insan kendi şartlarına göre infak konusunu gündemine almış olmalı. Ondan sonra da, biraz önce konuştuğumuz gibi, “Bugün en çok neye ihtiyaç var”ın derdine düşmeli. Dünkü ihtiyaç farklıdır, bugünkü ihtiyaç farklıdır. Dün Afrika diye bir ihtiyaç yoktu önümüzde. Ama bugün Afrika diye bir ihtiyaç var. Veya gençlikle ilgili daha farklı yatırımların yapılacağı bir ihtiyaç dün olmayabilirdi. Ama bugün ihtiyaç varsa ona bakmak gerekir. Bugün neye ihtiyaç var, özellikle bu ihtiyacı da iyi tespit etmek lazım.
Bir de gerçekten verirken, bizim kalbi kıvamımız çok önemli. Dolayasıyla da insan hayatı boyunca kendi kalbi gelişimine dikkat etmeli. O kalbi gelişimini önemsedikçe de bu kanallarda doğru kararlar veriyor, doğru işler yapıyor. Kendisini, o manevi konumunu önemserse insan neyi, nasıl yapması gerektiğini, Rasulullah Efendimizin ahlak-ı hamidesini bilerek yaparsa bunları o zaman doğru kararlar veriyor.
KALBİ KIVAM NEDEN ÖNEMLİ?
A. Taşgetiren: Bu kalbi kıvamı biraz açsak. İnfakla bağlantısı nedir?
A. Sert: Aslında biz bir insana baktığımızda bütünüyle bakıyoruz. Eli düzgün diyoruz, yüzü düzgün diyoruz. Şurası özürlü diyoruz. İnsanın kulluğundaki özürsüzlüğü iç hayatındaki mükemmelliğe bağlı. Namazı da ona bağlı, infakı da ona bağlı, insan ilişkilerindeki hukuku gözetmesi de hep Rabbiyle olan temel ilişkiye bağlı. Rasulullah Efendimizle olan temel ilişkiye bağlı. Her işin temelinde insanın o kalbi eğitimi önemli. Kalbinizde eğer riya varsa o zaman infakınızın da bir anlamı kalmıyor. İnfakın içi boşalmış oluyor. Onu bu manayı ifade etmek için söyledim. Ben bunu niye yapıyorum meselesi bizim kalbi hayatımızla ilgili. Kalbi kıvamımızla ilgili herşey. İnfakın içi boşalıyor o zaman, namazın içi boşalıyor eğer riya varsa. Veya dilinize sahip değilseniz, yine infakınızın içi boşalıyor. Niye? Ben bunu sana yaptım diyorsunuz, minnet içinde bırakıyorsunuz. Halbuki Cenab-ı Hak bize; ‘Tatlı bir söz, arkasından eziyet gelen bir sadakadan daha hayırlıdır’ diyor. Bir insana yardımda bulunursunuz, sonra da başa kakarsınız. İşte o başa kakmanız da kalbi kıvamınızın mükemmel olmayışından ileri geliyor.
A. Taşgetiren: Çok teşekkür ederiz. Allah razı olsun. Musa Efendi Hazretleriyle bu kadarcık ta olsa beraber olmak hakikaten içimize huzur veriyor, inşirah veriyor. Rabbimizden sonsuz rahmet niyaz ediyoruz.
A. Sert: Bu vesileyle merhum Musa Efendi Üstadımızı görebildiğimiz, belki o çok daha farklı fotoğraflar sunmuştur bizim önümüze amma, bizim çekebildiğimiz kareler nispetinde ona rahmet diliyoruz. Belki daha çok şeyler çekilebilirdi. Mutlaka başka dostlarımız, başka evlatları, ondan çok daha farklı fotoğraflar çekmişlerdir nesillere taşınacak. Bizim çekebildiklerimiz bunlar. Bu vesileyle kendisi bizlere böyle güzellikler sunduğu için onu bir kere daha rahmetle yâd ediyoruz.
Kaynak: Altınoluk Dergisi, Temmuz 2015, 353. Sayı
YORUMLAR