Mute Üzerine Gönderilen Komutanlar

Sahabiler

Peygamber Efendimiz’in Mute Savaşı’nda görevlendirdiği İslam komutanları kimlerdir? Mute üzerine gönderilen komutanların kahramanlıkları ve Mute Savaşı’nda şehit olan komutanlar.

Hicretin sekizinci senesinde, on bin kişilik İslâm ordusu (birçok rivayetlere göre üç bin) ile yüz bin kişilik haçlı ordusu Şam yakınındaki Mute’de karşılaştılar.

İki taraf arasında gerek sayı gerekse silah ve teçhizat bakımından, aslâ mukayese edilmeyecek kadar büyük fark vardı. İslâm mücahidlerinin çoğunda, yorulduğunda sırtına binecek bir deve, düşmana karşı koyacağı bir kılıç bile yoktu. Buna mukabil Herakliyus ve Rum Kayseri’nin kuvvetlerinden meydana gelmiş ordu, göm gök zırh içinde pür silahdılar. Hepsi de atlı veya insanın yetişmesi adeta güç vaziyette yüksek develerin üzerinde idiler.

İlk bakışta, İslâm ordusunun ezilip mahvolması bir an meselesi idi. Ashâptan, bazıları da tahminlerinin üzerinde bir silah ve sayı çokluğunda buldukları bu yüz bin kişilik silahlı ordu ile karşılaşmanın, iyi netice vermeyeceği kanaatinde idiler. Bu sırada tenha yerlerde sık sık:

Ya Rab! Bana şehitlik şerefini ihsan eyle, makamların en yükseği olan iman yolunda ölmek nimetinden beni mahrum eyleme! diye yalvaran Abdullah bin Revaha’nın gür sesi duyuldu:

“Ey Müslümanlar! Sizler bu evlerinizden çıkar iken Din-i İslâm uğrunda şehit olmak niyeti ile çıkmadınız mı? Allah’a yemin ederim ki biz Müslümanlar, şimdiye kadar girdiğimiz harplerin hiçbirisini, silahlarımızın mükemmelliği, bineklerimizin çokluğu ile kazanmadık. Bize, azlığımıza, maddî zaaf ve aczimize rağmen, zaferler kazandıran kuvvet, sadece din kuvvetidir. Ölür isek şehit olur, bizden evvelki kardeşlerimize kavuşuruz. Kalır isek zaferi kazanır, İslâm’ın ulvî bayrağını Mute’ye dikeriz.”

Bu sözler, zaten İslâmî hassasiyeti kemâl derecesinde bulunan, İslâm mücahidlerinin coşmasına kâfi geldi. Serapa cesâret ve celâdet kesilen İslâm ordusu, yüzbin kişilik pür silah Rum ordusuna karşı koyma cesâretini kendisinde buldu.

Ve Mute kasabasının önünde bir avuç denecek kadar az olan ashâb-ı kiram, koskoca bir haçlı ordusuna meydan okudu. Ordu kumandanı Zeyd bin Harise radıyallahu anh’ın elinde, Rasûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem’in teslim ettiği beyaz bayrak olduğu halde, ilk çarpışmada şehit olması üzerine, İslâm bayrağını Cafer bin Ebû Talib alarak atını düşman safları üzerine mahmuzladı.

Onun girdiği saf iki tarafa yol açıyor, Cafer geliyor, diyen düşman askerleri selameti sağa sola dağılmakta buluyorlardı. Bu arada önünden kaçışan pür silah Rum askerleri, Cafer’in arkasına düşüyor ve arkadan vurmak istiyorlardı.

Düşman o kadar çok idi ki her Müslümana, bir manga mücehhez düşman askerinden fazla düşüyordu. Birbirine yardımdan ziyade her Müslüman hedefini haklamakla meşguldü. Nihayet arkadan gelen bir kılıç darbesi ile kumandan Cafer’in sağ kolu düştü; ordunun bayrağını yere düşürmek istemeyen kumandan, İslâm bayrağını sol eline aldı. Ve bu hal ile etrafını saranlara mukabele etmeye devam etti.

Arkadan bir uğursuz kılıç daha gelmiş, bu da Cafer radıyallahu anh’ın diğer kolunu düşürmüştü. Buna rağmen ordu kumandanı Cafer, bayrağı, yere bırakmak istemiyor, bu sefer de kolunun altına alarak muhafazaya çalışıyordu. Ne var ki düşman pek çoktu.

Cafer radıyalahü anh’ın mukabele edecek ne sağ, ne de sol kolu kalmıştı. Daha fazla dayanamadı. Kılıç ve mızrak darbeleri arasında atından aşağı düşerek şehit olan yüce sahabinin mübarek vücudunda, sonraları doksandan fazla ok ve mızrak yarası saydılar.

Bu sırada, Cafer radıyallahu anh’ın şehâdet haberini duyan, Abdullah bin Revaha’ya, kendisini ayakta tutacak kadar bir et parçası vermişler, onu yemekle meşgul idi.

“Cafer’in gittiği dünyada benim işim ne?” diyerek eti bir tarafa bırakıp, atına sıçradığı gibi, düşman üzerine yürüdü. Çarpışma sırasında kırılan parmağı sallanıp duruyor, Abdullah bin Revaha’nın canını sıkıyordu. Bir fırsatını bulup atından indi. Hareketine mani olan parmağının ucuna basarak koparıp attı.

Abdullah radıyallahu anh şehit olmak için kararlı idi. Ne var ki Medine’deki ailesi, köleleri, hurma bahçeleri ve daha bir sürü serveti vardı. Şeytan bunları, Abdullah’ın hatırına getiriyor:

“Vazgeç, dünyayı sen mi ıslah edeceksin, git Medine’deki hurmalıkları işlet, para kazan, yaşamaya bak!”

Şeytanın, bu vesvesesini de susturmak için, bir ayağı atının üzengisinde, biri de kumların üzerinde olan Abdullah bin Revaha’nın, kendi kendine şöyle konuştuğu duyuldu:

Ey nefis! Zevcen olan hanımını düşünerek, kendini sakınıyor isen, ben onu boşadım. Sahip olduğun köleleri hatırlayarak geri çekilmek istiyor isen ben onların hepsini azat ettim. Eğer Medine’deki bağ ve hurmalıklarını merak ediyor isen, iyi bil ki şu andan itibaren onları ben Rasûl-i Ekrem’e hediye ettim. Şimdi bir diyeceğin, bir vesvesen kaldı mı?

Bunları söyledikten sonra, eline aldığı bayrak ile birlikte düşman saflarına doğru hücuma geçen Abdullah radıyallahu anh, sayısı bilinemeyecek kadar düşman askeri düşürdü. Hiç boşuna çıkmayan kılıcı her sallayış da, bazan iki, bazan üç düşmanı birden yere seriyordu. Nihayet o da diğerleri gibi şehâdet şerbetini içti.

O gece Halid bin Velid, İslâm ordusunun sağ cenahını sola, sol cenahını da sağ tarafa yerleşdirdiği için sabah, Rum ordusu, karşılarında yepyeni mücahidleri görünce, Müslümanlara yeni takviye gelmiş zannına kapılarak yer yer bozguna maruz kaldı. Ve en sonunda yüz bin kişilik bir ordu bir avuç Müslümanın karşısında selameti, kaçmakta bularak, bir gece karanlığında cepheden çekiliverdiler.

MUTE SAVAŞI’NDA ŞEHİT OLAN KOMUTANLAR

Sayı bakımından, küçük bir kitlenin koskoca bir orduyu kaçırışının hikmetini düşünür iken Abdullah bin Revaha Hazretleri’nin şu sözlerini hatırlayacağız:

“Ey Müslümanlar! Şimdiye kadar kazandığımız harbleri sayımızın çokluğu ile kuvvetimizin üstünlüğü ile kazanmadık. Bize zafer kazandıran kuvvet, din kuvvetidir. Ölürsek şehit, kalır isek gazi inancıdır.”

Enes bin Mâlik radıyallahu anh’den, Mute harbi hakkında şehâdet haberi gelmeden evvel, Rasûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz minber-i seâdetine oturmuş. HakTeâlâ Hazretleri, Habibine Mute Harbi’nin safâhatını gözü önünde gibi gösteriyordu. Buyurdular ki:

“İşte sancağı Zeyd aldı ve şehit oldu. Şehadet getirip, salât ve selâmdan sonra siz de Zeyd için istiğfar ediniz. Zeyd cennete girdi. Orada safâdadır.

Şimdi sancağı Cafer bin Ebî Talib aldı. O da şehit oldu. Buna da şehâdet, salât dua edip, siz de istiğfar ediniz. İşte Cafer de cennete girdi. İstediği tarafa iki kanatlı uçuyor.

Bu defa da sancağı Abdullah bin Revaha aldı. O da şehit oldu. Ona da şehâdet salât ile duâdan sonra, Abdullah için de istiğfar ediniz. Bu da cennete dahil olmuştur” buyurdu. Ve bu haberi verir iken mübarek iki gözü yaş döküyordu. En sonra sancağı Allah’ın kılıçlarından biri aldı. Nihayet “Allah” mücahidlere feth müyesser kıldı.

Kaynak: Sâdık Dânâ, İslam Kahramanları 1, Erkam Yayınları