Müslümanlığın Olmazsa Olmazları

Tevbe sûresinde şöyle buyruluyor: “Mü’min erkeklerle mü’min kadınlar da birbirlerinin velîleridir. Onlar iyiliği emreder, kötülükten alıkoyarlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler, Allah’a ve Rasûlü’ne itaat ederler. İşte onlara Allah rahmet edecektir. Şüphesiz Allah azîz ve hakîmdir.”[1]

Mü’minlerin vasıflarını bildiren âyetler içinde[2] bu âyet-i kerîmenin bir husûsiyeti var; Müslümanlığın alâmet-i fârikası sayılan köşe taşlarına işaretle önümüze net bir tablo getiriyor. Bu mübârek âyeti, öncesi ve sonrasındaki inzâr ve müjde âyetleriyle birlikte okuduğumuzda tablo daha da netleşiyor.

Burada birinci sırada mü’minlere yekdiğerinin velîsi oldukları hatırlatılıyor ki, bu çok önemli. Buna göre îman dairesindeki bütün mü’min erkekler hemcinslerinin, bütün mü’min kadınlar da kendi hemcinslerinin dostudur; birbirlerine sırdaş ve hâmî olacak kadar yakındır. Bunu böyle bilmek, korumak ve geliştirmek inançlarının gereğidir. İşte İslâm toplumu böyle bir zemîn üzerine teşekkül edecektir. Temel bu şekilde hüsn-i niyet ve samimiyet esasına dayalı olunca mü’minler birbirlerine daima iyiliği emir ve telkin ederler; kötülükleri de üzerlerinden savmaya çalışırlar. “Emr-i bi’l-ma‘rûf nehy-i ani’l-münker” ile formüle edilen bu düstur, bütün iyilikleri kapsayacak kadar geniş ve bütün kötülükleri bertaraf edecek kadar muhkemdir. İslâm insanı bu ana çerçeveyi güçlendiren diğer umdelerin de yerlerini almasıyla kemâl yolculuğuna çıkar. Zaten âyette ikinci sırada hatırlatılan mü’min vasfı da birinciyi ikmâl etmiş oluyor.

Üçüncü olarak kişilere, ferden sorumlu oldukları bedenî ve mâlî mükellefiyetleri hatırlatılıyor. Çünkü bunlar da Müslüman şahsiyeti inşâ eden temel dinamiklerdir. Dikkat edilirse burada namaz eksen ibadettir. Yeryüzündeki bütün mü‘minlerle kardeş olduğu şuurunu yüreğine sığdıracak ve bu duygularla emr-i bi’l-ma‘rûf nehy-i ani’l-münker sorumluluğunu omuzlarında taşıyacak fertleri, öncelikle namaz inşa edecektir. Bunu zekât takip etmektedir. Çünkü o, servet tutkusunun terbiyesi açısından fertler için lüzumlu, insanları birbirine yaklaştırması açısından da cemiyet için hayatî derece önemlidir.

Dördüncü sırada özelde Müslüman şahsiyetin, genelde İslâm toplumunun belirgin vasfı olarak, “Müslümanların mutî kimseler oldukları” hatırlatılıyor. En başta Allah’a ve Rasûlü’ne itaat, dînin emir ve yasakları çerçevesinde kendisine yön veren ulemâ ve sulehâya itaat. Sonra bunların tamamlayıcısı durumunda genişleyen bir itaat dairesi; ebeveyne, büyüklere, devlet otoritesine itaat.

Müslüman şunun bilincindedir; itaatkâr olmak şahsiyeti baskılamak değildir, kölelik değildir, aklını kiraya vermek değildir. Bilakis aşağıdan yukarıya ızhâr edilen itaat ve hürmet, yukarıdan aşağıya merhamet ve şefkat nüzûlüne sebep olur.

Yüce Mevlâ, bu âyette bildirilenlerden başlayarak İslâmî umdeleri ilmek ilmek dokuyan mü’minlere rahmetiyle muamele edecektir. Hemen bunu takip eden âyet-i celîlede buyrulduğu üzere onları “içinde ebedî kalmak üzere altından ırmaklar akan cennetlere girdirecek, Adn cennetlerinde güzel meskenlere iskân edecek ve hepsinden önemlisi rızasıyla mükâfâtlandıracaktır.”[3] Demek ki, dünyada mü’mince yaşamanın neticesi âhirette cennet bahçeleridir. En büyük mükâfât olan rızâ-yı ilâhî ile taçlandırılmaktır. Bundan önceki âyetlere bakınca anlıyoruz ki, burada sayılanların tam tersi vasıfları hâiz olmak nifak alâmetidir. Çünkü orada; “İkiyüzlü erkek ve kadınlar da birbirlerindendir. Onlar, kötülüğü emreder, iyiliğe engel olurlar; elleri de sıkıdır. Onlar, Allah’ı unuttular...”[4] buyrulmaktadır. Nitekim Ömer Nasûhî Bilmen de tefsîrinde aynı hususa dikkat çekmiştir.[5]

Te’vîlâtü’n-Necmiyye’de belirtildiğine göre; “Bu âyet-i kerîme ile mü’minlerin muâmelelerindeki ihlâs ve samimiyete işâret olunmuştur. Nitekim münâfıklar da namaz kılar ve zekât verirler. Fakat bunları yaparken Allah’ın rızâsını ve Rasûlü’nün hoşnutluğunu değil, tamamen dünya menfaatlerini gözetirler. Bu sûretle nefis ve hevâlarına itaat etmiş olurlar.”[6]

İşâret ehli ulemâdan birisi “Allah onlara rahmet edecektir” cümlesini açıklarken, âyette sayılan vasıfları hâiz mü‘minler hakkında tecellî edecek rahmetin beş şeyde olacağını söylemiştir. “Bunlar sekerât-ı mevtin kolaylaştırılması, kabir azabından korunmaları, amel defterleri verilirken rahmetle muâmele olunması, mîzânda kendilerine rahmet edilmesi ve huzûr-ı ilâhîdeki sorgulamada cevaplarının kolay kılınmasıdır.” Herhâlde bunlar da Müslüman’ın umudunu diri tutan müjdelerdir. Zor zamanda imdâda yetişecek eltâf-ı ilâhiyyedir.

Müslümanların vasıflarından bahsedilen bu âyet-i kerîmede hangi hususiyetlerin öne çıkarıldığı ve bunların hangi sıralama ile verildiği, buradaki ictimâî ve ferdî sorumlulukların geçişkenliği kanaatimizce önemlidir. Özellikle ictimâî şuur (toplumsal bilinç) vurgusuyla bu âyetin başlamış olmasına dikkat çekmek isteriz. Çünkü dînin îcaplarını kâmil mânâda yaşamak İslâm toplumunda mümkündür. Ve toplumun mükemmelliği, kâmil mü’minlerin oranı ile ilgilidir. O bakımdan ictimâî şuur, ahlâkî zaafların yayılması ve toplumdaki iyilik damarlarının zayıflaması gibi hususlarda duyarlı olmalıdır. Bu anlamda toplumun gidişatı ve gelişmekte olan eğilimlerin takibi konusunda herkes sorumluluk sahibidir. Müslüman, nemelâzımcı olamaz; ailesinin, mahallesinin, içinde yaşadığı toplumun ve hatta insanlığın gidişatından, imkânları nispetinde mesul olduğunu düşünür. Bilir ki, geçiminden sorumlu olduğu kişilere akaid-i diniyyesini öğretmek, haramı helâli bildirmek, ibadetlere alıştırmak ve bunu belli bir süre takip etmek gibi bir sorumluluğu vardır. “Bakın bütün bu imkânları bize veren Allah’tır. Ve nasıl davranacağımızı görüp gözetmektedir. Bir imtihan dünyasındayız. Ve önümüzde ahiret var, hesap var.” diye hatırlatmak gibi bir mesuliyeti vardır.

Bu bakımdan, insanların tercihlerine karışılmaması yönünde estirilen hava, iyi niyetten yoksundur. Çağdaşlık kılıfı altında İslâmî değerlerin yıpratılması maksadıyla kurgulanmış bir tuzaktır.

Buradan anlıyoruz ki; İslâm şahsiyetinin olmazsa olmazlarını yaşamak ve yaşatmak Allah’ın emridir. Buna uymanın mükâfâtı büyük, ihmalinin cezası pek çetindir.

Dipnotlar: 1)  Bkz; 9/71. 2)  Bkz; Enfâl sûresi, 8/2-4; Nûr sûresi, 24/62-64; Hucurât sûresi, 49/9-10 ve 15-18; Mü’minûn sûresi, 23/1-11 vb. 3)  Tevbe sûresi, 9/72. 4)  Tevbe sûresi, 9/67. 5)  Bkz; Kur’ân-ı Kerîm’in Türkçe Meâl-i Âlîsi ve Tefsîri, c.3, s. 1300. 6)  Ruhû’l-Beyân Kur’ân Meâli ve Tefsîri, İsmâil Hakkı Bursevî, Terc; Hüseyin Kayapınar, c. 7, s. 439. Tefsir, I, 243-244; İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, XI; 192.

Kaynak: Cafer Durmuş, Altınoluk Dergisi, Sayı: 394

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.