Müslümanın Görevleri Nelerdir?
Bir Müslümanın görevleri nelerdir? İslam’ın Müslümanlara yüklediği vazifeler.
İslâm’ın dinamizmini sağlayan hususlardan biri vazife çeşitliliğidir:
MÜSLÜMANLARIN GÖREVLERİ
Ferdî ibadetler, içtimâî ibadetler, mâlî ve bedenî ibadetler, virdler, ziyaretler, doğrudan Allâh’a karşı vazifeler, anne-baba, hısım-akraba, konu-komşu, çoluk-çocuk vs. gibi kullara karşı hizmetler... Farz, vâcib ve nâfile ibadetler... Bütün bu çeşitlilik, mü’minin her ânını hayırlı bir faaliyetle doldurabilmesine vesîle olur.
Şu âyetlerde de Cenâb-ı Hak, gündüz içtimâî, gece ise ferdî ibadetlerin ihyâsını Peygamber Efendimiz’den talep eder:
“(Geceyi ihyâ et!) Şüphesiz gece kalkışı, (kalp ve uzuvlar arasında) tam bir uyuma ve sağlam bir kıraate daha elverişlidir.
Zira gündüz vakti, Sana uzun bir meşguliyet var.” (el-Müzzemmil, 6-7)
Yani gece, sakin ve huzurlu hâliyle ferdî ibadete daha uygundur. Gündüz ise içtimâî canlılığı yönüyle, insanın diğer vazifeleriyle doldurulmalıdır.
Dolayısıyla, sadece ferdî ibadetlere ağırlık verip içtimâî gayretleri ihmal etmek, reddedilmiştir. Ebû Hüreyre radıyallâhu anh’ın naklettiği şu hâdise, bu hakîkati ne güzel hulâsa eder:
Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem’in ashâbından bir kişi, içinde tatlı su gözesi bulunan bir dağ yolundan geçmişti. Burası çok hoşuna gitti ve:
“–Keşke insanlardan ayrılıp şu vâdide otursam. Ama Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem’den izin almadan bunu aslâ yapmam.” dedi. Sonra arzusunu Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem’e anlattı. Peygamber Efendimiz:
“–Böyle bir şey yapma. Çünkü sizden birinin Allah yolunda çalışıp gayret sarf etmesi, evinde oturup yetmiş sene namaz kılmasından daha faziletlidir.
Allâh’ın sizi bağışlamasını ve Cennet’e koymasını istemez misiniz? O hâlde Allah yolunda cihâda çıkınız. Kim devenin sağılacağı kadar bir süre bile olsa, Allah yolunda cihâd ederse, mutlaka Cennet’e girer.” buyurdu. (Tirmizî, Fedâilü’l-Cihâd, 17)
Hak dostlarından Ubeydullah Ahrâr Hazretleri de şöyle buyurur:
“Zamanın îcâbı ve zarûreti ne ise onunla meşgul olmak lâzımdır. Zikir ve murâkabe dahî, bir müslümanı huzura kavuşturacak olan bir hizmet bulunmadığı zaman yapılır. Bir insanın sıkıntısını giderip gönlünü kazanmaya vesîle olacak olan hizmet; zikir ve murâkabeden daha önde gelir.
Bazıları nâfile ibadetle meşgul olmayı, hizmetten daha mühim zannederler… Hâlbuki nâfilelerin neticeleri, mü’minlerin sevgisinin neticeleriyle aslâ bir olamaz... Ben bu yolu sûfîlerin kitaplarından öğrenmedim, halka hizmetle elde ettim.”[1]
Yine Allah için yapılacak içtimâî gayretlerin, nâfile ibadetlerden kat kat daha kıymetli olduğunu, şu hâdise ne güzel îzah etmektedir:
İbn-i Abbâs radıyallâhu anh bir gün Peygamber Efendimiz’in mescidinde îtikâfta iken bir kimse yanına gelerek selâm verdi. İbn-i Abbâs radıyallâhu anh:
“–Kardeşim, seni yorgun ve kederli görüyorum.” dedi. Adam:
“–Evet, ey Rasûlullâh’ın amcasının oğlu, kederliyim! Falan şahsın benim üzerimde velâ hakkı var (yani mal mukâbilinde beni âzâd etmişti), fakat şu kabrin sahibi (Allah Rasûlü) hakkı için söylüyorum ki ona borcumu ödeyemiyorum.” deyince İbn-i Abbâs radıyallâhu anh:
“–Senin için o şahısla konuşayım mı?” diye sordu. Adam:
“–Olur.” deyince de hemen ayakkabılarını alıp mescitten çıktı. Adam:
“–Îtikâfta olduğunu unuttun mu, niçin mescitten çıktın?” diye ardından seslendi. İbn-i Abbâs radıyallâhu anh ise:
“–Hayır! Ben, şu kabirde yatan ve henüz aramızdan yeni ayrılmış olan muhterem zâttan duydum ki (bunları söylerken gözlerinden yaşlar akıyordu):
«Her kim, din kardeşinin bir işini tâkip eder ve o işi görürse, bu kendisi için on yıl îtikâfta kalmaktan daha hayırlıdır. Hâlbuki bir kimse Allah rızâsı için bir gün îtikâfa girse, Cenâb-ı Hak o kimse ile Cehennem arasında üç hendek yaratır ki, her hendeğin arası doğu ile batı arası kadar uzaktır.»” (Beyhakî, Şuab, III, 424-425)
Yani İslâm, nâfile ibadetlere fazlaca teksif olarak hayattan kopmayı değil, bilâkis hayatın içinde olmayı, içtimâîleşmeyi tâlim eder. Hayatın eskāline rızâ ve ıslâhına gayreti; yani karşılaşılan sıklet ve meşakkatlerin rûhî sıkıntısını takdîre rızâ ile aşmayı, kötülükle de mücâdele edip iyiliğin galebesi için çalışmayı telkin eder.
Bütün bunlar ise, aktif, canlı, hareketli ve dinamik bir hayat yaşamayı îcâb ettirir.
Bunun içindir ki İslâm’da, Hristiyanlık’taki gibi pasif ve durağan bir ruhbanlık anlayışına yer yoktur. İslâm’da; “halvet der encümen”, yani “halk içinde Hak ile beraberlik” esastır.
Yine İslâm’da, çalışıp elinin emeğiyle geçinmek medhedilmiş, dilencilik -zarurî hâller dışında- men edilmiş, insana dâimâ gayret tavsiye edilmiştir.
Hazret-i Ömer radıyallâhu anh, “Biz tevekkül ehliyiz.” diyerek, mescidde gelen gidenin sadakasıyla geçinmeyi alışkanlık hâline getirenleri; “Siz teekkül ehlisiniz! (Hazır yiyicilersiniz!)” diyerek dağıtmıştır.[2]
Zira gerçek bir tevekkül, öncesinde samimî bir gayret, kararlılık, emek ve azmin bulunduğu bir kalp amelidir. Âyet-i kerîmede de:
“…(Bir iş hususunda) karar verip azmettin mi, artık Allâh’a dayanıp güven…” (Âl-i İmrân, 159) buyrularak, tevekkülden önce azmin gerekli olduğu beyân edilmektedir.
İyimserlik/optimizm bölümünde de dile getirdiğimiz üzere, hiçbir menfî hâdise, kâmil bir mü’minin dinamizmine mânî olamaz, faaliyetlerini durduramaz. Cenâb-ı Hak, bazen bir taşın içinden incir ağacı çıkararak en elverişsiz görünen şartlarda bile nice hayırlar yaratabileceğinin misâlini vermektedir.
Kâinat kitabındaki bu kevnî âyeti gönül gözüyle okuyabilen gerçek mü’minler de şartlar ne kadar nâmüsâit görünürse görünsün, Allâh’ın rızâsını tahsil için bir hizmet ve gayret vesîlesi bulurlar. Bu gönül ufkundan nasipsiz olan gâfiller ise en müsâit şartlar altında dahî Allah için gayret edebilme nîmetinden mahrum kalırlar.
Hadîs-i şerîfte şöyle buyrulmuştur:
“Herhangi birinizin elinde bir hurma fidanı varken, kıyâmet kopacak olsa, derhal onu diksin!” (Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, IV, 63)
Yani mü’min, şartların müsâit olmayışına bakarak rızâ-yı ilâhîyi tahsil arayışından vazgeçmemelidir. Zira mü’min, zaferle değil, seferle memurdur. Kul, elinden gelen gayreti göstermekle mükelleftir. “Tevfik/başarı, Allah’tandır.”[3] Cenâb-ı Hak dilerse netice almayı lûtfeder, dilerse etmez.
Mü’min, mes’ûl olduğu tedbir ve gayreti gösterdikten sonra ilâhî takdîre teslîmiyet göstererek gönül huzuruna da nâil olur.
Meselâ; üslûp, usul ve esaslarına riâyet etmek şartıyla, tebliğ veya irşad vazifesini gerçekleştiren bir kişi, muvaffak olamasa da hem vebalden kurtulur, hem de ihlâsı nisbetinde ecir alır.
Yine, Allah yolunda cihâda giden kişinin elde edeceği şey de “iki hayırdan biri” yani ya “şehitlik” ya da “gâzilik”tir.[4]
Bu sebeple mü’min için gayret ve faâliyete mânî olacak hiçbir endişeye mahal yoktur.
Dipnotlar:
[1] Mîr Abdülevvel, Mesmû‘ât, İstanbul 1993, s. 16, 89; Safî, Reşahât, I, 94, II, 407-408. [2] Bkz. İbn-i Ebi’d-Dünyâ, et-Tevekkül, s. 45, thk. Câsim Süleyman el-Füheyd ed-Devserî, Beyrut 1407/1987. [3] Bkz. Hûd, 88. [4] Bkz. et-Tevbe, 52.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, İslam Tefekkür Ufku, Erkam Yayınları
YORUMLAR