Musa Efendi’nin Zahir-batın Hassasiyeti
Dr. Adem Ergül, Altınoluk dergisinin 401. sayısında Sahibü’l-Vefa Musa Efendi’nin zahir-batın hassasiyetini işledi.
Rifâa bin Râfi’ anlatıyor:
Allah Resûlü -sallallahu aleyhi ve sellem- bir gün mescidde oturuyordu. Biz de yanında bulunuyorduk. Civar köylerde yaşayan bir bedevî mescide geldi ve namaz kılmaya başladı. Namazın erkânına ve adabına pek riayet etmiyordu. Hızlı hızlı namazını bitirdi. Sonra Efendimizin yanına gelip selam verdi. Fahr-i kainât -aleyhi ekemelü’t-tehiyyat- kendisine buyurdular ki:
“Haydi dön ve namazını yeniden kıl; çünkü sen namaz kılmadın!”
Adam döndü ve yeniden kıldı. Gelip tekrar selam verdi. Hazret-i peygamber tekrar kendisine:
“Dön yeniden kıl, çünkü sen namaz kılmadın!” buyurdular. Bu durum bu şekilde iki ya da üç kez daha tekrarlandı. Adam her defasında aynı cevabı alıyordu. Sonunda dayanamayıp:
“Seni hak peygamber olarak gönderen Allah’a yemin ederim ki şu gördüğünden daha güzel bir şekilde namazın nasıl kılınacağını bilmiyorum. Bana öğretseniz de ona göre kılsam” dedi. Bunun üzerine Allah Resûlü -sallallahu aleyhi ve sellem- namazın nasıl kılınacağını adama güzelce tarif etti.” (Buhârî, Ezân 95, 122; Müslim, Salât 45. Ayrıca bk. Tirmizî, Salât 110)
NAMAZIN ÖZÜ
Namazın özü (bâtını) Allah’ı hatırlamak ve O’nunla kalben engin bir huşû ve münacaat halinde buluşmak ise de bu buluşmayı bu keyfiyette oluşturabilmek, ancak zahirî şartlarına tam bir riayetle sağlanabilecektir. Bütün ibadetlerin ve amellerin bir zâhiri (dış şekli) ve bir de bâtını (iç ruhu, özü) vardır. Yani bedenimizin uzuvları dış şartları yerine getirirken, kalbimiz de iç şartları tamamlar. Birini yapıp diğerini ihmal etmek, yapılan amelin hem sıhhatine ve hem de makbuliyetine manidir. Zâhirperestlik ne kadar eksik ve yanlış ise aynı şekilde zâhiri ihmal eden bâtınperestlik de aynı derecede eksikliktir.
“Zarf mazruf içindir” denilse de zarf olmadan mazrufu korumak ve geliştirmek de boş bir hayaldir. Rabbimiz insanın teşekkülünde önce kalıbı oluşturmuş ve sonra da ona ruh üflemiştir. Öyleyse her bir amelin ruhu, o amelin zahirî şartlarına riayetle sağlanabilecek, korunabilecek ve gelişebilecektir. Bütün varlıkta bu sırrı görmek mümkündür. Dikkat edilirse kabuğu zedelenen meyvelerin, kâmil manada olgunlaşamadığı bilinen bir husustur.
İslam’ın hükümlerinin her birinin de bir zâhiri ve bir de bâtını vardır. Birini diğerine feda etmeden, kâmil manada hem zâhire ve hem de bâtına riayet etmek mü’min-ı kâmil olmanın tabii bir zaruretidir.
Tarih boyunca kimileri zâhire kilitlenip bâtını ihmal etmiş, bazıları da esas olan bâtındır diyerek zâhiri önemsiz görmüşlerdir. Her iki grupta da sapmalar, hastalıklar ve nice yanlışlar zuhur etmiştir. Zâhir ve bâtına gereken ehemmiyeti verenler ise ehl-i tahkik olmuş ve dinin hedeflediği insânî kemâlâta erişmişlerdir. Hüsn-i zannımız odur ki Sâhibu’l-vefâ Mûsâ Efendi -kuddise sirruh- da bu bahtiyarlardan biridir.
MUSA EFENDİ’NİN ZAHİR-BATIN HASSASİYETİ
Onun zâhir-bâtın hassasiyeti, hem ibadet hayatında, hem diğer amel ve davranışlarında, hem de ahlâk ve adâbında hissedilirdi.
Bir gün bir mecliste sevenlerine buyurdular ki: “Fakir, ayağımda bulunan bir mâni sebebiyle namazda otururken sağ ayağımı parmaklarım kıbleye gelecek şekilde dik tutamıyorum. Sizler bu hususu ihmal etmeyin. Böyle bir oturuş “şerh-i sadra” (göğsün manen açılıp genişlemesine) vesile olur.”
Evet o, namazdaki huzura, abdesti güzel bir şekilde almakla başlar, üzerine giydiği elbiseye dikkat eder, namaz için serilen seccadenin duruşuna bile ehemmiyet verirdi. Allah Resûlü -sallallahu aleyhi ve sellem-’in cemaatle namazdaki saf tanzimi ile ilgili söylediği şu sözler, madde ve mâna arasındaki sıkı alakayı ne güzel ifade eder:
“Saflarınızı intizamlı bir şekilde düzenleyin. Allah’a yemin ederim ki ya saflarınızı gereği gibi düzenlersiniz ya da Allah kalplerinizi birbirine muhalif hale getirir de birbirinize düşersiniz” (Ebû Dâvud, Salat, 662)
Mûsa Efendi -kuddise sirruh- birilerine hediye verirken de işin zâhir ve bâtınına aynı ehemmiyeti verirlerdi. Hem verdiği hediye kıymetli ve bir ihtiyaca karşılık gelecek keyfiyette olurdu, hem veriş şekli en güzel bir üslupta gerçekleştirilirdi ve hem de o hediyenin zarfı/paketi/kılıfı itina ile hazırlanırdı.
O, üstü başı dağınık ve rastgele giyinen bir insan değildi. Sade, temiz, son derece uyumlu giyinirdi. Buna da ehemmiyet verirdi. Etrafında hizmet edenlere de tertip, düzen ve intizama dikkat etmelerini zaman zaman hatırlatırlardı. Hatta bir keresinde hizmetinde bulunan bir hanım kıza, pejmürde kıyafeti sebebiyle:
“Kızım, dervişlik gönülde olur, kıyafette olmaz” diyerek düzenli ve tertipli olması gerektiğine işâret etmişlerdi.
Fahr-i kâinât -aleyhi ekmelü’t-tehiyyat- Efendimiz bir gün arkadaşlarına buyurdular ki:
“Siz kardeşlerinizin yanına varacaksınız. Güzel elbiseler giyinin. Bineklerinizin eksiğini gediğini giderin. Öyle ki insanlar arasında (güzel bir yüzdeki) «ben» gibi olun; yani güzelliğinizle, nizam ve intizamınızla farkedilin.” (Ebû Davud, Libas, 4089)
Allah Resûlünün ciğerparesi İbrahim küçük yaşta vefat etmişti. Onun için bir kabir kazılmıştı. Efendimiz kazılan kabirde küçük bir çukur gördü de onun düzeltilmesini istediler. Kendisine böyle bir şeyin neden gerekli olduğu sorulunca da: “Evet bu, kabirdekine fayda ya da zarar verecek değildir; fakat dirilerin gözünü ve gönlünü mesrûr eder. Allah da bir kulunun yaptığı işi sağlam ve güzel yapmasını sever” buyurdular.
BIR LOKMA BIR HIRKA DEVRI GEÇTI
Mûsa Efendi -kuddise sirruh-, zâhiri hayat olan dünya hayatına gereken ehemmiyeti vermeyenlerin âhiret hazırlığında da zamanla geri kalacaklarına şöyle dikkat çekerlerdi:
“Tabi şimdi bir lokma bir hırka devri geçti. İnsan kendi nefsinde yaşasa bile aile hayatı var, cemiyet hayatı var, bunu tatbik edemez. Herkes çalışacak. Dünyaya çalışmak, zâhiren dünya gibi olsa da mâneviyata mâni değildir. Yani para kasada olursa mâni değil, gönle girerse o zaman mâni olmuş oluyor. Mutlak surette hizmet etmek ve faydalı olabilmek kaydıyla, hem dünyaya çalışacağız, hem de mânevi dersimizi inkişaf ettireceğiz. Onunla bunun hiçbir tenâkuzu yok. Bazı insan ne onu yapabilir ne de bunu. Muhakkak iş yapmak zarureti var. Bazısı vardır, mâneviyata çalışacağım diye işi gücü bırakır ama bu defa da başkasının malındadır gözü. Bu, daha zararlıdır. Öteki çalışır, gayret eder, Cenab-ı Hakk’ın verdiğinden istifade eder, cemiyet de ondan istifade eder. Yani çalışmak katiyen mâneviyata mâni değildir. Hatta ihtiyaçtır. Âvârelik, başı boş olmak hiç iyi değil. Bilhassa tekâmül etmeyen insanlar için. Kimse kimseye yük olmayacak, elinden geldiği kadar. Mukadderse olur, o başka.”
Hulâsa bir ismi “Zâhir” ve bir ismi de “Bâtın” olan Yüce Mevlâmız, yarattığı her bir şeyin kemâlini zâhir ve bâtın bütünlüğüne koymuş ve kullarının da zâhiren ve bâtınen güzel kul olmalarını murad etmiştir. Böylesi bir kulluğu şahsında müşahede ettiğimiz ve hissettiğimiz Sâhibu’l-vefâ Mûsa Efendiye vefatının 20. Yılında Yüce Rabbimizden rahmetler niyaz ediyoruz.
Kaynak: Dr. Adem Ergül, Altınoluk Dergisi, Sayı: 401