Müslüman Olan Doktorun Tüyler Ürperten Konuşması
Amerika'da hidayete eren bir doktorun mü'minlere düşen vazifeleri gözler önüne seren konuşması.
Amerika’da bir doktor hidâyete ermiş ve bunun için bir mescidde merâsim tertiplenmişti. Uzak ve yakından pek çok müslümanın katıldığı bu merâsimde, hidâyete ermiş olan o doktor bir konuşma yapacak ve İslâm’ı seçmekteki gerekçesini nakledecekti. Sözlerine başlamadan önce:
“−Siz müslümanlara bir sualim var. Konuşmama başlamadan önce onun cevâbını almak istiyorum.” dedi ve şu suali sordu.
“−Benim annem de babam da birer hristiyan olarak vefât ettiler. Size bunların öldükten sonraki durumlarının ne olduğunu soruyorum?!”
Cemaat endişelendi. Bu yeni müslümanın kararına tesir edecek bir keyfiyet olup da, acaba merâsimde bir tatsızlık çıkar mı diye korktular ve:
“−İslâmî tebliğ onlara ulaşmamış ise mâzurdurlar. Âlem-i berzahta bekleşmektedirler. Bu husus, mahşerde mizândan sonra belli olacaktır.” diye cevap verdiler.
Bunun üzerine doktor sözlerine şöyle devam etti:
“−Ey müslümanlar! Benim annem de, babam da benden daha bilgili, ahlâklı ve insaflı, yâni hakşinas kimselerdi. Lâkin içinde yaşadıkları cemiyetin şartlandırmasıyla hristiyan olarak yaşadılar ve o hâl üzere de vefât ettiler. Mâsum bir nebî olan Hazret-i Îsâ’yı, ulûhiyette Cenâb-ı Hakk’a ortak sanıyorlardı. İslâm’dan ise hiç haberleri yoktu. Böyle bir dînin belki ancak ismini duymuşlardı.
Allâh hepinizden râzı olsun ki, buraya gelip bu mescidi açtınız. Beni bulup İslâm’ı anlattınız ve hidâyetime vesîle oldunuz. Size teşekkür ederim. Lâkin benim annem de, babam da birer emekli insandılar. Neden biriniz onlara yaklaşıp, bana anlattıklarınızı onlara da anlatmadınız? Eğer bunu yapsaydınız, onların benden daha da istekli bir sûrette İslâm’ı kabul edeceklerine hiç şüphem yoktu.
Evet biliyorum, îmân bir nasib işi ve kader îcâbıdır. Lâkin bu âlem de, bir sebepler âlemidir. Siz, neden sebeplere tevessül ederek bu vazifeyi îfâ etmediniz. Ben inanıyorum ki, onların İslâm nîmetinden mahrum olarak âhirete göçmelerine, sizin ihmal ve gafletiniz sebeb olmuştur. Onlar, mahşer gününde sizden davâcı olacaklar... Ben de… Ben de...” demiş ve kürsüde bir müddet hıçkırıklarla ağladıktan sonra, müslüman olma gerekçesini anlatmaya başlamıştır.
Bu ibretli vâkıa bizi ürpertmeli ve derin derin düşündürmelidir. Çünkü İslâm’ı tebliğ, imkân nispetinde her müminin üzerine ilâhî bir vazifedir. Bu ise, bugün itibâriyle telkin vasıtalarının çoğalması sebebiyle, mesûliyeti ağırlaşmış olan bir keyfiyettir. Bırakın dünyanın ücrâ bir köşesinde yaşayıp da İslâm’dan haberi olmayanları, çevremizde bulunduğu hâlde, îkaz ve irşâdında ihmalkâr kaldığımız pek çok kimse, âhirette yakamıza yapışacak ve İslâm’ı tebliğ ve telkindeki kifâyetsizliğimizin hesâbını soracaktır.
Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Vakıf-İnfâk-Hizmet, Erkam Yayınları