Müslümanın İnternet ve Sosyal Medya Âdâbı
Mes’ûliyet şuuruna sahip bir mü’min telefon, televizyon, internet ve sosyal medya gibi iletişim araçlarını kullanırken nelere dikkat etmelidir? İşte dikkat etmemiz gereken beş husus...
Dünya nîmetleri, iki uçlu bir bıçak gibidir; onu doğru kullanmasını bilenler için bir lütuf ve ikram iken, Allâh’ı ve âhireti unutacak derecede câzibesine kapılıp gaflet sarhoşluğuna düşenler için, büyük bir fitne ve hüsran sebebidir.
Bu bakımdan insanoğlu, bu nimetlerin, günün birinde hesâbı verilecek emânetler hükmünde olduğunun idrâki içinde yaşamalıdır. Zîra âyet-i kerîmede:
“Bizim sizi boşuna yarattığımızı ve tekrar huzurumuza döndürülüp hesap vermeyeceğinizi mi sandınız?” (el-Mü’minûn, 115) buyrulmaktadır.
Dolayısıyla, sâhip olduğumuz maddî ve mânevî nîmetleri kullanırken, tamâmen serbest bırakılmadığımızı ve bunları rızâ-yı ilâhîye muvâfık bir şekilde kullanmak mecbûriyetinde olduğumuzu düşünmemiz îcâb eder.
Rabbimiz diğer bir âyet-i kerîmede de:
“Nihâyet o gün (dünyâda faydalandığınız) nîmetlerden elbette ve elbette hesâba çekileceksiniz.” (et-Tekâsür, 8) buyurarak büyük hesâbı hatırlatmakta ve mes’ûliyetimizi vurgulamaktadır.
Bu mes’ûliyet şuuruna sahibi bir mü’minin telefon, televizyon, internet ve sosyal medya gibi iletişim araçlarını kullanırken şu hususlara dikkat etmelidir:
- Zamanı israf etmemek,
Son derece kıymetli bir sermâye olan zamanı, boş ve abes şeylerle isrâf etmek, âhiret hayâtını tehlikeye atmaktır. Bu yüzden, gaflet perdelerini aralayabilenler için zaman, hiçbir şeyle kıyaslanamayacak derecede kıymetli bir nîmettir. Asr Sûresi’nde:
“Asra (zamana) yemin ederim ki insan gerçekten ziyan içindedir. Bundan ancak îmân edip sâlih ameller işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve sabrı tavsiye edenler müstesnâdır.” (el-Asr, 1-3) buyurulmaktadır.
Cenâb-ı Hak, kullarının zamanı kullanma husûsunda hüsrandan kurtularak ilâhî ikramlara nâil olabilmeleri için şu tavsiyede bulunmaktadır:
“Bir işi bitirince, hemen başka işe giriş, onunla uğraş! Hep Rabbine yönel, (O’na yaklaş!)” (el-İnşirâh, 7-8)
Zîra Kur’ânî ifâde ile “kurtuluşa eren” mü’minlerin bir vasfı da şöyle beyân edilmektedir.
“Onlar boş ve faydasız şeylerden yüz çevirirler.” (el-Mü’minûn, 3)
“…Boş söz ve işlere rastladıklarında vakarla oradan geçip giderler.” (el-Furkân, 72)
Zamanın kıymetini takdîr edip onu kalbî bir teyakkuz içinde değerlendirmenin mecbûriyetini bildiren hadîs-i şerîflerde şöyle buyrulur: “Beş şey gelmeden önce beş şeyi ganîmet bil: İhtiyarlığından önce gençliğini, hastalanmadan önce sıhhatini, fakirliğinden önce zenginliğini, meşgul zamanlarından önce boş vakitlerini ve ölümünden önce hayâtını!” (Buhâri, Rikak, 3)
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir gün:
“–Ölüp de pişmanlık duymayacak hiçbir kimse yoktur.” buyurmuşlardı. Ashâb-ı kirâm:
“–Onun pişmanlığı nedir yâ Rasûlâllah?” diye sordular.
Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Güzel bir müslüman ise, bu hâlini daha fazla artırmamış olduğuna; kötü bir kişi ise, o kötülükten vazgeçmediğine pişman olacaktır.” buyurdular. (Tirmizî, Zühd, 59)
Her ânı iyi değerlendirmek gerekir. Çünkü zaman, hiç kimse için durup beklemez. Geçmiş zaman bir daha geri gelmeyecektir. Gelecek zaman ise sır ve meçhullerle doludur. Sadece yaşamakta olduğu ân, insana verilen en değerli hediyedir. Fırsat eldeyken ve imkân varken onu Allâh’ın râzı olacağı şekilde değerlendirmek, en akıllıca davranıştır.
Bugün küçük bir altın parçasının bile çöpe atılmasına kimse kayıtsız kalamaz. Lâkin ne hazindir ki, milyonlarca altın vererek satın alınamayacak zamanın isrâfına çoğunlukla lâkayd kalınmaktadır.
Hasan-ı Basrî Hazretleri şöyle der:
“Öyle insanlar gördüm ki, sizin dirhem ve dinarlara karşı olan hırsınızdan daha ziyâde vakitlerini değerlendirmeye hırslı idiler.”
“Ey Âdemoğlu! Sen günlerden, yani zamandan ibâretsin. Bir gün geçince senin bir parçan da gitmiş demektir.”
Hâsılı, zamanı âzamî derecede verimli kılabilmek için öncelikle “irâde” kuvvetini en iyi şekilde kullanmak îcâb eder. Zîra insandaki irâde, yaratılıştan gelen bütün kuvvetlerden daha üstündür. İrâde gücünün harekete geçebilmesi için de bildiklerini tatbik edebilecek kuvvet ve canlılıkta bir “îmân”a ihtiyaç vardır.
Bunun yanında, zamanın hakkıyla değerlendirilmesi, gönüllere yerleştirilecek olan güçlü bir mârifetullah ve mes’ûliyet şuuruna bağlıdır.
- Tecessüste bulunmamak,
Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede; “…Tecessüste bulunmayın!..” (el-Hucurât, 12) buyurarak mü’minleri, din kardeşlerinin gizli ve mahrem olan hatâ, kusur ve ayıplarını araştırmaktan men etmektedir.
Konuyla ilgili olarak Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de şöyle buyurmaktadır: “Kendisini doğrudan ilgilendirmeyen şeyleri terk etmek, kişinin iyi bir müslüman olduğunu gösterir.” (Tirmizî, Zühd, 11)
- Doğruluğunu araştırmadan her gördüğünü paylaşmamak,
Bir Müslümanın zanlara, hayallere, hurafelere, gelişi güzel haberlere, dedikodulara, sünnetullaha aykırı iddialara inanması ve bunları yayması vebaldir. Cenâb-ı hak bizi bu durumdan sakındırmakta ve şöyle buyurmaktadır.
“Hakkında kesin bilgin olmayan şeyin peşine düşme. Zîra kulak, göz ve kalp, bunların hepsi yaptıklarından sorumludur.” (el-İsra, 36)
“Ey mü’minler! Şayet size bir fasık haber getirirse onun doğruluğunu araştırın. Yoksa bilmeden birilerini rencide eder de sonra yaptığınızdan pişman olursunuz.” (Hucurât, 6)
Hadîs-i şerîf’te ise şöyle buyrulur; “Her duyduğunu söylemesi kişiye günah olarak yeter.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 80.)
- Menfi tesirlerden gözü, gönlü ve kulağı korumak,
İnternetin yanlış ve çıkmaz sokaklarına girmemek hatta yaklaşmamak gerekir. Zîra uçurumun yanında gezen oraya düşme tehlikesi ile karşı karşıyadır. Bu sebeple bir Müslümana yakışan günah uçurumlarına yaklaşmamaktır.
Kur’ân’da, “Zinaya yaklaşmayın, zira o bir hayâsızlıktır ve çok kötü bir yoldur” (el-İsrâ, 32) buyurularak hem zinanın apaçık bir çirkinlik ve sapma olduğu belirtilmiş hem de zinanın yanı sıra kişiyi zinaya götürecek yol ve ortamlar yasaklanmıştır.
Cenâb-ı Hak kulunun dâimâ iffet üzere bulunmasını istemektedir. Kulakta iffet, dilde iffet, gözde iffet, elde iffet, velhâsıl bütün bedende iffet istenmektedir.
Çünkü; dilin iffetsizliği, insanı gıybete götürür. Gözün iffetsizliği, kişiyi yanlış vitrinler, uygunsuz ekranlar, haram sahneler seyretmeye sürükler. Kulağın iffetsizliği, kişiyi şerri dinlemeye yönlendirir. Elin iffetsizliği, kişiyi günaha dûçâr eder.
Nitekim Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“Sizin hakkınızda en çok korktuğum şeylerden biri, mideleriniz ve iffetleriniz hususunda sizi azgınlığa sürükleyen şiddetli arzular, diğeri de hevâ ve hevesinizin sizi dalâlete düşürmesidir.” buyurmuşlardır. (Ahmed, IV, 420, 423)
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in Cenâb-ı Hakk’a bir ilticâsı şöyledir:
“Allâh’ım! Sen’den hidâyet, takvâ, iffet ve gönül zenginliği isterim.” (Müslim, Zikir, 72)
Zîra mü’min Allah’tan hidâyeti istemekle kendisini her türlü hayra ve başarıya götürecek şeyi; takvâ istemekle, Allâh’ın bütün emirlerini yerine getirip yasaklarından kaçınmayı; iffet istemekle, her türlü günahtan korunmayı; gönül zenginliği istemekle de, hiç kimseye muhtaç olmamayı niyâz etmiş olmaktadır.
Zîra Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Allah bir toplumun devamını ve gelişmesini dilerse onları müsâmaha ve iffetle rızıklandırır.” (Taberânî, Müsnedü’ş-Şâmiyyîn, I, 34)
Mü’min, iffetli ve hayâ sahibi olmalıdır. Hayâ duygusundan mahrum olmak da insan için büyük bir felâkettir. Zîra hadîs-i şerîfte; “Hayâ ve îman bir aradadır. Biri gittiğinde diğeri de gider!” (Süyûtî, I, 53) buyrulması, hayânın olmadığı yerde îmandan söz etmenin de mümkün olmadığını göstermektedir.
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bir hadîs-i şerîflerinde hayâ eksikliğinin kulu nasıl helâke sürüklediğini şöyle beyân etmişlerdir:
“Azîz ve Celîl olan Allah, bir kuldan nefret edince ondan hayâyı çekip alır. Hayâyı ondan çekip alınca da onunla sadece nefret edilen kişiler karşılaşır. Sonra ondan emanet vasfını çekip alır. Ondan emanet vasfını çekip alınca rahmetini de çekip alır. Rahmetini ondan çekip aldığı zaman, İslâm bağını da ondan söküp almış olur. İslâm bağını ondan aldığı zaman, artık onunla azgın şeytandan başkası karşılaşmaz.” (Süyûtî, el-Câmiu’l-Kebîr, 1/31)
- Fotoğraf paylaşımı konusunda dikkat etmek.
İslâm, hayatın hiçbir safhasında unutulmamalıdır. İnsanoğlunun gaflet ve nisyanı sebebiyle yaptığı yanlışlıklar birçok kapıyı aralamaktadır.
Meselâ; bir Müslüman lüks bir mekânda yemek yediği aile sofrasının resmini, internette neşretmesiyle hem aile mahremiyeti ihlâl edilmekte hem de çok çirkin bir enâniyet ve tefâhur manzarası zuhûr etmekte, diğer taraftan da mahrumların nazarları tahrik edilmektedir.
Niyetler ne olursa olsun; ortaya çıkan manzara, İslâm terbiye ve edep gerçeğine uymamaktadır.
Yine kişi; “Ben sadece mahremim olan birkaç kişiye gönderiyorum.” zannetse dahî, kullanılan vasıtaların teknik altyapısının tamamen ecnebîlerin elinde olduğu hatırdan çıkarılmamalıdır. Bu da mahremiyetin sınırlarını zedelemektedir.
İnternet üzerinde kötü niyetli resimlerle montajlar ve şantajlar yapıldığı, yine kredi kartları vs. üzerinden soygunlar yapıldığı da bilinmektedir. En doğrusu, internet gibi tehlikeli sahalarda ihtiyatlı davranmaktır.
İşin tefâhur, böbürlenme ve caka satma tarafı da İslâm âdâbına uymaz. Yediği içtiği pahalı mekânın, koltuğuna kurulduğu lüks otomobilinin, gittiği tatil yerinin ve benzeri şeylerin fotoğraflarını paylaşarak övünmek; Allâh’ın ve Peygamber Efendimiz’in râzı olmayacağı pek çirkin davranışlardır.
“... Zîra Allah, kendini beğenmiş, övünüp duran kimseleri aslâ sevmez.” (el-Lokmân, 18)
Ayrıca böyle fotoğraf paylaşımları, kişiyi bir yandan gurur ve kibre sevk ederek günaha düşürürken, muhataplarının da nazar ve hasedini celb eder. Hâlbuki hadîs-i şerîfte;
“İhtiyaçlarınızı elde etmede gizlilikten istifâde edin. Çünkü her nîmet sahibine hased edilir.” buyruluyor. (Süyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, I, 34)
Velhâsıl; yediğimiz, giydiğimiz, kullandığımız bütün nîmetlere, onlardan mahrum olanların gözlerinin takılı kalmasına mahal vermekten de mümkün mertebe sakınmamız îcâb eder.
YORUMLAR