Müslümanın Dürüstlük ile İmtihanı
İnsani ilişkilerde dürüstlüğün önemi nedir? Bugün Müslümanların zor imtihanı: “Dürüst olmak.”
İslam’ın diğer batıl dinlerden en büyük farkı dürüstlüğe, doğru sözlü olmaya verdiği kıymettir. İslamiyet sadece Allah’a karşı dürüst ve muti olmamızı emretmez; Allah’ın kullarına karşı da dürüst olmayı gerçek dindarlığın en önemli şartı olarak görür. Dürüstlüğün olmadığı yerde yalancılık, aldatma ve zulüm vardır.
Yüce Rabbimiz “en güzel şekilde yarattım” buyurduğu kullarının haklarını koruma hususunda son derece gayurdur. Öyle ki Rabbine karşı ibadetlerini yerine getirdiği halde, O’nun kullarının hakkına riayet etmeyenler Allah katında makbul bir insan sayılmamıştır.
İNSANİ İLİŞKİLERDE DÜRÜSTLÜĞÜN ÖNEMİ
Hz. Ömer (r.a) insani ilişkilerde dürüstlüğün önemini şu sözleri ile gayet net ifade eder:
“Bir kimsenin kıldığı namaza, tuttuğu oruca bakmayınız, konuştuğunda doğru söylüyor mu? Kendisine bir şey emanet edildiğinde ona riayet ediyor mu? Dünya ile meşgul olurken helal ve harama riayet ediyor mu? Ona bakınız.”
Maneviyat dünyamızın güneşlerinden İmam Rabbani bu sebeple kul hakkını Allah haklarından daha ziyade gözetmeyi tavsiye eder ve şöyle der:
“Hak Teâlâ mutlak zengindir (insanların ibadetlerine ihtiyacı yoktur) ve merhametlilerin en merhametlisidir. Kullar ise fakir ve muhtaçtır, üstelik cimri ve zayıftırlar (ahirette en ufak bir alacaklarından bile vazgeçmezler). Bu sebeple Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Üzerinde (din) kardeşinin namus ve benzeri haklarından bir hakkı olan kişi bugün, dinar ve dirhemin bulunmadığı yere gelmeden önce helâllik alsın. (Kıyamet günü) Eğer salih bir ameli varsa zulmü nisbetinde kendisinden alınır (zulme uğrayana verilir). Eğer sevapları yoksa zulmettiği kişinin kötülüklerinden alınıp kendisine yüklenir.” (Buhârî, Zulüm, 10)
İslam’ın en önemli farzlarından hac normalde tüm günahlara kefarettir, buna rağmen insanları aldatanlar onlara karşı dürüst olmayanlar, bu ilahi affa mazhar olamazlar. Gazali, Ahmed Havari’den şu ibretlik hadiseyi nakleder: “Ebu Süleyman Daranî ile bulunuyordum. Mîkatta ihrama gireceği ve “Lebbeyk” diyeceği sırada bayıldı, sonra ayıldı ve dedi ki: Helâl olmayan para ile hac edip “Lebbeyk” diyenlere, Allah Teâlâ, elinizde olan kul hakkını ödeyinceye kadar; “Size Lebbeyk yok!” der. (İhya) İmam Gazali’ye göre şirk dışında Allah Teâlâ’ya karşı işlenen günahların affı umulur, iman insanı ebedi azaptan kurtarır, bununla beraber bir mümin üzerindeki kul haklarını ödemeden tam bir kurtuluşa eremez.
Dürüstlük, nefsine ağır gelse bile insanın inandığı değerlere göre yaşamasıdır. Nitekim ayette şöyle buyrulur:
“Ey inananlar! Adaleti tam yerine getirerek, Allah için şahitlik edenler olun. Kendinizin, ana babanızın ve yakınlarınızın aleyhinde bile olsa (ve şahitlik ettiğiniz kimseler) zengin veya yoksul da olsalar (adaletten ayrılmayın). Keyfinize uyarak doğruluktan sapmayın.” (Nisa, 135)
İslam tarihine baktığımızda selef-i salihin arasında dürüstlük abidesi şahsiyetleri çokça görürüz. Mesela mezhep İmamımız Ebu Hanife bunların başında gelir, ilim tedrisi ile beraber kumaş ticareti de yapan İmam’a malının gerçek kıymetini bilmeyen bir kadın, satmak üzere bir ipek elbise getirir. İmam malın fiyatını sorar. Kadın yüz dirhem ister, Ebu Hanife, elbisenin değerinin yüz dirhemden fazla edeceğini, fiyatı artırmasını ister. Kadın yüzer yüzer artırarak dört yüze çıktığında Ebu Hanife, malın bundan da fazla edeceğini söyler, bu duruma mana veremeyen kadın, "Benimle alay mı ediyorsun?" diyerek kızar, zira o İmam’ın kendisiyle eğlendiğine kani olmuştur, hangi akıllı tüccar ucuza alabileceği bir mala üç beş kat daha fazla paha öder ki! Ebu Hanife ise: “Ne münasebet, kumaştan anlayan bir tüccar getirelim de malın fiyatını takdir etsin” der. İşin ehli bir tüccar çağrılır, onun takdiri üzerine Ebu Hanife kadından elbiseyi beş yüz dirheme satın alır.
Hak dostu sufiler de aynı şekilde kul hakkında son derece dikkatli olmuşlar, kul hakkına düşeriz korkusu ile kendilerine helal olan mirastan bile vazgeçmişlerdir. Nitekim Nakşî mürşitlerinden büyük insan Sami Efendi, geçmişte Hâris Muhâsibî, Alâüddîn Attâr ve diğer bazı Hak dostlarının yaptığı gibi, aileden kalan büyük bir mirasa el sürmemiştir. Kendisi Ramazanoğulları beyliğinin bir vârisi olduğu halde ecdadından kalan çok sayıda tarla, dükkân vb. kıymetli akarı kabul etmemiştir. Hatta bir toprak davasında ailesinin aleyhine şahitlik etmiş, davacı tarafın iddialarının doğru olduğunu söylemiştir. Kendisi Hukuk Fakültesi’nden birincilik ile mezun olmasına rağmen, sistemin değişmesi sebebiyle o alanda çalışmayı da tercih etmemiştir. Zira şeriatın olmadığı bir nizamda adalet, dürüstlük ve hakşinaslık mümkün değildir. Maişetini bir ticarethanenin muhasebesini tutarak temin etmiş, yüksek yargıda şöhretli bir makamı istememiş, bir mağazanın muhasebe bölümünde elinin emeği ile kazanarak imrar-ı hayatı tercih etmiştir.
Aynı şekilde Hâce Musa Topbaş (k.s.) da kayınpederinden kalan mirasın paylaşımında muhterem eşine bu malda başka akrabalarının da hak sahibi olduğunu söylemiş ve yüklü meblağda mirası bu meseleden haberi bile olmayan hak sahiplerine teslim etmiştir. Allah Teâlâ, böyle yüksek kalite müminlerin sözlerine vefalarını ve dürüstlüklerini şu ayet ile metheder:
“Müminlerden öyle erler vardır ki onlar Allah'a verdikleri ahde sadık kalmışlardır. Kimi, bu uğurda canını vermiş, kimi de (gerektiğinde aynı fedakarlığı yapma hususunda sırasını) beklemektedir. Onlar verdikleri sözü asla değiştirmemişlerdir.” (Ahzab, 23)
DÜRÜSTLÜK İMTİHANI
Açık konuşmak gerekirse bugün Müslümanlar olarak zor bir dürüstlük imtihanından geçmekteyiz. Maddenin putlaştırıldığı günümüzde dünyevi çıkarlarımıza olan düşkünlüğümüz, lüks ve konforumuzu kaybetme korkumuz bizlerin eğilip bükülmemize, dürüstlükten ödün vermemize sebep olmaktadır. Bu baskıya dur dememizin en önemli yollarından birisi yukarıdaki ayetin tefsiri mahiyetinde olan sufilerin savundukları ahde/ideallere geri dönmemizdir. Bunlar arasında zühd yani gerektiğinde dünya menfaatlerimizi ayaklar altına almak, istikamet yani her konuda dosdoğru olmak, fütüvvet yani insanlığa hizmet için malımızdan ve canımızdan fedakârlık etmek ilk aklımıza gelenlerdir.
İnsanların riyakârlıkta yarıştığı, ticaretin yalan söyleme sanatına dönüştüğü, dürüst insanların mumla aranır olduğu günümüzde, Müslümanlar olarak bizi kurtaracak tek çare Peygamber Efendimizin “el-emin” “güvenilir, namuslu, doğru sözlü” olma vasfına sarılmak olacaktır. Aksi takdirde içi-dışı birbirine zıt, sözü başka ameli başka olan, menfaatler için eğilip bükülen, maddi menfaatleri her şeyin önünde tutan Müslüman tiplemesi yüce dinimize en büyük zararı vermekte, insanları dinden soğutmaktadır. İnsanlar İslam’a değil de Müslümanlara bakarak dinimiz hakkında yanlış düşüncelere kapılmaktadırlar. Bu ise ahiretimiz için büyük bir fitnedir. Yazımızı Yüce kitabımızdaki şu ayetin davetine âmin diyerek bitirelim:
“Ey Rabbimiz! Bizi, iman etmeyenler için bir fitne unsuru (inançsızlık için bir bahane) kılma! Bizi bağışla! Ey Rabbimiz! Yegâne galip ve hikmet sahibi, ancak sensin.” (Mümtehine, 5)
Kaynak: Süleyman Derin, Altınoluk Dergisi, Sayı: 433
YORUMLAR