Mûte Savaşı Nasıl Gerçekleşmiştir ?
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in İslâm’a dâvet için birer mektupla hükümdarlara ve vâlilere gönderdiği elçiler, gittikleri yerlerdeki krallar kendilerine hakâret de etse, netîcede “Elçiye zevâl olmaz.” kâidesince, sağ sâlim Medîne’ye dönüyorlardı. Ancak bunlardan Busrâ emîrine giden Hâris bin Umeyr’in durumu böyle olmadı. Hâris -radıyallâhu anh-, Mûte’ye vardığında Gassânî emirlerinden Şurahbil bin Amr, yolunu keserek nereye gittiğini sordu. Hâris -radıyallâhu anh-, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in elçisi olduğunu söyleyince, bedbaht zâlim Şurahbil, elçinin dokunulmazlığı kâidesini çiğneyerek o mübârek sahâbîyi hunharca şehîd etti.
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Hazret-i Hâris’in bu şekilde şehâdetine çok üzüldü. İslâm’a karşı açıktan açığa bir tecâvüz mâhiyetindeki bu hareket, müslümanları hiçe saymak mânâsına geldiğinden, derhâl üç bin kişilik bir ordu hazırlandı. Aksi takdirde Medîne İslâm Devleti’nin îtibârı zedelenir, kötü netîceler tahakkuk edebilirdi.
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, câhiliye dönemindeki sınıf farklılığını yıkan İslâm’ın cihânşümûl irâdesine binâen, âzatlı kölesi Zeyd -radıyallâhu anh-’ı hazırlanan ordunun başına kumandan tâyîn etti. Sonra şu tâlimâtı verdi:
“Şâyet muhârebede Zeyd şehîd olursa, kumandayı Câfer alsın! Câfer de şehîd düşerse, Abdullâh bin Revâha orduya kumandanlık etsin! O da şehîd olursa, artık müslümanlar aralarından birini kumandan olarak belirlesinler!..”
Bu sözleri duyan bir yahûdî, tâlimâtı bir ölüm îlânı olarak değerlendirdi. Sonra da Hazret-i Zeyd -radıyallâhu anh-’ın yanına gelerek:
“–Vasiyetini yap! Şâyet Muhammed peygamberse, sen onun yanına dönemeyeceksin! Çünkü Benî İsrâîl peygamberlerinin de isimlerini verdikleri kişiler savaşta ölürler, sağ dönmezlerdi...” diyerek bu güzîde insanın yüreğine korku düşürmek istediyse de, Hazret-i Zeyd -radıyallâhu anh- buna aldırmadı. Hattâ sevindi. (İbn-i Kesîr, el-Bidâye, IV, 238)
O fitneci yahûdî bilmiyordu ki, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bütün ashâbı gibi Hazret-i Zeyd -radıyallâhu anh- da şehâdet aşkı ile yanıp tutuşmaktaydı.
Hazırlıklarını tamamlayan Abdullâh bin Revâha -radıyallâhu anh-, gül yüzüne hasret kalacağı Allâh Rasûlü’nün yanına gelip vedâlaştıktan sonra:
“–Yâ Rasûlallâh! Bana ezberleyeceğim bir şey tavsiye buyurunuz.” dedi.
Peygamber Efendimiz ona:
“–Sen yarın Allâh’a secdenin pek az yapıldığı bir ülkeye varacaksın. Orada secdeleri ve namazları çoğalt.” buyurdu.
“–Yâ Rasûlallâh! Bana biraz daha nasihat et!” dedi.
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Allâh’ı dâimâ zikret! Çünkü Allâh’ı zikir, umduğuna ermende sana yardımcı olur!” buyurdu. (Vâkıdî, II, 758)
Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, orduyu Medîne’nin dışında bulunan “Seniyyetü’l-Vedâ” mevkiine kadar uğurlayıp duâlarla düşman üzerine gönderdi. Hâris’in öldürüldüğü yere kadar gitmelerini, orada bulunanları İslâm’a dâvet etmelerini, müslümanlığı kabûl etmedikleri takdirde, Allâh’tan yardım isteyerek onlarla çarpışmalarını emir buyurdu.
İslâm ordusunun hareketini haber alan zâlim Şurahbil de Bizans’ın desteğiyle birlikte yüz bin kişilik bir kuvvet hazırladı. Hristiyan Araplardan yüz bin kişilik bir kuvvet de gelip onlara katıldı.
Düşmanın bu derece kalabalık olduğu haberini İslâm ordusu, ancak Sûriye topraklarına girdikleri zaman öğrenebildi. Böyle bir durum beklemediklerinden, aralarında istişâre ettiler. Birçoğu, ahvâli Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e bildirip O’ndan gelecek tâlimâta göre hareket etme taraftârı idi. Çünkü kuvvetler, kıyaslanamayacak derecede dengesizdi. Târihte böylesi görülmemişti. Bu sebeple neredeyse Allâh Rasûlü’ne durumu bildirme husûsunda anlaşacaklardı ki, Abdullâh bin Revâha:
“–Şu an çekindiğimiz şey, ele geçirmek için yola çıktığımız şey değil midir? Biz, düşmanla sayı çokluğu ve kuvvet üstünlüğü ile mi savaşıyoruz? Hayır! Biz Allâh’ın ihsân buyurduğu bu dînin kuvvetiyle harbediyoruz. Ne duruyoruz; bizi bekleyen iki güzel netîceden biridir: Ya şehîdlik, ya da gazîlikle birlikte zafer!”
Bunun üzerine harbe karar verildi ve yollarına hızla devâm ettiler.
Zeyd bin Erkam -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:
“Ben, Abdullâh bin Revâha’nın terbiyesi altında bir yetimdim. Mûte seferine çıktığında beni de devesinin terkisine bindirmişti. Geceleyin biraz gidince şu (mânâdaki) beyitleri okuduğunu işittim:
«Ey devem! Beni ve yükümü, kumluktaki kuyuya vardıktan sonra dört konak daha götürsen, artık seni başka sefere çıkarmayacağım! Sen, sâhipsiz ve serbest kalacaksın! Ben, herhâlde âilemin yanına dönmeyeceğim! Ümîd ediyorum ki, şehîd olacağım! Müslümanlar geldiler, beni, ebediyyen burada kalmaya iştiyaklı olarak Şam topraklarında bıraktılar. Artık, ne hurması zâhir olmuş, yağmur suyu ile sulanan ağaçlar ne de suya kanmış, diplerinden sulanan hurma ağaçları umurumda değildir!»
Bu şiiri dinleyince ağladım. Abdullâh -radıyallâhu anh- bana kamçısıyla dokunarak:
«–Ey yaramaz! Allâh’ın bana şehîdlik nasîb etmesinin ve senin de hayvan üzerinde, eşyâlarının arasında geri dönmenin sana ne zararı var? Böylece şu dünyânın dert, tasa ve üzüntülerinden kurtulmuş olurum!» dedi.
Geceleyin inip iki rekât namaz kıldı. Namazdan sonra uzunca bir duâ etti ve:
«−Bu seferde inşâallâh bana şehîdlik nasîb olacak!» dedi.” (İbn-i Hişâm, III, 431-432; Vâkıdî, II, 759)
Mûte köyünde, bir avuç İslâm ordusu, Hazret-i Zeyd’in kumandasında gözünü kırpmadan düşman saflarına hücûm etti. Tevhîde gönül verenler, şimdi de Allâh yolunda canlarını veren kimseler vasfını kazanıyorlardı. Savaş iyice harâretlendiği bir sırada Allâh Rasûlü’nün göz bebeği ve Mekkeli ilk sekiz müslümandan biri olan kumandan Zeyd -radıyallâhu anh-, düşman mızrakları ile şehîd düştü.
Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in emri mûcibince sancağı derhâl Câfer -radıyallâhu anh- aldı. O da kahramanca düşman arasına daldı. Yediği kılıç darbeleri ile iki kolunu kaybetti. Rasûlullâh’ın sancağını yere düşürmemek için kesik kolları ile onu göğsüne sarmaya çalıştı. Bir müddet sonra o da şehîd oldu. Hazret-i Câfer -radıyallâhu anh-, Allâh ve Rasûlü’nün muhabbeti ile mest olmuş bir hâlde idi. Nitekim bu yolda fedâ-yı cân etmeye muvaffak olup rızâ-yı ilâhîye kavuştu.
Sıra Abdullâh bin Revâha’ya gelmişti. O da aynı şevkle sancağı alarak düşman saflarında dalgalandırdı. Nefsini meşgûl etmesin diye yanındakilere vasiyet etti:
“–Şâhid olun ki, Medîne’deki bütün mallarımı beytülmâle bırakıyorum!”
Sonra şehîd oluncaya kadar kahramanca çarpıştı. Abdullâh bin Revâha’nın da şehîd olması üzerine, henüz yeni müslüman olmuş bulunan ve ilk defâ İslâm saflarında harbe katılan Hazret-i Hâlid bin Velîd -radıyallâhu anh-, sancağı alarak mücâdeleyi devâm ettirdi. Bir avuç sahâbî ile çekirge sürüleri gibi kalabalık olan düşmana karşı büyük bir mukâvemet gösterdi.
Bu sırada Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, mescidin minberinde hâdisenin bütün safhalarını an-be-an ashâb-ı kirâma aktarıyordu. Muhârebe meydanı gözlerinin önünde idi. Orada ard arda gerçekleşen şehâdetleri, mağmûm ve mahzûn bir şekilde şöyle bildiriyordu:
“Zeyd bin Hârise sancağı eline aldı. Şeytan hemen onun yanına geldi. Hayâtı ve dünyâyı ona sevimli, ölümü de çirkin ve sevimsiz gösterdi. Zeyd ise:
«−Bu an, mü’minlerin kalplerinde îmânı sağlamlaştıracakları bir zamandır! Sen ise bana dünyâyı sevdirmek istiyorsun!» dedi ve ilerledi. Çarpışmaya girişti ve nihâyet şehîd oldu. Onun için Allâh’tan af ve mağfiret dileyiniz.”
Sonra da şöyle devâm etti:
“O şimdi cennete girdi, orada koşup duruyor! Sonra sancağı Câfer aldı. Şeytan hemen onun yanına vardı. Hayâtı ve dünyâyı ona sevimli, ölümü de çirkin ve sevimsiz göstermek istedi. Câfer ise:
«−Bu an, mü’minlerin kalplerinde îmânı sağlamlaştırma zamânıdır!» dedi ve ilerledi. Düşman ordusuna saldırdı, çarpıştı ve nihâyet o da şehîd oldu. Ben onun şehîd olduğuna şehâdet ederim.”
Daha sonra:
“Kardeşiniz için Allâh’tan mağfiret dileyiniz. O şehîd olarak cennete girdi. Şimdi o cennette yâkuttan iki kanat ile dilediği gibi uçuyor.” buyurdu.
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“Câfer’den sonra sancağı Abdullâh bin Revâha aldı!” dedikten sonra bir müddet sustu. Ensâr’ın benizleri değişti, sarardı. Abdullâh bin Revâha’nın, Allâh ve Rasûlü’nün hoşuna gitmeyecek bir şey yaptığını düşünmeye başladılar. O sırada Hazret-i Abdullâh ise sancağı alıp atının üzerinde düşmana doğru ilerlerken, bir yandan da serkeş nefsini dize getirmek için uğraşıyordu.
“–Ey nefsim! Ben seni kendime boyun eğdireceğim diye yemin ettim. Sen buna ya kendiliğinden râzı olursun, ya da sana bunu zorla kabûl ettiririm! Görüyorum ki sen, cennetten pek hoşlanmıyorsun! Sen, beden kırbası içinde bir damla su durumunda olmaktan başka nesin ki? Ey nefsim! Sen şimdi öldürülmezsen ölmeyecek misin ki? Eğer o iki kişinin yaptığını yapar da şehîdliği tercih edersen, doğru bir iş yapmış olursun! Eğer gecikirsen bedbaht olursun!”
Bu esnâda parmağından yaralanan Abdullâh -radıyallâhu anh- atından indi, yaralı parmağını ayağının altına alarak:
“−Sen ancak kanayan bir parmak değil misin? Bu kazâya da Allâh yolunda uğramış bulunuyorsun!” mânâsına gelen şiiri okudu ve elini hızla çekip sarkmakta olan parmağını kopardı. Ardından da savaşmaya devâm etti. Bir taraftan düşmana karşı küçük cihâdda bulunurken diğer taraftan da nefsine karşı büyük cihâda devâm ediyordu:
“–Ey nefsim! Eğer endişen, hanımından mahrum kalmaktan ileri geliyorsa, işte onu üç talâkla tamâmen boşadım gitti. Eğer kölelerinden uzak kalmak ise onları da âzâd ettim. Yok eğer bahçe ve bostanından mahrum kalmaktan ise onları da Allâh ve Rasûlü’ne bırakarak infâk etmiş bulunuyorum.”
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- savaş sahnelerini nakletmeye devâm etti:
“Abdullâh bin Revâha cesâretini topladı, elinde sancak olduğu hâlde düşmanlarla çarpıştı ve şehîd oldu. Îtirazlı olarak cennete girdi. Onun için de Allâh’tan af ve mağfiret dileyiniz!” buyurdu.
Abdullâh -radıyallâhu anh-’ın cennete îtirazlı olarak girişi Ensâr’ın çok ağırına gitti:
“–Yâ Rasûlallâh! Onun îtirâzı ne idi?” diye sordular.
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Kendisi yaralandığı zaman düşmanla çarpışmaktan çekindi. Sonra nefsini kınadı, cesâretini topladı ve şehîd oldu! Cennete girdi. Onlar bana cennette altın tahtlar üzerinde gösterildi. Abdullâh’ın tahtının arkadaşlarınınkinden daha aşağıda ve eğri olduğunu gördüm. Sebebini sorduğumda:
«−Abdullâh çarpışmaya giderken bâzı tereddütler geçirmiş, sonra da çarpışmaya gitmişti!» denildi.” buyurdu.
Hazret-i Abdullâh’ın şehîd olup cennete girişi Ensâr’ı sevindirip yüreklerini ferahlattı.
Bunları nakleden Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in gönüllerinin mahzunluğu arttı, arttı ve mübârek gözlerinden inci tânesi gibi yaşlar dökülmeye başladı. Ardından:
“Şimdi sancağı Allâh’ın kılıçlarından bir kılıç eline aldı. Netîcede Allâh mücâhidlere fetih müyesser kıldı.” buyurdu. (Buhârî, Meğâzî, 44; Ahmed, V, 299; III, 113; İbn-i Hişâm, III, 433-436; Vâkıdî, II, 762; İbn-i Sa’d, III, 46, 530; İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gâbe, III, 237)
Sonra yaşlı gözlerle dergâh-ı ilâhîye el açıp:
“Allâh’ım! Hâlid, Sen’in kılıçlarından bir kılıçtır. Sen ona nusret ihsân eyle!” diye duâ etti. (Ahmed, V, 299)
KAYNAK: Osman Nuri TOPBAŞ, Hazret-i Muhammed Mustafa-1, Erkam Yayınları, İstanbul