Müslümanın Ayırıcı Özelliği
İnsan ne kadar kusurlu olursa olsun, onu reddetmeyip bilâkis ona bir baba şefkatiyle yaklaşabilme olgunluğunun mânevî irşaddaki bereketli netîcelerinden biridir.
Nakledildiğine göre, Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri’nin bir talebesi vardı. Birgün onu, kendisini lekeleyecek bir durumda yakalamışlardı. Bundan son derece mahcûb olan talebe, oradan ayrıldı ve bir daha dergâha gelmedi. Aradan bir müddet geçtikten sonra, gönül hânesi harab olmuş bu talebe, sohbet arkadaşlarıyla çarşıdan geçmekte olan Cüneyd-i Bağdâdî’nin gözüne ilişiverdi. Talebe, hocasını fark edip, utancı sebebiyle oradan hızla uzaklaştı. Durumu sezen Cüneyd -kuddise sirruh-, yanındakilere dönüp:
“–Siz gidin, benim yuvamdan bir kuşum kaçmış!” deyip, talebesinin ardınca gitti. Geri dönüp bakan talebe, hocasının kendisini tâkib etmekte olduğunu görünce, daha da heyecanlandı ve adımlarını sıklaştırdı. Gide gide bir çıkmaz sokağa girdi. Mahcûbiyetin verdiği telaşla, gayr-ı ihtiyârî başını duvara çarptı. Hocasını karşısında gördüğünde ise renkten renge girdi ve başını önüne eğdi. Cüneyd -kuddise sirruh-:
“–Evlâdım! Nereye gidiyorsun, kimden kaçıyorsun! Bir hocanın talebesine yardım ve himmeti asıl böyle zor günlerde olur.” dedi ve onu şefkatle alıp dergâha götürdü. Hocasının ayaklarına kapanan talebe, yaptığına pişman olup tevbe etti.
İşte bu hâl, bir insan ne kadar kusurlu olursa olsun, onu reddetmeyip bilâkis ona bir baba şefkatiyle yaklaşabilme olgunluğunun mânevî irşaddaki bereketli netîcelerinden biridir.
OLGUN BİR MÜSLÜMANIN AYIRICI ÖZELLİĞİ
Diğer taraftan hatâ ve kusurları affedebilmenin de ötesinde, kötülüğe dahî iyilikle muâmele edebilmek ve hattâ kötülüğünü gördüğü birinin ıslah ve hidâyeti için duâ edebilmek, olgun bir müslümanın fârik bir vasfı olmalıdır. Bu vasfa, Hazret-i Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in Tâif’te kendisini taşlayanlara bedduâda bulunmayıp, hidâyetleri için duâ etmesi kâfî bir misâldir. Yine O’nun, getirdiği dînin izzetini korumak için Mekke’de insanların kahrolup gazab-ı ilâhî ile helâk olmalarını değil, her birinin hidâyet dâiresi içine girmelerini istemesi şeklindeki üslûbu, nice azgın nefis sâhiplerinin ıslah ve kurtuluşuna vesîle olmuştur.
Hadîs-i şerîfte de şöyle buyurulur:
“Size iyilik yapanlara karşı iyilik yapmak, fenâlık yapanlara da fenâlık yapmak meziyet değildir. Asıl meziyet, size fenâlık yapanlara karşı aynı şekilde mukâbelede bulunmayıp iyilik yapabilmektir.” (Tirmizî, Birr, 63)
İSLÂM'I TEBLİĞDE TASAVVUFİ ÜSLÛB
Zîrâ iyilik yapılan kimse düşmansa, dost olur; ortadaysa, yaklaşır; yakındaysa muhabbeti ziyâdeleşir. Bugün, dünyada materyalizmin acımasız sultasına kapılarak büyük bir mâneviyat buhranına sürüklenmiş olan insanların, rûhî bir rahatlama için daha ziyâde mistik telâkkîlere rağbet etmekte olmalarının sebebi budur. İslâm’ın takdîm ve telkîninde tasavvufî üslûbun kullanılması da bu yönden daha muvaffakıyet vericidir. Bugün Batı’da hidâyete eren seçkin zümrenin çoğu, rûhundaki boşluğu tatmin için, Hazret-i Mevlânâ ve İbn-i Arabî gibi büyük mutasavvıfların eserlerine mürâcaat etmektedirler. Yine Batı âleminde revaçta olan İslâmî eserlerin başında da tasavvufî eserler gelmektedir. Bu sebeple günümüzde:
“Gel! Gel! Ne olursan ol, yine gel!
Kâfir, mecûsî veyâ putperest olsan da, gel!
Bizim dergâhımız (olan İslâm) ümitsizlik dergâhı değildir.
Yüz kerre tevbeni bozsan, yine de gel!” diyen Mevlânâ’nın, bütün insanlık âlemini kuşatan kalbî enginliğine şiddetle ihtiyaç vardır.
Mevlânâ Hazretleri’nin bu müsâmahakâr dâvetindeki gâye, insanı, öz cevheriyle tanıştırıp onu şefkat ve müsâmahanın feyizli zemîninde hatâlarından kurtararak İslâm ile şereflendirmektir. Yoksa herkesi bulunduğu eski hâli üzere kalmak şartıyla gâyesizce kabullenmek değildir. Maksad, o kişinin iç âlemini düzeltmektir. Bir tâmirciye âletin bozuğu götürülür. Böyle zatların gönül dergahları da bir tâmirhâneye benzer ki, orada yapılan iş, yanlışları düzeltmek olduğu için, dâvetin daha ziyâde hatâlı insanlara hitâben yapılması gâyet tabiîdir.
Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Vakıf-İnfak-Hizmet, Erkam Yayınları
YORUMLAR