"müslüman Saati" Olur mu?
Türk Edebiyatı'nın öncü şair ve yazarlarından Ahmet Haşim, şiirleri gibi nesirleri ile de büyük beğeni toplamış, tartışma yaratmış bir şahsiyet. Haşim, 19.yy’ın sonu 20.yy’ın başında Osmanlı’nın yıkılışına şahitlik eden aydınlardandı. Bu aydınların büyük bir kısmının vatanın kurtuluşunun Batılı hayat tarzıyla, Batılı gibi olmakla çözülebileceğine kani olduklarını ve bunun devletimizin, milletimizin başına neler açtığını artık hepimiz biliyoruz. Bugün çağdaşlık olarak sunulan bakış açısının da bundan hiçbir farkı olmadığını görüyoruz.
Ahmet Haşim’in 1920’lerin başında kaleme aldığı “Müslüman Saati” yazısını yalnızca saatler üzerinden düşündüğünüzde bile Batılı değerleri almanın Türk toplumunu nasıl etkilediğini ve dönüştürdüğünü bugün daha iyi anlıyoruz. Sanayi toplumunun insanî ilişkileri yıktığı ve insanı makinaya esir ettiği günümüzde “zaman” ve “mekan” kavramları değişti. İnsanımızın "Müslüman Saati" ile elde ettiği o eski mesut günleri şerefyab ederek anıyoruz.
İstanbul’u yenileştiren ve yerlisini şaşırtan istilâların en gizlisi ve en tesirlisi yabancı saatlerin hayatımıza girişi oldu. “Saat”ten kastımız, zamanı ölçen âlet değil fakat bizzat zamandır. Eskiden kendimize göre yaşayışımız, düşünüşümüz, giyinişimiz ve kendimize göre, dinden, ırktan ve ananeden hayat alan bir zevkimiz olduğu gibi bu hayat üslubuna göre de “saat”lerimiz ve “gün”lerimiz vardı. Müslüman gününün başlangıcını şafağın parıltıları ve nihayetini akşamın ziyaları tayin eder. Madenden sağlam kapaklar altında saklı tutulan eski masum saatlerin yelkovanları yorgun böcek ayakları tarzında, güneşin sema üzerindeki hareketiyle az çok ilgili bir hesaba uyarak, minenin rakamları üzerinde yürürler ve sahiplerini, zamandan aşağı yukarı bir sıhhatle, haberdâr ederlerdi. Zaman sonsuz bahçe ve saatler orada açan, gâh sağa gâh sola meyleden güneşten rengârenk çiçeklerdi. Yabancı saati kuşatmasından evvel bu iklimde, iki ucu gecelerin karanlığıyla simsiyah olan ve sırtı, çeşitli vakitlerin kırmızı, sarı ve lâcivert ateşleriyle yol yol boyalı, azîm bir canavar halinde, bir gece yarısından diğer bir gece yarısına kadar uzanan yirmi dört saatlik “gün” tanınmazdı. Ziyada başlayıp ziyada biten, on iki saatlik, kısa, hafif, yaşanması kolay bir günümüz vardı. Müslüman’ın mesut olduğu günler, işte bu günlerdi; şerefli günlerin olaylarını bu saatlerle ölçtüler.
Gerçi, astronomik hesaplara göre bu “saat” iptidaî ve hatalı bir saatti fakat bu saat hatıratın kudsî saatiydi. Güneş saatinin adetlerimiz ve işlerimizde kabulü ve ezanî saatin geri safa düşüp camilere, türbelere ve muvakkithanelere bırakılmış battal bir “eski saat” haline gelişi, hayata bakış tarzımızın üzerinde korkunç bir tesire sahip olmamış değildir. Giden saatler babalarımızın öldüğü, annelerimizin evlendiği, bizim doğduğumuz, kervanların hareket ettiği ve orduların düşman şehirlerine girdiği saatlerdi. Bunlar, hayatı etrafımızda serbest bırakan geniş ilgisiz dostlardı. Gelen yabancılar ise hayatımızı sonu meçhul bir düstura göre yeniden tanzim ettiler ve ruhlarımız için onu tanınmaz bir hale getirdiler. Yeni “ölçü” bir zelzele gibi zaman manzaralarını etrafımızda darmadağın ederek, eski “gün”ün bütün setlerini harap etti ve geceyi gündüze katarak saadeti az, meşakkati çok, uzun, bulanık renkte bir yeni “gün” vücuda getirdi.
Bu Müslüman’ın eski mesut günü değil, sarhoşları, evsizleri, hırsızları ve katilleri çok ve yeraltında mümkün olduğu kadar fazla çalıştırılacak köleleri sayısız olan büyük medeniyetlerin acı ve nihayetsiz günüdür. Unutulan eski saatler içinde eksikliği en ziyade hasretle tahattur edilen saat akşamın on ikisidir. Artık “on iki” solgun yeşil sema altında, ilk yıldıza karşı müezzinin Müslümanlara hitap ettiği, sokakların lâcivert bir sisle kaplandığı, ışıkların yandığı, sinilerin kurulduğu ve yarasaların mahzenlerden çıkıp uçuştuğu o müessir ve titrek saat değildir. Akşam telâkkisinden koparak, gâh öğlenin hararetinde ve gâh gece yarılarının karanlığında mevhum bir zamanı bildiren bu saat, şimdi hayatımızda renksiz ve şaşkın bir noktadır. Yeni saat, Müslüman akşamının hüzünlü ve gösterişli dakikasını dağıttığı gibi yirmi dört saatlik yabancı “gün”ün getirdiği geçim şekli de bizi fecr âleminden uzak bıraktı. Başka memleketlerde fecri yalnız kırdan şehre sebze ve meyve getirenlerin ahmak gözleriyle ıstırap çekenlerin şişkin kapaklar içinden bakan kırmızı ve perişan gözleri tanır. Bu zavallılar için fecrin parıltıları, yeniden boyuna geçirilecek olan hayat ipinin kanlı ilmeğini aydınlatan bir ziyadır. Hâlbuki fecir saati, Müslüman için rüyasız bir uykunun sonu ve yıkanma, ibadet, neşe ve ümidin başlangıcıdır. Müslüman yüzü, kuş sesleri ve çiçek kokuları gibi fecrin en güzel tecellilerindendir. Kubbe ve minareleri o alaca saatte görmemiş olan gözler, taşa en ilâhî anlamı veren o muhayyirü’l-ukul mimârîyi anlamış değillerdir. Esmer camiler, fecrden itibaren semavî bir altın ve semavî bir çini ile kaplanır ve İslâm ustalarının bitmemiş eserleri o saatte tamamlanır. Bütün mâbetler içinde güneşten ilk ziya alan camidir. Bakır oklu minareler, güneşi en evvel görmek için havalarda yükselir.
Şimdi heyhat, eski “saat”le beraber akşam da fecir de bitti. Birçoklarımız için fecir, artık gecedir ve birçoklarımızı güneş, yeni ve acayip bir uykunun ateşlerinden, eller kilitli, ağız çarpılmış, bacaklar bozuk çarşaflara dolanmış, kıvranırken buluyor. Artık geç uyanıyoruz. Çünkü hayatımıza sokulan yeni ve fena günün eşiğinde çömelmiş, kin, arzu, hırs ve haset sürülerinin bizi ateş saçan gözlerle beklediğini biliyoruz. Artık fecri yalnız kümeslerimizdeki dargın ve mağrur horozlara bıraktık. Şimdi Müslüman evindeki saat, başka bir âlemin vakitlerini gösterir gibi bizim için gece olan saatleri gündüz ve gündüz olan saatleri gece renginde gösteriyor.
Çölde yolunu şaşıranlar gibi biz şimdi zaman içinde kaybolmuş kimseleriz.
Ahmet HAŞİM
Dergâh, c.I, nr.3, 16 Mayıs 1337/1921
(Bu yazı Dergâh Edebiyat Sanat Kültür Dergisi’nin Cilt: I Sayı: 4 / Haziran 1990 tarihinde 19’uncu sayfada yayımlanmış olan metin gözden geçirilerek az da olsa yeniden sadeleştirilmiştir)
-----------------------------------------------------------
Mahfuz: Saklanan
Ziya: Işık, aydınlık
Mine: Saat kadranı
Namütenahi: Sonsuz, ucu bucağı olmayan
İptila: Düşkünlük, tiryakilik
Vakayi: Vâki olup zuhur eden hususlar
Rüyet: Görmek, bakmak
Bedmest: Kendinden geçmiş derecede sarhoş
Mevhum: Aslı olmayıp evham mahsulü olan.Vehim
Muşaşa: Gösterişli
Muhayyir-ül Ukul: Akıllara hayret veren. Akılları şaşırtan, akılları durduran
Feleki: Astronomik
Azim; Büyük, yüce, çok ileri
Kudsi: Mukaddes, kutsal, muazzez
Tahattur: Hatırlamak
İptidai: ilkel.
Müessir: Dokunaklı
Telakki Karşılamak. Almak. Kabul etmek.
Fecr: Tan yerinin ağarması. Şafak. Sabah vakti, güneş doğmadan evvel şarkta hâsıl olan kızıllık
YORUMLAR