Müslümanların Habeşistan’a İkinci Kez Hicret Etmesinin Sebepleri

Müslümanların Habeşistan’a ikinci kez hicret etmesinin sebepleri nelerdir? Habeşistan’a ikinci kafile ne zaman ve kaç kişilik bir ekiple hicret etmiştir?

Mekke âhâlîsinin Müslüman olduğu şâyiasını işiten bazı Müslümanlar Mekke’ye döndü. Bunlar arasında Osman bin Mazʻûn (r.a) da vardı. Haberin sahih olmadığını öğrenince geri döndüler. Onlarla birlikte bir grup Müslüman da hicret etti. Bu esnâda, kadın ve çocuklar hâricinde seksenden fazla erkeğin hicret ettiği rivâyet ediliyor. Kadınların da on sekiz kadar olduğu rivayet edilir. (İbn-i Hacer, Fethu’l-Bârî, VII, 189)

MÜSLÜMANLARIN HABEŞİSTAN’A HİCRET ETMESİNİN SEBEPLERİ

Mekkeli müşrikler, gelen Muhâcirlerin Habeşistan’da hüsn-i kabûl gördüklerini öğrendiklerinde, bundan büyük bir endişe duydular ve yapmakta oldukları işkenceyi daha da şiddetlendirdiler.

Ümmü Abdullah bint-i Hasme (r.a) şöyle anlatır:

“Müslüman olduğumuz için Ömer bize çok kızıyordu. Habeşistan’a hicret etmek için yola çıkmaya hazırlandığımızda, ben devenin üstündeyken geldi ve:

«−Nereye gidiyorsunuz ey Ümmü Abdullâh?» diye sordu.

«−Dinimiz husûsunda bize eziyet ettiniz, biz de işkence görmeyeceğimiz bir yere gidiyoruz.» dedim.

«−Allâh sizinle beraber olsun!» dedi. Zevcim Âmir gelince, Ömer bin Hattâb’ın yumuşak tavrını ona anlattım. O:

«−Gâlibâ sen onun Müslüman olmasını umuyorsun. Vallâhi Hattâb’ın merkebi Müslüman olur da o yine müslüman olmaz.» dedi.

Ömer’den o zamâna kadar görülen sertlik ve katı yüreklilik, kendisinin îmânından böylesine ümit kestirmişti.” (Heysemî, VI, 23-24)

Müşrikler, İslâm’ın etrâfa yayılması hâlinde bu işin önünü alamayacaklarını ve ticâret yollarının zarar göreceğini düşünüyorlardı. Habeş hükümdârından müslümanları geri istemek husûsunda bir ka­rara varıp, derhâl Abdullâh bin Rabîa ile Amr bin Âs’ı, Necâşî’ye ve kumandanlarına verilmek üzere çeşitli hediyelerle gönderdiler.

Ebû Tâlib, Kureyşlilerin Necâşî’ye elçi ve hediyeler gönderdiğinden haberdâr olunca, Muhâcirleri müşriklerin desîselerinden korumaya teşvik için Necâşî’ye hitâben, onu medheden bir kasîde yazıp gönderdi. (İbn-i Hişâm, I, 356)

Amr ve arkadaşı, Necâşî ile görüşmeden önce, kumandanlarına çeşitli hediyeler vererek onları kendi taraflarına çekmeye muvaffak oldular. Müşrik heyet daha sonra Necâşî’ye hediyelerini takdîm ettiler ve şöyle dediler:

“−Ey hükümdar! Bizden birtakım aklı ermez gençler, senin ülkene gelip sığındılar. Onlar atalarının dînini terk ettikleri gibi senin dînine de girmediler. Onlar yeni bir dîn îcâd ettiler. Akrabâları onları geri çevirmeniz için bizi sana gönderdiler. Çünkü kavmi, bunları herkesten daha iyi bilirler, kabahatlerini başkalarından daha iyi anlarlar.”

Onlar, Necâşî’nin, Câfer ve arkadaşlarını dinleyip tesirinde kalmasından korkuyorlardı. Bu yüzden de Necâşî’nin, Muhâcirleri muhâkeme etmeksizin kendilerine teslîm etmesini istiyorlardı. Necâşî’nin kumandanları da:

“−Efendim! Bu adamlar doğru söylüyorlar. Kavimleri onları daha iyi bilirler. Sen onları bu adamlara teslîm et de memleketlerine götürsünler!” dediler. Necâşî kızdı ve:

“−Asla! Ben onları dinlemeden hemen teslîm edecek değilim! Beni başkalarına tercîh ederek memleketime sığınmış olan bir cemaate kötülük edemem.” dedi ve haber salıp Muhâcirleri yanına çağırttı.

Necâşî, kendi din adamlarını da çağırdı. Onlar, Necâşî’nin çevresinde kitaplarını açmış bir vaziyette oturdular.

Muhâcirler geldiğinde Necâşî her iki tarafı, huzûrunda yüzleştirdi. Târihî bir heyecan yaşandı. Müslümanların sözcüsü Câfer (r.a) idi. Necâşî, Muhâcirlerin başkanı Câfer-i Tayyâr’a döndü:

“–Kureyşliler elçi göndermiş, sizin Mekke’ye dönmenizi istiyorlar.” dedi. Câfer, hükümdâra:

“–Ey hükümdâr! Sorunuz bunlara; biz köle miyiz ki, bizleri geri istiyorlar?” dedi. Necâşî, Amr bin Âs’a baktı. O da cevapladı:

“–Hayır, hepsi de hürdür!” Mükâleme şöyle devâm etti:

“–Sorunuz bunlara! Biz borçlu muyuz ki, bizleri istiyorlar?”

“–Hayır, hiçbirinin kimseye borcu yok!”

“–Sorunuz bunlara! Biz kâtil miyiz ki, kısas için çağırıyorlar?”

“–Hayır, böyle bir isteğimiz de yok!”

“–O hâlde bizleri ne diye geri istiyorlar?” O zaman Amr, şöyle dedi:

“–Bunlar, dedelerimizin dîninden ayrıldılar. İlâhlarımıza hakâret ediyorlar. Gençlerimizin îtikadlarını bozdular. Halkımızın arasına tefrika soktular. Bütün Mekke ahâlîsi ikiye bölündü.” Bunun üzerine Necâşî:

“−Siz ne benim dînime ne de kendi kavminizin dînine girmediğinize göre, sizin kabûl ettiğiniz bu dîn, nasıl bir dîndir?” diye sordu. Câfer-i Tayyâr (r.a) söze başladı:

“–Ey hükümdar! Biz Câhiliye ehliydik. Taştan ve ağaçtan yapılmış putlara ilâh diye ta­pardık. Ölü hayvanların etlerini yer, her türlü fuhşiyâta dalardık. Akrabalık hukûkunu gözetmez, aramızdaki bağları koparırdık. Komşularımızın haklarını tanı­maz, onlara her türlü kötülüğü yapardık. Güçlü olanlarımız zayıflarımızı ezerdi.

Biz bu hâl üzereyken Allah Teâlâ bizlere içimizden, nesebini bildiğimiz, son derece sâdık, emîn ve iffetli bir kişiyi peygamber olarak gön­derdi. O bizi Allâh’ın birliğine îmân etmeye çağırdı. Sadece O’na ibadet etmeye, bizim ve atalarımızın daha önce taptığı taşları ve putları terk etmeye dâvet etti. Bize doğru sözlü olmayı, emânete riâyet etmeyi, akrabalarımızla bağlarımızı kuvvetlendirip haklarını yerine getirmeyi, komşularımızla iyi geçinmeyi, haramlardan ve kan dökmekten kaçınmayı emretti. Bizi fuhşiyattan, kötü ve yalan sözden, yetim malı yemekten ve mâsum kadınlara iftira atmaktan nehyetti.

Bize sadece Allâh’a ibadet edip O’na hiçbir şeyi ortak koşmamayı emretti. Biz de kendisini tasdik ettik, O’na inandık, bize getirdiği hususlarda kendisine ittibâ ettik. Sadece Allâh’a ibadet ettik, O’na hiçbir şeyi ortak koşmadık, bize haram kıldığı her şeyi haram olarak kabul ettik, helâl kıldıklarını da helâl bildik.

Bunun üzerine kavmimiz bize düşmanlık etti. Allâh’a ibadetten putlara ibadete dönmemiz ve önceden işlediğimiz insanlık vakârını zedeleyen kötü amellere tekrar dalmamız için bize işkence ettiler, dinimiz husûsunda bizi fitneye düşürmeye çalıştılar. Bize gâlip gelip zulümlerini artırdıklarında, yaptıklarına dayanamaz hâle geldiğimizde ve en mühimi de dinimizi hakkıyla yaşayamaz olduğumuzda senin beldene geldik. Hükümdarlar içinde seni tercih ettik. Senin yanında olmayı uygun gördük. Senin yanında zulme uğramayacağımızı ümid ettik ey Hükümdar!..” Câfer (r.a)’ın söylediklerini sükûnetle dinleyen Necâşî:

“Allâh tarafından Peygamberinize gönderilen vahiyden ezberinde bir şey var mı?” diye sordu. Câfer (r.a):

“−Evet.” dedi ve Meryem Sûresi’nin ilk âyetlerinden, Yahyâ ve Îsâ -aleyhimesselâm-’ın doğumları ile alâkalı âyetleri tilâvet edince Necâşî ve adamları müteessir olup ağladılar. Bu hâdise üzerine Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’e şu âyet-i kerîmelerin nâzil olduğu rivâyet edilir:

“İnsanlar içerisinde iman edenlere düşmanlık bakımından en şiddetli olarak yahudiler ile şirk koşanları bulacaksın. Onlar içinde iman edenlere sevgi bakımından en yakın olarak da «Biz hıristiyanlarız» diyenleri bulacaksın. Çünkü onların içinde keşişler ve (dünyayı terketmiş) râhipler vardır ve onlar büyüklük taslamazlar.

Rasûle indirileni duydukları zaman, hakkı birazcık da olsa tanıdıkları için gözlerinin dolup yaşlar boşalttığını görürsün. Derler ki: «Rabbimiz! İman ettik, bizi (hakka) şahitlik edenlerle beraber yaz».” (el-Mâide, 82-83) (Taberî, Tefsîr, VII, 3) Necâşî:

“–Allâh’a yemin ederim ki, bu sözler, Hz. Mûsâ’ya ve Hz. Îsâ’ya inen va­hiylerin kaynağındandır.” dedi ve Kureyş elçilerine dönüp:

“–Ben bu Muhâcirleri size teslîm edemem!” diyerek tekliflerini red­detti. Elçiler Necâşî’nin yanından ayrıldıkları zaman, Amr:

“−Allâh’a yemin ederim ki Necâşî’ye, bunların Îsâ bin Meryem’in bir kul olduğuna inandıklarını haber vereceğim ve onların köklerini kazıtacağım!” dedi. Ertesi gün, Necâşî’nin huzûruna çıkıp:

“−Ey hükümdâr! Onlar Îsâ bin Meryem (a.s) hakkında çok ağır bir söz söylüyorlar! İstersen yanına çağır da, O’nun hakkında neler söylediklerini sor.” dedi. Necâşî, Müslümanları tekrar yanına çağırdı ve onlara:

 “−Meryem oğlu Îsâ hakkında ne düşünüyorsunuz, söyleyin bakalım.” dedi. Câfer-i Tayyâr Hazretleri:

“−Biz O’nu, Nebiyy-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz’in öğrettiği gibi biliyoruz. Allâh Rasûlü O’nun hakkında şöyle buyuruyorlar:

«Îsâ, Allâh’ın kulu, Rasûlü, Rûh’u ve her şeyi bırakarak kendini Allâh’a adamış olan Meryem’e ilkâ ettiği Kelimesi’dir». deyince, Necâşî yerden bir çöp alarak:

“−Allâh’a yemin ederim ki, Îsâ bin Meryem de senin söylediğinden başka bir şey değildir! Sizin söylediğinizle Hz. Îsâ’nın hakîkati arasında, şu (çöp) kadar dahî bir fark yoktur! Selâmetle gidiniz!” dedi.[1]

Müslümanlar çok zor durumda olmalarına rağmen, Hz. İsa (a.s) hakkındaki akîdelerini açıkça söylemekten çekinmediler. Cenâb-ı Hak da âkıbetlerini hayreyledi ve hicret yurtlarını emîn kıldı.

Ümmü Habîbe validemizin kocası Ubeydullah bin Cahş orada vefat etti. Siyer ehli katında, onun vefatından evvel Hristiyan olduğu meşhurdur. Bunun üzerine Efendimiz (s.a.v) hem ona bir teselli olması hem de babası Ebû Süfyân ile münâsebetlerini yumuşatmak için kendisiyle evlendiler. Necâşî hem nikâhlarını kıydı hem de dört bin dirhem mehir ile çeyizini verdi.

İslâm, Medîn-i Münevvere’de istikrâr bulunca Habeşistan muhâcirlerinin büyük bir kısmı oraya hicret etti. Câfer bin Ebî Tâlib (r.a) ile yanındakiler, Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in emriyle Hayber fethine kadar orada kaldılar. Ebû Mûsâ el-Eşʻarî (r.a) anlatır:

“Biz Yemen’de iken Rasûlullah (s.a.v)’in zuhur ettiği haberi bize ulaştı. Biz de ona hicret etmek için yola çıktık. Benimle birlikte iki kardeşim daha vardı. Ben onların en küçüğü idim. Onların biri Ebû Bürde diğeri de Ebû Rühm’dür. Kavmimden yola çıkanlar toplam elli küsur, elli iki veya elli üç kişi idi. Bir gemiye bindik, gemi bizi Habeşistan’a Necâşî’nin yanına attı. Orada Caʻfer bin Ebî Tâlib ve yanındaki arkadaşlarıyla karşılaştık. Caʻfer:

“–Rasûlullah (s.a.v) bizi buraya gönderdi ve burada kalmamızı emretti. Siz de bizimle burada kalın!” dedi.

Birlikte Medine’ye gelinceye kadar topluca orada ikamet ettik. Hayber’i fethettiği esnâda Rasûlullah (s.a.v)’in yanına vardık. Rasûlullah (s.a.v) bize de ganimetten hisse veya hediye verdi. Hâlbuki Hayber’in fethinde kendisiyle birlikte bulunmayan hiç kimseye hisse vermemişti. (Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 169) Enes (r.a) şöyle anlatır:

“Rasûlullah Efendimiz (s.a.v):

«–Yanınıza bir kısım insanlar geliyor. Onlar size göre daha rakîk (ince) kalplidir!» buyurdular.

Bir müddet sonra Eş’arîler çıkageldi. İçlerinde Ebû Mûsâ el-Eşʻarî (r.a) de vardı. Medîne’ye yaklaştıklarında şu recezi söylemeye başladılar:

«Yarın sevgililerle buluşacağız; Muhammed ve ashâbıyla!»” (Ahmed, III, 105)

Ne kadar rahat da olsalar, insana vatanını terketmek her zaman için zor gelir. İnsanın, akrabalarının olmadığı bir yerde, dilini ve örfünü bilmediği, dîni başka insanlar arasında yaşaması çok zordur. Mecbur kalmasa kimse hicret etmez. Bunu şu rivâyette görüyoruz:

Habeşistan’a hicret eden muhâcirlerin en son kâfilesi Hayber fethi esnâsında deniz yoluyla Peygamber Efendimiz’in yanına gelmişti. İçlerinde Esmâ bint-i Umeys (r.a) da vardı. O, bir gün Peygamber Efendimiz’in zevcesi Hafsa vâlidemizi ziyaret için yanına gitmişti. Az sonra Hz. Ömer de kızı Hafsa’nın yanına geldi. Ömer (r.a), Esmâ’yı görünce:

“–Bu kim?” diye sordu. O da:

“–Esmâ bint-i Umeys!” dedi. Hz. Ömer (r.a) lâtîfeli bir şekilde:

“–Şu Habeşistanlı mı? Şu deniz yolculuğuna katılan kadın mı?” diye sordu. Esmâ:

“–Evet!” cevabını verdi. Bunun üzerine Hz. Ömer (r.a):

“–Hicrette biz sizi geçtik. Binâenaleyh Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’e yakın olmaya sizden daha çok hak sahibiyiz” dedi. Hz. Esmâ (r.a) bu söze çok alındı ve:

“–Hayır, vallahi hatâ ettin ey Ömer! Siz Rasûlullah (s.a.v) ile birlikte idiniz. O sizin aç olanınızı doyuruyor; câhil olanınıza öğretiyordu. Biz ise Habeşistan’da uzaklarda, yabancı ve kâfir insanlar arasında zor şartlarda yaşıyorduk. Bu da Allah ve Rasûlü uğrundaydı. Allah’a yemin olsun ki, senin söylediklerini Rasûlullah Efendimiz’e haber vermedikçe ne yemek yerim, ne su içerim. Biz oralarda eziyet ve korkulara mâruz kalıyorduk. Bunu Peygamber Efendimiz’e söyleyeceğim ve işin hakikatini soracağım. Vallahi ne yalan söylerim, ne yanlış bir yola kayarım, ne de söylediklerine bir şey ilave ederim, hâdise nasıl vukû bulmuşsa aynen naklederim” dedi. Peygamber (s.a.v) gelince Esmâ (r.a):

“–Yâ Nebiyyallah! Ömer şöyle şöyle söyledi” dedi. Rasûlullah (s.a.v):

“–Sen ona ne dedin?” buyurdu. O da:

“–Şunları şunları söyledim” dedi. Allah Rasûlü (s.a.v):

“–O benim nezdimde sizden daha fazla hak sahibi değildir. Onun ve arkadaşlarının bir hicreti, sizin ise ey gemi yolcuları, iki hicretiniz vardır!” buyurdu.

Hz. Esmâ der ki: “Habeşistan’dan gemiyle birlikte geldiğimiz Ebû Musa el-Eş’arî ve diğer ashâb-ı kirâm fevc fevc geliyor ve bana bu hadîs-i şerifi soruyorlardı. Dünyada onları, Peygamber Efendimiz’in bu sözünden daha çok sevindiren ve gönüllerinde bundan daha büyük başka bir şey yoktu. Hele Ebû Musa (r.a) bu hadîsi bana tekrar tekrar anlattırıyor ve Efendimiz’in kendileri hakkındaki sözünü defalarca dinlemekten doyumsuz bir haz alıyordu.” (Buhârî, Meğâzî, 36; Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 169) Şu âyet-i kerimenin sebeb-i nüzûlünün, Habeşistan hicreti olması muhtemeldir:

“Zulme uğradıktan sonra Allah yolunda hicret edenlere gelince, onları dünyada güzel bir şekilde yerleştireceğiz. Eğer bilirlerse ahiretin mükâfatı elbette daha büyüktür.” (en-Nahl, 41)

 Mekke-i Mükerreme devrinde Yûsuf Sûresi de nâzil oldu. Böylece Mekkeliler, Yûsuf (a.s)’ın kardeşleri gibi zâlim ve mahcûb olmamaları için îkâz edildiler. Ama maalesef birçoğu o vaziyete düştü.

HABEŞİSTAN’A HİCRET NEYİ GÖSTERİR?

Habeşistan hicreti gösteriyor ki dîne sarılmak ve onu ayakta tutmak, bütün kuvvetlerin kaynağıdır; mal, can, vatan, hürriyet gibi bütün hakları koruyan bir çittir. Bu sebeple Müslüman, bütün imkânlarını, dîni korumak için seferber etmelidir. Zîrâ din kaybedildiğinde, diğerlerinin hiçbir kıymeti kalmaz. Ama din kuvvetlenirse, o uğurda sarfedilen mal, mülk, vatan gibi şeyler fazlasıyla geri döner.

Zaruret hâlinde Müslümanların, ehl-i kitâbın veya müşriklerin himâyesine girmesi câizdir. Ama bu, İslâmî dâvete zarar vermemeli, dînin hükümlerinden birinin değiştirilmesine ve haramlardan birinin işlenmesine göz yummayı gerektirmemelidir. Böyle bir durumda Müslümanın, bir gayr-i müslimin himâyesine girmesi câiz olmaz. Bunun delili ise şudur: Ebû Tâlib, Efendimiz (s.a.v)’den, müşriklerin ilahlarından kötü bir şekilde bahsederek kendisini güç yetiremeyeceği bir yükün altına sokmamasını taleb edince Allah Rasûlü (s.a.v) beyân etmesi gereken hakikatler husûsunda sükûtu kabul etmedi ve amcasının himâyesinden çıkmaya hazırlandı.[2]

Yahudi ve Hristiyanların İslâm’a girmesi, din değiştirmek değildir. Hz. Mûsâ ve Hz. Îsâ’ya îmânın gereğini yapmaktır. Zira Tevrat ve İncil’e gerçekten îmân etmek, Kur’ân’a ve Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’e îmânı gerektirir. Bu sebeple ehl-i kitâb, Tevrat ve İncil’in hükümlerini tatbike dâvet edilmişlerdir:

“De ki: Ey Ehli kitab! Siz Tevrât’ı ve İncil’i ve daha size Rabbınızdan indirileni tutup icra etmedikçe hiçbir şey değilsiniz! Celâlim hakkı için sana Rabbından indirilen -bu Kur’ân- onlardan birçoğunun tuğyanını ve küfrünü artıracak! O halde kâfirlere acıyacağın tutmasın!” (el-Mâide, 68)

Dipnotlar:

[1] Bkz. Ahmed, I, 202-203, V, 290-291; Heysemî, VI, 25-27; İbn-i Hişâm, I, 358-359. [2] el-Bûtî, Fıkhu’s-Sîre, s. 94.

Kaynak: Dr. Murat Kaya, Siyer-i Nebi.

İslam ve İhsan

HABEŞİSTAN’A HİCRET

Habeşistan’a Hicret

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.