Müslümanın Ayarı Firâset ve Hassâsiyet
Firâset, Allah Teâlâ’nın kalplere lutfettiği müstesnâ bir nûrdur. Yani akıllılık, üstün zekâ, sezmek, bilmek ve anlamak gibi hâllerin mânevî bir idrâk kâbiliyeti olarak kalpte tecellî etmesidir. Kalbe doğan samimî hisler ve nâil olunan ilhamlar sâyesinde, hâdiselerin içyüzünü doğru tahmin ve teşhîs etmektir.
Hazret-i Süleyman, çocukluğundan itibâren yüksek bir anlayışa sahip, çok zeki bir insandı. Onun bu husûsiyetiyle ilgili olarak Rasûlullah şöyle bir hâdise anlatır:
“…Vaktiyle, beraberlerinde çocukları olan iki kadın yolda giderlerken bir kurt gelip büyük kadının çocuğunu alıp götürmüştü. Bunun üzerine bu kadın, arkadaşı (olan küçük) kadına:
«–Kurt, senin çocuğunu götürdü.» dedi. Diğer kadın:
«–Hayır, senin çocuğunu götürdü!» dedi. Nihâyet bu iki kadın, aralarında hükmetmesi için Dâvûd’a mürâcaat ettiler. Dâvûd, (getirdikleri delillere bakarak) çocuğun büyük kadına âit olduğuna hükmetti. Onlar muhâkemeden çıkıp, Hazret-i Dâvûd’un oğlu Süleyman’a gittiler. Hazret-i Dâvûd’un hükmünü söylediler. Süleyman da:
«–Bana bir bıçak getirin! Çocuğu bu iki kadın arasında paylaştırayım!» dedi. Bunun üzerine, çocuğun gerçek annesi olan küçük kadın derhâl ileri atıldı:
«–Aman öyle yapma! Allah sana rahmet eylesin! Çocuk bu kadınındır!» dedi. Bunun üzerine Süleyman, çocuğun küçük kadına âit olduğuna hükmetti.” (Buhârî, Enbiyâ, 40)
ALLAH'IN KALPLERE LUTFETTİĞİ MÜSTESNA BİR NUR
Firâset, Allah Teâlâ’nın kalplere lutfettiği müstesnâ bir nûrdur. Yani akıllılık, üstün zekâ, sezmek, bilmek ve anlamak gibi hâllerin mânevî bir idrâk kâbiliyeti olarak kalpte tecellî etmesidir. Kalbe doğan samimî hisler ve nâil olunan ilhamlar sâyesinde, hâdiselerin içyüzünü doğru tahmin ve teşhîs etmektir. Şüphesiz ki bu firâsete, nefsinin gururundan sıyrılıp Allâh’ın nûruyla bakanlar nâil olabilirler. Rasûlullah:
“Mü’minin firâsetinden sakınınız! Çünkü o, Allâh’ın nûruyla bakar.” [1] buyurmak sûretiyle, her mü’minin firâsetinin îmânı nisbetinde olduğuna işâret etmişlerdir.
FİRASETİN ŞAHESERİ
Abdülkâdir-i Geylânî Hazretleri, başından geçen bir hâli şöyle anlatmıştır:
“Bir gün gözümün önünde bir nur peydâ olmuş ve bütün ufku kaplamıştı. Bu nedir diye bakarken, nurdan bir ses geldi:
«–Ey Abdülkâdir, ben senin Rabbinim! Bugüne kadar yaptığın amel-i sâlihlerden öyle memnûnum ki, bundan böyle sana haramları helâl eyledim.» dedi.
Ancak hitap biter-bitmez, ben bu sesin sahibinin şeytan -aleyhillâne- olduğunu anladım ve:
«–Çekil git ey mel’un! Gösterdiğin nur, benim için ebedî bir zulmettir.» dedim.
Şeytan:
«–Rabbinin sana ihsân ettiği hikmet ve firâsetle yine elimden kurtuldun! Hâlbuki ben yüzlerce kimseyi bu usûl ile yoldan çıkarmıştım.» diyerek uzaklaştı.
Ellerimi ulu dergâha açtım; bunun, Rabbimin fazlı olduğu idrâki içinde Cenâb-ı Hakk’a şükürler eyledim.”
Cemaatten biri:
“–Onun şeytan olduğunu nereden anladınız?” diye sorunca şu cevabı verdi:
“–«Sana, haramları helâl kıldım.» demesinden!..”
Hakîkaten bir kul, sâlih amelleri ve güzel hâlleri sebebiyle helâl-haram hudutlarından muaf tutulacak olsaydı, en başta beşeriyetin Hakk’a kulluktaki zirvesi Peygamber Efendimiz böyle bir muâfiyete sahip olurdu. O’na bile böyle bir imtiyaz tanınmadığına göre, hiç kimseye de tanınacak değildir.
İşte bu, hayat boyunca herkesin muhtaç olduğu bir firâset örneğidir.
Firâsetin şâheseri, ölüm muammâsının sırrını çözebilmektir. Zira fânî âlemde sırlara ve hakîkatlere ârif olabilmek, ancak “ölmeden evvel ölebilmek”le mümkündür.
FİRASETİN ŞARTI
Hazret-i Mevlânâ buyurur:
“Akıllılar önceden ağlar; sonunda tebessümlere gark olurlar. Ahmaklarsa, önceden kahkahalara boğulur, sonra da başlarını taşlara vurarak ağlarlar. Ey kişi! Firâsetli olup işin sonunu başlangıçta iken gör de cezâ gününde pişmanlık ateşiyle yanıp tutuşma!..”
Firâsetin şartı, helâl lokma yemek, kalbî hayâtı inkişâf ettirmek ve tefekkürde derinleşmektir. Tefekkür ve tahassüste ilk adım, etrafa ibret nazarıyla bakmaktır. Allah Teâlâ, Kur’ân-ı Kerîm’in pek çok yerinde kullarını böyle ibretleri kavramaya medâr olacak bir basîretle bakmaya davet etmiştir.[2]
Şâh el-Kirmânî şöyle der:
“Kim gözünü haramlardan korur, nefsini şehvetlerden uzak tutar, iç âlemini murâkabe, dış âlemini de Sünnet’e uymakla îmâr eder ve helâl lokmayla beslenirse, onun firâseti hiçbir zaman şaşmaz!” (Ebû Nuaym, Hilye, X, 237)
FİRASET SAHİBİ BİR SOHBETÇİ
Firâset sahibi bir sohbetçi, kardeşlerinin arasını ıslah etmeli ve onları en güzel şekilde idare etmelidir. Sertliğin aşırısının kin doğuracağını, hoşgörünün aşırısının ise otoriteyi zayıflatacağını bilip orta yolu tutmalıdır. Zira selâmet ve muvaffakıyet bundadır.
Sohbetçi, dâimâ mü’min kardeşinin rûhuna girecek bir damar bulmalıdır. Hak dostları, insanların menfî hâllerini düzeltmeden önce, sohbetin feyz ve bereketiyle onların kalplerini yumuşatarak ıslâha hazır hâle getirirler. Nefislerdeki öfke ve gazap fırtınalarını dindirerek nedâmetin tatlı meltemlerinin vücut bulmasına zemin hazırlarlar. Muhâtaplarına öyle firâset dolu telkinlerde bulunurlar ki, onlar hatâlarını anlayıp büyük bir şevkle telâfîye yönelirler.
Sohbet eden kişi; samimiyetle lâubâlîlik, tevâzû ile zillet, vakar ile kibir hudutlarına da dikkat edecek kadar firâset sahibi olmalı, bunları birbirine karıştırmamalıdır.
Hâsılı, sohbet eden kişi, her hususta düşünerek ve firâsetle hareket etmeyi şiâr edinmelidir.
[1] Tirmizî, Tefsîr, 15/3127.
[2] Bkz. Kāf, 6; Yûnus, 101; el-Ğâşiye, 17-20; en-Nûr, 43; el-Hac, 63; er-Ra’d, 3; el-Enbiyâ, 31; en-Nahl, 65; er-Rûm, 50; Muhammed, 10...
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Sohbet ve Adabı, Erkam Yayınları