Müslüman'ın Hayat Süzgeci

TEFEKKÜR

Altınoluk Dergisi Yazı İşleri Müdürü Ahmet Taşgetiren, bu zamanda Müslümanın hayat süzgecinden geçirmesi gereken soruları adetâ bir araya getiriyor ve bizi kendimizi sorgulamaya davet ediyor.

Tecdid-i iman, imanın yenilenmesi demek. Camilerde özellikle perşembeyi cumaya bağlayan gece yatsı namazından sonra imamlar, cemaatle birlikte önce tevbe-i istiğfar yaparlar, ardından da tecdid- iman ve tecdid-i nikah diye nitelenen bir duayı okurlar. O dua şöyledir:

“Allahümme innî üridü en üceddidel’îmâne ve’nnikâh’a tecdiden bi kavli lâilahe illallah, muhammedün rasulullah.”

Anlamı şudur:

“Ey Allah’ım, ben, “Lâilahe illallah, Muhammedün rasulullah” diyerek, imanımı ve nikahımı yenilemeyi irade ediyorum.”

Bu irade beyanı, aslında bitmiş, kaybolmuş, tükenmiş, bizi terketmiş bir imanın ve nikâhın yenilenmesi değildir hiç şüphesiz. Ancak bir irade beyanıdır ve Müslüman, bu irade beyanı ile kendi hayatında “iman” ve “nikâh” gibi en diri, en kesin biçimde varolması gereken ve kelime-i şehadetin varlığı ile varlığını koruyan iki müesseseyi şuur ve ikrar planına taşır.

MÜSLÜMANCA YENİLENME

Yapılan, yok olanı geri getirmek değil, yenilemektir.

Tabii ki yenilemek de, bu ihtiyacın duyulması ile alâkalıdır. Demek ki eskime, pörsüme, yıpranma, zayıflama, yorulma, asli karakterinde aşınma gerçekleşmiştir. Müslüman, her hafta, Cuma buluşmasına girerken, kendi kalbinde böyle bir yenilenmeyi gerçekleştirir.

Bu, bir bakıma kayıpların telafisidir. İman ikrârı diri olmak zorundadır ve yukarda saydığımız yıpranma, aşınma, pörsüme, eskime, yorulma, diriliğin bir şekilde azalması, yani imanda kayıp halidir.

Aslında tevbe-i istiğfar dediğimiz şey de, amellerimizdeki kayıpların telafisi niteliğinde bir Müslüman hassasiyetidir. Hatta orada insanlar, yine imamların öncülüğünde “Bilip bilmediğim üzre hata, isyan şirk, her ne ki vaki ve sadır oldu ise” diye başlarlar ve “Ben anın cümlesinden peşiman oldum, bir dahi işlememeye azmü cezmü kast eyledim” derler.

Hem tecdid-i iman, hem tevbe-i istiğfar, bir Müslümanın kendi şahsiyet bütünlüğü ve hayat defteri konusundaki hassasiyetinin yansımasıdır.

Böyle bir hassasiyete, Rasulullah’ın inşa ettiği ilk İslam nesli olan sahabilerde de rastlıyoruz. Mesela Abdullah bin Revâha, Abdullah bin Mes’ud radıyallahü anhüma gibi sahâbilerin zaman zaman etraflarındaki dostlarına “Gelin bir saat iman edelim” dedikleri nakledilir.

İMANDA SEBAT EDİN!

Bundan ne anlamak lâzımdır?

- Gelin şu imanlarımıza bir bakalım, yerinde duruyorlar mı? İnsicamlarını koruyorlar mı? Coşkulular mı? Yorgunluk var mı? Seyrelme var mı? Yıpranma var mı?

“Hâsibû kable en tuhâsebû – Hesaba çekilmeden önce kendinizi hesaba çekiniz” çağrısı da bunun içindir.

Kendi kendinize bakarsanız, yaralarınızı sararsınız demektir.

Kur’an’da “Ya eyyühellezine âmenû âminû- Ey iman edenler iman ediniz...” hitabı vardır. (Nisa suresi, 136)

Bunu müfessirler “İmanda sebat edin” şeklinde anlamışlardır. Demek bir sebat problemi de oluyor imanda. Onun için Rasulullah sallalahü aleyhi ve sellem Efendimiz “Ya mukallibel kulûb, sebbit kalbi alâ dînik – Ey kalbleri evirip çeviren Rabbim, kalbimi senin dinin üzerinde sabit kıl” diye dua ediyor.

Yine Allah Teâlâ, Kitab-ı keriminde mü’minlere “Ey iman edenler, gerçek takva sahibi olun, yani Allah’ın hukukunu çiğnemekten en büyük hassasiyetle sakının” çağrısı yapıyor. (Al-i İmran, 102)

Bu da imanın içinde takva kalitesinin yakalanması çağrısıdır. Bir yerde Müslüman, sürekli kalbine ve hayatına bakma sorumluluğu ile karşı karşıyadır.

MÜSLÜMANIN HAYATINDA NE AZALMIŞSA ORADA BİR KAYIP GERÇEKLEŞMİŞTİR

Şu söylenebilir: Müslümanın hayatında ne azalmışsa, orada bir “Kayıp” gerçekleşmiştir.

“Neleri kaybettik?” diye bir soru sorulduğu zaman, hem kişiler hem ümmet planında bir derin muhasebe yapmak durumundayız. Kalblerimiz nasıl, davranışlarımızdan oluşan hayatımız nasıl?

Cahiliye toplumu varlığın mânâsını idrak noktasından bakıldığında hep kaybetmiş bir toplumdu.

Sahabeye baktığımızda ise, onlar, çürümüş, pörsümüş, kokuşmuş, insanlıktan çıkmış bir toplum hayatı içinde İslam’la buluşarak muazzez bir kişilik kazanmış insanlardı.

Onlar Kur’an’la ve Rasulullah (s.a.v.)’ın inşa edici önderliği ve gayretiyle insanlık adına kayıplarını telafi ettiler, kazandılar, kazandılar, kazandılar.

Kazanmak demek onlar için Müslümanlıklarını taş taş, hücre hücre inşa etmek anlamına geliyordu. Onlar yaşayarak kazanıyorlardı, bazan ölerek (şehadet şerbeti içerek) kazanıyorlardı. Kaybetmek ise, İslam’da fire vermek demekti.

Acaba bir Müslümanın hayatında neler eksilirse kaybetmiş olur, nelerle buluşursa kazanmış olur?

Bunun bugün sorulması bugün İslam dünyası ve Müslümanlar olarak içinde bulunduğumuz mazlumiyetin, ezilmişliğin, yenilmişliğin, altta kalmışlığın sebebini bulma ve yeniden toparlanma imkanını arama gayreti ile alâkalıdır.

BÜYÜK SORU BU!

Acaba her şeyin sebebi olacak bir sebep ve her şeyi yeniden kazandıracak tılsımlı bir iksir bulup da, bir hamlede her şeyi Asr-ı Saadet kıvamına getirebilir miyiz?

Büyük soru bu. Belki bu büyük soruya, şu soruyu ilave ederek cevap ararsak hani mucize niteliğinde bir yeniden oluşun kapısını aralayabiliriz:

-Dinimizin ne kadarını kaybettik? Gelin şu ayeti de mealen okuyalım:

“Ey iman edenler, size hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah’a ve Resulüne icabet edin.” (Enfal, 24)

Bu ayeti doğru anlıyorsak, o zaman, varlığımızdaki ölü alanlara bakmamız lâzım. Orada Allah ve Rasulünün çağrılarından kopuş var demektir.

Kimbilir belki kurtuluşumuz küçük cihaddadır, belki de büyük cihadda. Kimbilir belki kurtuluşumuz duadadır.

Belki “Veyl”den kurtarabildiğimiz namazlardadır, tekbirdedir, kıyamdadır, belki Halik Teâlâ’ya yakınlığı duyumsayabildiğimiz secdededir.

Belki bir yetimin başını okşamadadır. Belki bir garibin gönlüne sevinç taşımaktadır. Belki bir çocuğa “Allah” demeyi öğretmektedir.

Belki seher vakitlerinde uyanıp, “Allah zikri” ile, tefekkür-i mevt ile, Rasulullah’tan bu yana İslam’ı güzel yaşayan Allah dostları ile bir gönül sofrasında buluşarak kalb işçiliğine soyunmaktadır.

İSLAM BENİM İÇİN NEDİR?

Belki küçücük bir şeydedir, yolda insanlara eziyet veren bir taşı kaldırma hassasiyetindedir. Belki tebessümü Müslüman yüzünün asli karakteri haline getirmektedir.

Muhyiddin ibn Arabi hazretlerinin dediği gibi yere, göğe, havaya, suya iyi davranmaktadır belki.

Hayatımızdan masivayı kovmaktadır belki. Belki “Lâ”ların ve “İllâ”ların kalb kıvamı olmasıdır. Belki en başta “İslam benim için nedir?” sorusunun sorulmasıdır.

İslam’ı aşkla yaşamaktır belki. İslam’ı yorgun hallerin tavrı olmaktan çıkarmaktır. Benlerimizin cilası olmaktan çıkarmaktır.

“İslam hayattır” düsturunu hayatın bütün alanlarında hayata geçirmektir belki.

Belki İslam sınırları içine girip de imanın henüz kalblerine nüfuz etmediği insanlar olmaktan çıkmak ve bihakkın, Rabbin hoşnudluğunu kazanmış, hani o “Girin kullarımın arasına, girin cennetime” diyeceği Müslüman olmaktır.

Rabbimizin içimizden çıkarmamızı istediği “Hayırlı ümmet” olmaya kafa yorduk mu hiç? “Hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten sakındıran...”

KURTULUŞ İSTİYOR MUYUZ?

Kurtuluş istemiyor muyuz, “Kurtulanlar onlardır” diye buyuruyor Halik Teâlâ. (Al-i İmran, 104)

O ümmetin öncülüğü iledir insanlığın kurtuluşu. Ama önce o ümmet yakalamalı kurtuluşu. Bir nal bir atı, bir at bir kumandanı, bir kumandan bir savaşı kaybeder, ülke kaybeder.

Veda Hutbesi’nde Allah Rasulü (s.a.v.) mü’minlere şöyle sesleniyordu:

“Ey Mü’minler, gerçekten şeytan, sizin şu topraklarınızda kendisine kulluk edilmesinden ümidini ebediyen kesmiş bulunuyor. Fakat o, önemsiz saydığınız iş ve davranışlarınızda kendisine uyulmasından memnun olacaktır. Dininizi ondan koruyunuz!” (bkz. ibn Hişam. Siyre, IV, 251)

Acaba hayatımızda şeytana ümit veren önemsiz saydığımız şeyler nelerdir, bir bakıp kendimizi süzmemiz gerekmez mi?

Kaynak: Ahmet Taşgetiren, Altınoluk Dergisi, Eylül 2015, 355. Sayı