Musa Efendi’nin Cihat Anlayışı Nasıldı?
Musa Efendi Hazretleri’nin cihat anlayışı nasıldı? Sâhibü’l-Vefâ Mûsâ Efendi’de iman ve cihâd…
İslâm’ın beden/can mülkünde ve yeryüzünde hakimiyetini gerçekleştirme uğruna yapılan her türlü gayret, çaba ve fedakarlığın ortak adı olan cihâd, Kur’ân-ı Kerim’de imanlarında sâdık müminlerin en temel özelliklerinden birisi olarak takdim edilmiştir.[1] Allah Resûlü -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin lisanında ise cihad, “İslâm’ın zirvesi” olarak gösterilmiştir.[2] Yine O’nun, ümmetin içinde “yaşamadıkları şeyleri söyleyen ve emrolundukları yükümlülükleri yapmayan” nesillerin ortaya çıkacağını haber verdiği bir hadisinde, böylelerine karşı “Kim onlarla eliyle cihad ederse o mümindir, kim onlarla diliyle cihad ederse o mümindir, kim onlarla kalbiyle cihad ederse o da mümindir”[3] ifadesi imanla cihad arasında çok sıkı bir ilişkinin varlığını göstermesi bakımından son derece önemlidir.
Cihad ve mücâhid kelimeleri, üzülerek ifade edelim ki günümüzde bilinçli olarak saptırılmakta, şiddet, fitne ve terör gibi olumsuz, kötü ima ve çağrışımlarla ilişkilendirilmektedir. Hâlbuki İslâm, fitnenin ve terörün en büyük düşmanıdır. Yeryüzünden fitnenin tümüyle kaldırılması ve sulhun hâkim kılınması, İslâm’ın nihâi hedefidir. İslâm, insanı kendisiyle, Rabbiyle, diğer insanlarla ve hatta tüm kâinatla barıştırmanın ve daha ötede dost kılmanın adıdır. Mücâhid de insanla İslâm arasına giren engelleri kaldırmaya var gücüyle çalışan kimse demektir. Bir başka ifadeyle, mücâhid, fitneyi ortadan kaldırmak ve Allâh’ın dinini yüceltmek (ilây-ı kelimetullah) gayesiyla malını, imkanın ve gerektiğinde canını ortaya koyan kimsedir.
Hak dostları, iman, İslâm ve ihsanı kâmil manada yaşamaya gayret eden bahtiyarlardır. Onlar yaşadıkları dönem ve mekânda İslâm’ın nasıl hayat haline gelmesi gerektiğini de amel, davranış ve ahlakları ile sergileyebilen kimselerdir. Bu yönüyle Hak ve hakikatin şahitleri ve örnekleridirler.
MUSA EFENDİ HAZRETLERİ’NİN CİHAT ANLAYIŞI
Ebedî âleme rıhletinin 25. yılında, bir ömür İslâm’ı kemâliyle yaşama azminde olan Sâhibu’l-Vefâ Mûsâ Efendiyi hem hatırlamak ve hem de onun cihâdını ve cihad anlayışını yazımıza konu edinmek istiyoruz.
Mûsâ Efendi, malıyla, canıyla, ehl ü iyâliyle cihâdın içinde bir ömür sürmüştür. O, kendi imkân ve iktidarı içinde hem mücahid bir mürşid hem de dünyanın neresinde olursa olsun mücâhidlerin farkında olan ve her türlü imkanıyla onların yanında olmaya çalışan bir Hak eridir.
Cihâd, sadece düşmanla sıcak harbe tutuşmak değildir. Âlimlerimiz, malla yapılan cihad, dille yapılan cihad, nefisle yapılan cihad gibi cihadın 15 çeşidi olduğunu söylerler. Mûsâ Efendi -kuddise sirruh-’un bu zirve ibadetten nasibi de hemen her çeşidiyle olmuştur. Onun cihad anlayışını göstermesi bakımından şu cümleleri önemlidir:
“Küçük cihâd: Küffâr ile yapılan mücâhede ve muharebedir. Büyük cihâd: Nefisle cihad etmektir ki, bâtını (yani içimizi, rûhumuzu) ıslâh demekdir. Muharebe zâhiri ıslâhtır. Bâtını ıslâh ise zâhiri islâhdan daha zor ve uzundur. Küçük cihâdın gâyesi, cennet ve rahmete nail olmak; büyük cihâdın gâyesi ise Hak Teâlâ’yı ve Cemâl-i ilâhiyi müşâhedeye vâsıl olmaktır. Küçük cihâdın gâyesi şehâdet, büyük cihâdın gayesi sıddîkıyettir. Şüphesiz ki sıddîkların derecesi, şehidlerin derecesinden üstündür.
Harp zuhurunda harbe gitmek, harpte Allah yolunda canını vermek cihâd olduğu gibi, Allah yolunda yapılan her iş ve fedakârlık da cihâd cümlesindendir. Nefsimizle meşgul olup onun serkeşliği ile mücadele etmek en büyük cihad olduğu gibi, zenginlerin zekâtlarından başka bütün yapmış oldukları hayırlar cihaddır, sadakadır.
Öğretmenlerin fî sebîlillâh öğrettikleri meşrû bilgiler, cihâddır, sadakadır.
Asâkir-i İslâmiyye’nin, hudutları düşmandan muhafaza etmeleri, cihaddır, sadakadır. Doktorların, hastanelerde şefkat ve büyük bir itina ile hastaları fî sebîlillâh tedavi etmeleri, cihaddır. Sanatkârların, memurların, işçilerin de üzerlerine aldıkları vazifeyi hüsn-i istimal etmeleri, cihaddır, sadakadır.”[4]
Sûfîler, İslâm’ı can mülkünde hâkim kılma mücadelesine büyük cihad ismini vermişlerdir. Evet, var gücüyle kötülüğü ve isyanı emreden bir nefsimiz var. Onu Hak ve hakikate râm etmek, cüz’î irademizi küllî irade karşısında eritip teslimiyet ve rızâ halini şevk ve zevke dönüştürmek, büyük bir mücâhede ister. Görünen ve görünmeyen insan ve cin şeytanlarının vesveselerine kulak tıkamak, arzuları kamçılayan ve “Gelsene bana! (Heyte leke)” çağrılarıyla yoldan çıkarıcı her türlü davete hayır diyerek Allah ve Resûlüne “Lebbeyk!” diyebilmek, her insanın başarabileceği bir zafer değildir. İşte Mûsâ Efendi bu mücahedeyi nefsine karşı kazanmış ve masiva davetlerine karşı gönlünü âdeta bir rasathane haline getirip murakabe duyguları içinde bir ömür sürmüştür. Kendisini yakinen tanıyanlar onun bu haline gıpta ve hayranlıkla şahit olmuşlardır.
Bu Hak dostu, kendi nefsiyle cihâdı bütün bütün ihmal edip, âleme nizam vermeye kalkanları “laf mücâhidleri” diye adlandırarak şöyle tasvir ederlerdi:
“Bazı laf mücahidleri vardır ki yerler, içerler, yerli yersiz devamlı konuşurlar, nefislerinin her arzusunu yerine getirirler. İşleri, güçleri tembel tembel oturup, şunun bunun aleyhinde bulunmaktır. Bilgisiz, gâyesiz mücâhidlik, insanı tembelliğe, lâf cambazlığına, yersiz itirazlara sevkeder. Nefsinin esiri olduğu için ne kendisine ne İslâmiyete ne de vatan ve millete faydalı olur. Rûhen inkişaf hâlinde olmadığı için daima kötümser haldedir. Gönülleri Allah, Peygamber ve Allah dostlarından hicaplı (kapalı, perdeli) olduğu için, semereli hiçbir iş ellerinden gelmez, vakitlerini dedikodu ile geçirirler. Buna rağmen mağrurdurlar, kendilerini bu bakımdan mücâhid zannederler. Hâlbuki zannettiklerinden çok uzaktadırlar. Çok zaman faydalı olacakları yerde, dar bir görüş içinde olmaları sebebiyle, zararlı olmaktadırlar. Yarım yamalak bilgileri ile her konuya burunlarını sokarlar. En ufak bir hizmeti yüklenemezler. Hâlık Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri, bunlara hidâyet yolunu açsın! Ve hepimize de hakiki mücahidlerin yolunda gitmeyi nasip eylesin. Amin!”[5]
Mûsa Efendinin nefisle cihâdı, hem kendi nefsine yönelikti ve hem de mümin kardeşlerinin nefis tezkiyeleri yolunda kendilerine hem kılavuzluk etmek ve hem de yardımcı olmak şeklindeydi. Onun sohbetleri, seyr u sülük eğitimleri hep bu gayeye yönelikti.
Bu büyük Allah adamının cihadı elbette sadece nefislerin tezkiyesine yönelik değildi. Yeryüzünde fitnenin ortadan kalkması, İslam’la insanlık arasındaki engellerin izalesi, İslâm’ın tebliğ ve talimi, zulmün ve zalimlerin bertaraf edilmesi, mazlumların korunması, İslâm’ın ve müslümanların izzetinin gerçekleştirilmesi gibi daha nice ulvî gayeler onun temel gündemlerinden biriydi. O, asırlar boyunca Allâh’ın adını yüceltme adına (ilây-ı kelimetullah), şanlı bir destan yazmış kahraman ecdâdımızın izinde olmayı, kendisine şiar edinmişti. Coşkun bir tebliğ heyecanına sahipti. Nasihatlerinde, faaliyetlerinde ve hizmetlerinde hep bu aşkı dile getirirdi.
Mûsâ Efendi -kuddise sirruh-, yeni yetişen nesilde fedâkârlık ruhunun yeterince gelişmediğini görür ve üzülürlerdi. “Din, vatan, bayrak ve milletin korunması, ancak fedâkâr bir gençliğin yetişmesine bağlıdır”, diyerek, bu uğurda elinden ne gelirse yapmaya gayret ederlerdi. Hatta İslâm ve Türk tarihinden kahramanların örnek fedakarlıklarının anlatıldığı “İslâm Kahramanları” isimli üç ciltlik kitabı, bunun için kaleme almışlardı. Nitekim kitabın giriş kısmında bu niyetlerini şöyle dile getirmişlerdir:
“Günümüzde bu eseri okumaya çok ihtiyaç olduğu kanaatinde olduğumuz için, kahramanlık derleyen eserlere müracaat edildi. Cenâb-ı Hakk’ın izni ile verimli neticeler alındı. Bu kitaptan kadın-erkek, genç-ihtiyar, her meslek erbâbı istifâde edeceklerdir. Çünkü bunlar hayal mahsulü değil, tarihe mal olmuş hakiki kahramanlık ve fedakârlık menakıplarıdır. Sebat ederek okunduğu takdirde o kahramanların hayatını okudukça, onlara karşı, sevgimiz, takdîrimiz tezâyüd eder, onların o tertemiz Hak uğrunda mallarından, canlarından geçtiklerini görür, kendimizde onlar gibi şerefli bir hayatı düstûr etme arzusu belirir. Zaman gelir bu okuduğumuz menâkıplardan gönlümüzde huzur hâli teessüs eder. Korku kalpten çıkar, icap ederse din ve vatan uğruna ecdâdımız gibi, canımızı, malımızı seve seve fedâ etmeye hazır olmuş oluruz”[6].
Malıyla ve imkanıyla daimî bir seferberlik hali yaşayan bu Hak dostu, dünyanın mazlum coğrafyalarında yaşanan hadiseler karşısında yüreğinde derin ızdıraplar yaşardı. Şu sözler Allah için mahzunlaşan yüreğinin dışavurumu gibidir:
“Bosna-Hersek’de bulunan beş bin adet yavru -zalimlerin elinden kurtarılması bahanesiyle- tayyarelerle İtalya ve diğer batı memleketlerine götürülmekte imiş. Bunun için bütün Müslümanlar üzülüyor, üzerine düşen çaba ve gayreti gösteriyorlar. Bu, çok yerinde bir hareket, herkes bu yerinde fedakarlığı yürütmelidir. Ancak çoğunluğu teşkil eden garb memleketlerindeki milyonlarca çocuk hakkında bir endişe duymuyoruz. Çünkü iş sessizce yürütülüyor. Ey Ulular Ulusu, Yüceler Yücesi sınırsız kuvvet ve kudret sahibi olan Allahım! Yangının büyüklük ve dehşetini idrâk ediyoruz. İçimiz kan ağlıyor, elimiz kolumuz bağlı, elimizden bir şey gelmiyor. Şaşkınlık içindeyiz, ne yapacağımızı bilmiyoruz. Ancak bu sıkıntılarımızı ref’ etmeye, kaldırmaya kadir yegâne ilticâgâhımız ve Rabbimiz sen olduğun için, gönlümüzün pası, yüzümüzün karasına bakmayıp kirli ellerimizi dergahi uluhiyyetine açıyor, sığınıyoruz. İmdad Yarab! İmdad ey kâinatın yaratıcısı, diye münacaat ediyoruz.”
Muhterem evlatları Osman Nuri Topbaş Üstadımız anlatıyorlar: “Bir sohbet meclisinden sonra Bosna-Hersek’teki yaraların sarılması için yardım toplanmıştı. Herkes kendi adına belli bir yardımda bulunduğu mecliste, pederimiz Mûsâ Efendi, büyük bir meblağ uzatmış ve: “Bir dostun buraya verilmek üzere fakîre emâneti!” diyerek takdim etmişti. Ehl-i basîret müstesnâ orada bulunanlara bu ifâde, verilen paranın meclise gelmemiş bir şahsın gönderdiği yardım intibaını uyandırdı. Ancak onun emanet dediği kendi malı, dost dediği de Allâh’tı...”
Afganistan ve Çeçenistan cihadında onun gayret ve fedakarlıklarına şahit olanların anlattığı nice hatıralar vardır. Kimileri zannederler ki Hak dostları sadece seccadelerinin üzerinde oturur, dünyadan bîhaber ibadetlerine teksif olurlar. Hayır, gerçek Hak erleri yeryüzünün tüm olay ve hadiselerine karşı son derece duyarlıdırlar… Yapacaklarını bağırarak, reklam ederek değil; büyük bir dirâyet, tedbir ve akıllılıkla ifa ederler.
Sâhibü’l-vefâ Mûsa Efendi, kendisi cihaddan kopmadığı gibi zürriyetini ve sevenlerini de iman ve cihad şuuru içinde görmek ister ve bu yolda teşvik ederlerdi. Onun vasiyetindeki şu cümlelerde gelecek nesillerine âdeta bir ufuk çiziyordu:
“Ey kâinâtı yaratan, yerlerin, göklerin, kürelerin, zerrelerin, insanların, cinlerin hülâsa bütün mahlûkâtın sâhibi, yüceler yücesi, ulular ulusu Allahım! …Gerek varislerime, gerek onları takip eden ve edecek olan zürriyetime de inâyet eyle! Hepsine kavî iman ver, atâlete uğrayanlardan eyleme! Ki bir taraftan kulluklarına devam ederken, diğer taraftan da senin kullarına hizmet etsinler ve her an seni tevhid edenlerden olsunlar!”[7]
Allahım! Bu güzel kuluna âhirette de izzet ver. Zürriyetine ve sevenlerine de bu yüce ibadetten büyük nasipler lütfeyle! Âmin.
Dipnotlar:
[1] Hucurât Süresi 49/15. [2] Tirmizî, İman, 8 (Hadis No:2616). [3] Müslim, İman, 80. [4] Bkz. Sk D, Altnoluk Sohbetleri, VI, 29; Sk D, Altnoluk Sohbetleri, III, 169. [5] Bkz. Sk D, Altnoluk Sohbetleri, III, 169; Sk D, Altnoluk Sohbetleri, VI, 26-27. [6] Sk D, slm Kahramanlar, I, 6. [7] Efendikuddise sirruh-un Vasiyetinden, Altnoluk Dergisi, say: 162, n kapak arkas, Austos 1999.
Kaynak: Adem Ergül, Altınoluk Dergisi, Sayı: 461