Mutlu Aile Olmanın Şartları

İSLAM VE İHSAN

Mutlu aile olmanın şartları nelerdir? Emsal olan mutlu aile yuvaları hangileridir? Peygamber Efendimiz'in (s.a.v) evinde nasıl bir yaşantı mevcuttu? Aile efradına nasıl davranırdı? O yuvanın temel değerleri nelerdi? Aileyi, eşler arası muhabbeti güzelleştiren en güzel haslet nedir? Aile huzurunu arttıran 3 şey nedir? Osman Nuri Topbaş Hocaefendi anlatıyor...

HUZURLU AİLE YUVASININ ŞARTLARI (1)

Efendimiz’in mesut yuvasının, yani kurulan mesut yuvaların fârikaları nelerdir?

Birincisi, Efendimiz’in yuvası ve emsal olan/olacak yuvalarda da; “ibadet ve Allâh’a kulluk”.

Çünkü dünyaya gelişimizin mûcib sebebi;

لِيَعْبُدُونِ (“…Bana (Allâhʼa) kulluk etsinler diye.” [ez-Zâriyât, 56])

لِيَعْرِفُونِ (Ben’i (Allâhʼı) bilsinler diye)

Cenâb-ı Hakk’a kul olmak ve mârifetullah/Cenâb-ı Hakk’ı kalpte tanıyabilmekte bir mesafe alabilmek ve Cenâb-ı Hak’la dost olabilmek.

Rasûlullah Efendimiz’in yuvasında ne vardı?

Bir ibadet heyecanı vardı. Seherlerde Efendimiz öyle bir namaz kılardı ki uzun uzun okurdu ayakları şişinceye kadar, secde yerini ıslatıncaya kadar, öyle bir vecd ve istiğrak içinde bir ibadet hayatı vardı seherlerde. Cenâb-ı Hak da ümmet-i Muhammed’e:

وَالْمُسْتَغْفِرِينَ بِالْاَسْحَارِ

(“…Seherlerde istiğfar edenler.” (Âl-i İmrân, 17])

Seherlerde böylece Cenâb-ı Hakk’a ilticâya davet ediyor; kalp rûhâniyetle müzeyyen hâle gelecek.

Âişe Vâlidemiz buyuruyor:

“–Ben diyor, yâ Rasûlâllah dedim, Allah Teâlâ sizin geçmiş-gelecek bütün günahlarınızı mağfiret etmiştir. Niçin bu kadar kendinizi zorluyorsunuz, niçin ağlıyorsunuz?”

Efendimiz de cevaben:

“–Yâ Âişe! Allâh’a şükreden bir kul olmayayım mı?” (Bkz. Buhârî, Teheccüd, 16)

Demek ki Efendimiz’in hayatında bir vecd ile ibadet vardı, bilhassa seherler vardı.

Yine o yuvada ne vardı?

Had safhada bir cömertlik vardı.

Efendimiz “raûf ve rahîm”; çok merhametli, çok şefkatli. Efendimiz’in hânesi, ümmete her an açık olan bir rahmet sofrasıydı. Ganimetler gelirdi, ganimetler taşardı. Fakat kendi evinde hiçbir şey bırakmaz Efendimiz, hepsini dağıtırdı. Dağıtmakla huzur bulurdu.

Zira insan bedeni yemekle, rûhu da yedirmekle doyar. Efendimiz de yedirmekle doyuyordu, açlığını unutuyordu.

Yine o yuvada ne vardı?

Fedakârlık vardı. Ümmetin ihtiyacını kendi ihtiyacına tercih etmek vardı, hâle rızâ vardı.

Yine Âişe Vâlidemiz buyuruyor:

Rasûlullah’ın aile efradı Medîne’ye geldiği günden vefât ettiği güne kadar üç gün arka arkaya buğday ekmeği ile karnını doyurmadı.” (Müslim, Zühd, 20)

Dileseydik fazlası olabilirdi, doyabilirdik. Yani bu açlık, yokluktan değildi. Gazvelerden bize ganimetler gelirdi, benzeri imkânlar gelirdi. Fakat Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz mü’min kardeşini kendine tercih makamında olduğu için îsarda bulunur, böylece elimize geçeni bu şuur ve idrak ile hemen infak hâlinde olurdu.

Yine o yuvada ne vardı?

Kanaat vardı. Kanaatle zengin olmak vardı. Dünyaya ait fazla bir eşya yoktu hânelerinde. Bir riyâzat hâli yaşanıyordu.

Nitekim Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- geldi. Şöyle bir baktı odaya; her taraf bomboştu. Hurma yapraklarından örülmüş bir hasır vardı. Efendimiz hasıra yaslandığında Rasûlullah Efendimiz’in mübârek teninde izleri kalmıştı. Hazret-i Ömer bunu görünce ağlamaya başladı.

“–Niçin ağlıyorsun Ömer?” dedi.

“–Niçin ağlamayayım yâ Rasûlâllah? Kayserler, Kisrâlar dünya nîmetleri içinde yüzüyor saraylarda, Allah Rasûlü kuru bir hasır üzerinde yaşıyor.”

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Dünyanın onların, âhiretin de senin olmasını, bizim olmasını istemez misin?” buyuruyor. (Bkz. Ahmed, II, 298; Taberânî, el-Mu’cemu’l-Kebir, X, 162)

Yani Hazret-i Ömer’in -radıyallâhu anh- gönlünü alıyor.

Demek ki burada şunu görüyoruz, eğer kalp Cenâb-ı Hak’la beraberse, her ahvâlde huzur bulmuş oluyor.

Yine Rasûlullah Efendimiz’in yuvasında ne vardı?

Hak rızâsı vardı, rûhâniyet vardı.

O mübârek yuva, kıyamete kadar bütün insanlığa sürur kaynağı, numûne olmaya devam edecek. Zira o yuvadan bütün cihâna burcu burcu saâdet râyihaları yayılırdı.

İnsanlık, gerçek huzuru, aile saadetinin nasıl teşekkül edeceğini, beşerî münasebetlerdeki bütün fazîletleri, Rasûlullah Efendimiz’den öğrendi. Allah Rasûlü’nün aile hayatında uyguladığı muhabbet ve terbiye usûlü, hanımları ve evlâtlarıyla kalplerinde sonsuz bir bağlılık ve bir muhabbet ilkā etti.

Bu sebeple hiçbir hanım, efendisini, vâlidelerimizin Allah Rasûlü’ne olan sevgileri derecesinde sevemez. Hiçbir bey de hanımını, Allah Rasûlü’nün mübârek hanımlarına olan muhabbeti seviyesinde sevemez. Hiçbir evlât, Hazret-i Fâtıma’nın -radıyallâhu anhâ- babasını sevdiği kadar sevemez. Hiçbir baba da evlâdını, Allah Rasûlü’nün Hazret-i Fâtıma’yı sevdiği kadar sevemez.

Velhâsıl bizler yuvamızı o saâdet hânesinin rûhâniyetinden ne ölçüde nasip alabilirsek, inşâ edebilirsek; hânelerimiz o kadar mesut olur, saâdetle şenlenir.

Mâlum, insanoğlunun mesut aile yuvası Cennet’te başladı. Dolayısıyla dünyadaki aile yuvalarında bir takvâ hayatıyla bir Cennet hazırlığı şeklinde olması îcâb eder ki, Cennet’teki de mesut aile yuvasını kazanabilsin.

İslâm, insan ömrünü ve hayatını en güzel bir sûrette tanzim eder. İslâm, insanın bir hayat haritasıdır ve saâdet haritasıdır. Evlilik hayatı bizleri derin bir tefekküre davet eder. Milyonlarca kişi içinden iki kişinin kaderi birleşiyor, bir hayat arkadaşlığı başlıyor. Kurdukları bu yeni yuva kendilerine, ayrıldıkları anne-baba ocağından daha sıcak hâle gelmeye başlıyor. Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede 21, Rûm Sûresi:

“Kaynaşmanız için size kendi (cins)lerinizden eşler yaratıp aranızda «لِتَسْكُنُوا» sükûnet, sevgi, merhamet peydâ etmesi de O’nun varlığının delillerindendir. (Büyük bir lûtuf.) Doğrusu bunda, iyi düşünen bir kavim için ibretler vardır.” (er-Rûm, 21) buyruluyor.

Diğer taraftan, başka bir âyette “nasıl bir aile”, bir iffet, yani evlilik daha ziyade iffeti yaşamayı kolaylaştırır. Âyet-i kerîmede buyruluyor, Mü’minûn Sûresi:

“Ve onlar ki (kadın ve erkek) iffetlerini korurlar.” (el-Mü’minûn, 5)

Cenâb-ı Hak yine Meryem Vâlidemiz’e, -34 yerde geçiyor Kur’ân-ı Kerîm’de- Îsâ -aleyhisselâm-’dan bahsederken çok yerde Meryem Vâlidemiz, “Meryem oğlu Îsâ” diye geçiyor, Meryem Vâlidemiz’e de “iffetini koruyan Meryem” olarak geçiyor. (Bkz. el-Enbiyâ, 91)

Bu da kız babalarına büyük bir tâlimat olmuş oluyor…

Cenâb-ı Hak insanın iffetli yaşamasını istiyor. İffet, mahlûkat arasında insana ve cinlere ait bir keyfiyet. Toplumun düzeni, fertlerin iffetli yaşamasına bağlı olmuş oluyor.

Efendimiz’de iffet hassâsiyeti:

Bir gün Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz zekât olarak toplanan koyunların bulunduğu yere gitmişti. Zekât koyunlarının olduğu yere. Koyunların başında, ücret mukâbilinde çalışan bir çoban bulunuyordu. Efendimiz çobanın yarı çıplak vaziyette dolaştığını görünce hemen onu çağırdı.

“–Bizim için kaç gün çalıştın, bizden ne kadar alacağın var?” diye sordu.

Efendimiz’in bu sualinden işine son verileceğini anlayan çoban;

“–Niçin yâ Rasûlâllah, soruyorsunuz? Yoksa hayvanların bakımını ve gözetimini güzel yapmıyor muyum?” diye sordu.

Allah Rasûlü ise:

“–Hayır, onlardan değil! Lâkin ben, aramızda çalışan insanların, yalnız kaldıklarında bile Allah Teâlâ’dan hayâ eden kişiler olmasını arzu ediyorum.

(Dehşetli bir tâlimat!..)

Yalnız kaldığında Allah Teâlâ’dan hayâ etmeyen kişinin yaptığı işi istemiyorum.” (Bkz. Beyhakî, Şuab, X, 196/7370; Mervezî, Tâzîmü Kadri’s-Salâh, II, 836)

Bir de bugünle kıyas edelim!..

Yine -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz duâlarında Cenâb-ı Hakk’a şöyle ilticâ ederdi, dört şey üzerine:

Birincisi; “Allâh’ım Sen’den hidâyet.” (Sırât-ı müstakîm.)

İkincisi; “Takvâ.” (Rûhâniyette derinleşme.)

Üçüncüsü; “İffet.”

Dördüncüsü; “Gönül zenginliği istiyorum.” (Bkz. Müslim, Zikir, 72)

Rûm Sûresi 21. âyetinde saâdet için üç tane hususiyet bildiriliyor:

Birincisi; “لِتَسْكُنُوا” huzur ve sekînet.

Ailede huzur olursa, bu huzur hayatın her safhasına yaygınlaşır. Yavrular da bu huzurdan istifâde eder.

İkincisi; “مَوَدَّةً” sevgi, muhabbet. Yani süflî muhabbetler sefâlete, ulvî muhabbetler Cenâb-ı Hakk’a götürür. Bu, takvâ hâli de, bir yuvada, bir basamak olacak.

Cenâb-ı Hakk’ın bir ismi de “Vedûd”dur. “Yâ Vedûd!..”

Muhabbetin merkezi Cenâb-ı Hak’tır. Aile hayatı, eşleri muhabbetin merkezi, yani Hakk’a yönlendirirse, sevginin hakîkî lezzeti tadılmış olur ve evlilik, bir saâdet hâline gelir.

Yine Efendimiz zamanından bir hâdise:

Tevbe Sûresi’nin 34. âyeti indi:

“…Altın ve gümüşü biriktirip infak etmeyenleri acıklı bir azap ile müjdele.”

Yani çalışacak, kazanacak, infâk edecek. O şekilde hayatını devam ettirecek. Biriktirmeyecek. 

Ashâb-ı kirâm dediler ki:

“–Yâ Rasûlâllah! O zaman neyi biriktirelim?” dediler. Çalışalım, infak edelim. Ona göre hayatımızı tanzim edelim. Neyi biriktirelim?

Efendimiz buyurdu:

Üç şeyi biriktirin: Birincisi, hayatın hiçbir safhasında Allâh’ı unutmayıp daima;

“Zikreden bir dil...”

Yani dil, Cenâb-ı Hakk’ı unutmayacak. Tabi bu dil, kalbe in’ikâs eder. Cenâb-ı Hak:

“Onlar, ayaktayken, otururken, yanlarına yatarken zikrederler. (Zikrin neticesinde) göklerin ve yerin yaratılışını (derinden derine) tefekkür ederler. «Yâ Rabbi! Sen Sübhân’sın, boşuna yaratmadın, bizi Cehennem azâbından koru!» derler.” (Âl-i İmrân, 191)

Birincisi, “zikreden bir dil” istiyor Cenâb-ı Hak. Ona devamlılık istiyor.

İkincisi; “şükreden bir kalp” istiyor Cenâb-ı Hak.

Şükreden bir kalpte daim olun buyuruyor. Yani bütün nîmetleri Hakk’ın lûtfettiğinin idrâki içinde olabilmek…

Cenâb-ı Hak bu cihânı insan için tanzim etti. Ona insan, Âdem -aleyhisselâm-, Havvâ Vâlidemiz Dünya’ya indirildi. Son insana kadar bu âlem devam edecek. Son insan, son cinne kadar. Ondan sonra infilâk edecek. Yeni baştan bir hayat başlayacak, bir âhiret hayatı başlayacak.

Cenâb-ı Hak;

“…Nîmetlerimi sayamazsınız…” (Bkz. İbrahim, 34) buyuruyor.

 İnsan için hazırlandı, insana ilâhî bir laboratuvar bu kâinat. Zerreden küreye her şey insana tahsis edilmiş. İnsan da bunu tefekkürle daima şükür hâlinde olacak. Kendine Allâh’ın verdiği nîmetleri düşünecek.

Gözün şükrü var, kulağın şükrü var, vücudun-gücün şükrü var. En mühim; Cenâb-ı Hakk’a kul olabilmenin şükrü var. Rasûlullah Efendimiz’e ümmet olabilmenin şükrü var. Bu şükürler sözde kalmayacak, fiile intikâl edecek.

Üçüncüsü…

Birincisi, “zikreden bir dil”. İkincisi, “şükreden bir kalp”. Üçüncüsü; “Kocasının îmânına yardımcı olan sâliha bir zevce.” (Bkz. Tirmizî, Tefsîr, 9/9)

Yani yine bu âyette geçiyor deminki;

رَبَّنَا هَبْ لَنَا مِنْ اَزْوَاجِنَا

(“…Rabbimiz! Bize eşler bağışla!..” [el-Furkân, 74])

Burada “zevceler” Cenâb-ı Hak buyuruyor. Nasıl; «قُرَّةَ اَعْيُنٍ» “göz nûru” olacak zevceler. O göz nûru zevcelerden göz nûru bir nesil yetişecek.

وَاجْعَلْنَا لِلْمُتَّقِينَ اِمَامًا

(“…Ve bizi takvâ sahiplerine önder kıl!” [el-Furkân, 74])

Ve takvâda bir önderlik olacak. Topluma takvâda önder olacak. Bir asr-ı saâdet veya Ömer bin Abdülaziz devri, yahut Osmanlı’nın ilk üç asrı…

Velhâsıl sâliha bir hanım, beyi için sâlih ameller desteğidir. Ailenin takvâ yuvası olabilmesi için, hanımın da dindar olması şarttır ki evlâtlar da bu, bir göz nûru olsun, dindar bir… Çünkü anne “اَلأُمُّ مَدْرَسَةٌ” (Anne, bir mekteptir.) Ailenin düzenini kuran, evlâtları babadan çok terbiye eden, anneler olmuş oluyor.

Rasûlullah Efendimiz buyuruyor:

“Bana dünyanızdan (yani sizin dünyanızdan) üç şey sevdirildi. Bunlardan biri de sâliha kadın.” (Bkz. Nesaî, İşretü’n-Nisâ, 10)

Çünkü Rasûlullah Efendimiz, sâliha kadın için;

“Cennet ayaklarının altındadır.” buyuruyor. (Ahmed, III, 429; Nesâî, Cihâd, 6)

Fakat fâsık kadınlar için de Mîracda;

“En çok Cehennem’de fâsık kadınları gördüm.” buyuruyor. (Bkz. Buhârî, Rikāk, 51; Müslim, Zühd, 93)

İkincisi; “güzel koku”. (Bkz. Nesaî, İşretü’n-Nisâ, 10)

Tabi bu güzel koku, bir huzur verir, bir rûhâniyet verir, ferahlık verir. Meleklerin sevdiği bir kokudur.

Üçüncüsü de; “Namaz da gözümün nûru kılındı.” buyuruyor. (Bkz. Nesaî, İşretü’n-Nisâ, 10)

Demek ki namazı da bir mü’min olarak çok sevmemiz lâzım. Onu da Cenâb-ı Hak bize namazı sevdirmesi için de dua etmemiz lâzım.

Namaz bir mîraç. “…Secde et ve yaklaş” (el-Alak, 19) buyruluyor.

Tabi burada “sâliha hanım” buyruluyor. Burada ilk hatıra gelen “Hatice Vâlidemiz”. Nasıl Efendimiz’in rûhunda, nasıl bir rûhunu anladı, rûhunda derinleşti ki Hatice Vâlidemiz’in vefat ettiği seneye “hüzün senesi” denildi.

Velhâsıl sevdiren, namazı sevdiren, sâliha hanımı sevdiren, güzel kokuyu sevdiren, Cenâb-ı Hak. Rasûlullah Efendimiz’e bunları sevdiriyor.

Demek ki bir mü’min, evlâtlarını bir sâliha, kızlarını sâliha olarak yetiştirecek. Daima mü’minler arasında güzel koku, her taraftan maddî-mânevî bir râyiha olacak.

مِنْ اَثَرِ السُّجُودِ

Bir rûhâniyet tevzî edecek. Bir de namazına çok dikkat edecek. Huşû ile namazı kılacak ve cemaatle namazı kılacak. Cami yakınsa camiye gidecek. Cami uzaksa bulunduğu yerde cemaatle kılacak.

Bu anne, faziletli anne bakımından, daima baktığımız zaman evliyâullahta, kahramanlarda, Allâh’ın velî kullarında daima sâliha bir anne görürüz.

Bahâüddîn Nakşibend Hazretleri:

“Kabrimi ziyarete gelenler, önce annemin kabrini ziyaret etsinler, sonra benim kabrime gelsinler.” buyuruyor.

Yine Abdurrahman Câmî Hazretleri:

“Ben, annemi nasıl sevmem ki o beni bir müddet cisminde, bir müddet kollarında, hayat boyu da beni kalbinde taşıyor.” buyuruyor.

Yine Ebû Hanife Hazretleri Bağdat kadılığını reddetti. Halifeye dedi:

“–Sen dedi, benim verdiğim fetvaları yamultursun dedi. Ben senin yanında kadı olamam.” dedi.

“–O zaman zindana girersin.” dedi.

“–Girerim.” dedi.

Ebû Hanife;

“–Bana dedi, zindan ağır gelmez dedi. Annemin dedi, benim zindanda olmama üzülmesine ben dayanamam.” dedi.

Tabi bize bu neyi gösteriyor? Demek ki kız evlâtlarımızı yetiştirmek, bu şekilde toplumun bir saâdet sergisi içinde olabilmesi…

Bu, Efendimiz’in buyurması, bu, kadına bir ulvî değer veriyor. İslâm dışında kadına değer verdiğini iddiâ eden bütün sistemler, ona sadece bir vitrin malzemesi olarak kıymet vermekte, arka plânda da kadını ancak ekonomik ve nefsânî bir metâ olarak kullanıp ezmekte ve tüketmektedir. Yani kaldırımlarda açan çiçekler gibi. O çiçekler nedir? Daima çiğnenmeye mahkûmdur.

Bu itibarla günümüzde de kadına bakış açısı, İslâm’ın ulvî zemininden ele alınmalı, gerçek mecrâsına hanımlar oturtulmalıdır.

Bugün bir aile faciası devam etmektedir. Niye? İslâmî aile hayatından uzaklaşmanın neticesi, göstergesi… Avrupaî bir hayatı taklit etmek. Yani;

غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلَا الضَّالِّينَ

(“…Gazaba uğramışların ve sapmışların yoluna değil!” [el-Fâtiha, 7])

Dalâlettekileri emsal almak…

Son olan anketlerde, kadın cinayetleri yüzde elli artmış durumda bugün. Yüzde elli artmış durumda kadına ait cinayetler… Boşanmalar had safhaya çıkıyor. Evlilikte 46.000 azalma görülmüştür istatistiklerde. Anne sayısında 88.000 düşüş olmaktadır. Ve çocukların nüfus oranı azalmaktadır.

Velhâsıl yuvaları İslâmî hayattan, İslâmî yaşayıştan uzak tutmanın getirdiği bir netice…

Üçüncüsü…

Birincisi: “لِتَسْكُنُوا”

İkincisi; “مَوَدَّةً” Muhabbet, Cenâb-ı Hakk’a kavuşturacak bir muhabbet, Allah için muhabbet.

Üçüncüsü de “رَحْمَةً” Şefkat. (Bkz. er-Rûm, 21)

Demek ki karı-koca birbirine, bu takvâ neticesinde müşfik olacak ki yaşlandıklarında birbirlerine baston olacaklar.

Demek ki evlilikte temel malzeme, sevgi ve şefkat olacak.

HUZURLU AİLE YUVASININ ŞARTLARI (2)

Huzurlu evlilikte beş tane şart:

Birincisi, muhabbet:

Menşei Cenâb-ı Hak’ta. İki tarafın, Allah rızasına uygun bir şekilde bu hâli artırması, yani muhabbeti artırması… Birbirinin rûhuna girecek bir muhabbet damarı bulmaları.

Muhabbet, saâdeti kolaylaştırır. Muhabbet, fedakârlığı getirir.

İkincisi, eşler arasında sadâkat:

Zor zamanlarda tarafların fedakârlığı. Zevc-zevce, bir bütünün iki parçası mesâbesindedir. Saâdetin temelinde sadâkat vardır.

Efendimiz buyuruyor ki, burada iki hususiyet, takvâ sahibi bir zevc-zevce arasında iki hususiyeti bildiriyor. Birincisi iki tarafın samimiyeti. İkincisi, birbirini takvâya teşvik etmek.

“Geceleyin kalkıp diyor, namaz kılan diyor, hanımını da kaldıran, (namaza kaldıran diyor, gece namazına), hattâ yüzüne biraz su serpen diyor, ona diyor, Allah rahmet eylesin diyor.

Yine diyor, geceleyin, (seher vakti) kalkıp diyor, efendisini kaldıran diyor, hattâ yüzüne biraz su serpen, ona da Allah rahmet eylesin, öyle hanıma.” buyuruyor. (Bkz. Ebû Dâvûd, Vitr, 13)

Demek ki burada iki şey görüyoruz: Samimiyet. Samimiyet olduğu zaman su serpebilir. İkincisi: Daima birbirini takvâya teşvik olmuş oluyor.

Demek ki İslâm’ın yaşandığı, hanımın beyine, beyinin de hanımına âhireti hatırlattığı, birbirinin yüzüne su serperek gece namazına kaldıracak derecede samimiyet ve muhabbetle kaynaşmış bir aile, dünyanın en mesut yuvasıdır.

Rahmetli pederim Mûsâ Efendi, yeni evlenenlere onu telkin ederdi:

“Oğlum-kızım derdi, birbirinize merhametli olacaksınız. Fakat bu merhamet, Allah yolunda merhamettir, birbirinizi ibadete teşvik edeceksiniz, birbirinizi takvâya teşvik edeceksiniz. Seherlerde kalkacaksınız, beraber Kur’ân-ı Kerîm okuyacaksınız. Böylece Allâh’ın rahmeti sizin üzerinizde tecellî eder. Zira saâdeti, huzuru nasîb eden, Cenâb-ı Hak’tır.”

Yine Efendimiz buyuruyor:

“Allâh’ın râzı olduğu üç kişi var.” diyor.

Bu üç kişinin mevkiinin ehemmiyetini Rasûlullah Efendimiz bildiriyor. Bugün kendimiz hem bunu yaşamalı, hem de evlâtlarımızı bu hadîs-i şerîfin şümûlüne dâhil etmeliyiz.

Birincisi; “Gece teheccüde kalkan kişi.”

İkincisi; “Namaz için saf duran mü’minler.” Bilhassa bu cemaatler, saf duran…

Üçüncüsü de, “Düşmana karşı saf tutan mü’minler.” (Bkz. Ahmed, III, 80; İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, IV, 202/19317)

Bugün de Cenâb-ı Hak -inşâallah- askerimize de böyle bir güç-kuvvet nasip eder. Zaten, -elhamdülillâh- Cenâb-ı Hak da nasîb ediyor.

Diğer bir hadiste de, yine benzer bir hadîs-i şerîf:

“Allah Teâlâ üç kişinin yaptıklarından râzı olur.

Birincisi, “gecenin ortasında kalkan, güzelce abdest alıp namaz kılan kişi.”

İkincisi, yorgun olur, vs. olur, gece kalkıyor ama, secdede uyuyor, “secdede uyuyan kişi.”

Yani bundan da Allah râzı olur. Çünkü o yorgunluğa rağmen kalkıyor, fakat tâkat getiremiyor, secdede uyuyor. Bundan da Allah râzı oluyor.

Üçüncüsü yine; “Hezimete uğramış bir orduda bulunan, kaçma imkânı varken kaçmayıp atı üzerinde düşmana karşı duran kişi.” (Bkz. Heysemî, II, 256; Bkz. İbn-i Mâce, Mukaddime, 13)

Evlilikte en mühim olan üç hususiyet:

Birincisi, saâdet, huzur, mutluluk; samimiyet ister, lâubâlîlik kabul etmez. Yani eşler arasında samimiyet olacak, lâubâlîlik olmayacak.

Saâdet, vakar ister; kibir aslâ kabul etmez. Bir mü’min vakarlı olacak, fakat kibirli olmayacak.

Saâdet, tevâzu ister. Bir mü’min mütevâzı olacak, fakat zillet olmayacak.

Yine âyet-i kerîmede buyrulur:

“Rahmânın o (has) kulları onlardır ki yeryüzünde tevazu ile yürürler, kendini bilmezler sataştığı zaman da «selâmâ» derler (geçerler).” (el-Furkân, 63)

Dördüncüsü; sabır.

Taraflar zor zamanlarda birbirinin güzel huylarını düşünmeli. Aralarında münakaşa olmaması, olursa çocukların dışında olması. Çocuklara zarar verilmemesi.

Efendimiz buyuruyor:

“Bir mü’min hanımına buğzetmesin. Onun bir huyunu beğenmezse, bir başka huyunu beğenir.” (Müslim, Radâ, 61) Başka güzel bir huyunu düşünsün.

Beşinci; mes’ûliyet.

Taraflar, birbirlerine vazifelerini ihmal etmeyecek. İki taraf da anne-babaları aynı anne-babalardır. Onlara ziyarette, hürmette, yardımda ihmâl etmeyecekler.

Günümüze bakarsak, modern bir cahiliye devrine döndük. Âhiret unutuldu. Evlâtlar, ana-babanın taht-ı terbiyesinde yetişmiyor. Onlar, internet, televizyon, maalesef, internet-televizyonun çocuğu oluyor. Nasıl yetiştirildikleri, yaşları büyüdükçe daha iyi anlaşılıyor. Ama iş işten geçmiş oluyor.

Evlâtlar, anne-babaya verilmiş birer emanettir. Onlara dînî hassâsiyet kazandırmak çok mühimdir. Zira âyet-i kerîmede kıyamet gününden bir manzara bizlere Cenâb-ı Hak naklediyor. Cennet’e girecek kimselere şöyle buyruluyor:

سَلَامٌ قَوْلًا مِنْ رَبٍّ رَحِيمٍ

(“Onlara merhametli Rabb’in söylediği selâm vardır.” [Yâsîn, 58])

Siz büyük bir merasimle… Cennet’e davet ediliyor, selâmla.

Eğer yanlış, ömrünü ziyan eden bir en yakına bile;

وَامْتَازُوا الْيَوْمَ اَيُّهَا الْمُجْرِمُونَ

(“Ayrılın bir tarafa bugün, ey günahkârlar!” [Yâsîn, 59])

“Siz mücrimler! Siz bu tarafa, siz Cehennem tarafına!” denilecek.

En büyük ayrılık, dünyadaki ölümle olmayacak, orada olacak; biri Cennet’e, biri Cehennem’e!..

Onun için, baba, anne, evlât, burada ne kadar birbirine râbıtalı ise demek ki evlâtlarını da Allah yolunda yetiştirecek. Aksi hâlde hazin bir ayrılık olmuş olacak.

Cenâb-ı Hak peygamberlerden de misal veriyor. Nuh -aleyhisselâm-’ın dördüncü oğlu, gemiye binmedi. “Ben dağa çıkarım dedi, ben kurtulurum.” dedi.

Nuh -aleyhisselâm- üzüldü çok.

“–Yâ Rabbi, bu benim oğlumdur.” dedi.

“–Yok dedi, Nuh dedi, o senin aslâ senin neslin değildir dedi. Onun ameli de gayr-i sâlihtir dedi. Ameli, îtikâdı bozuktur dedi. Onu sen dedi, neslinden sayıp câhillerden olma.” buyurdu. (Bkz. Hûd, 46)

Demek ki eğer kalbî beraberlik yoksa; kan beraberliği, anatomik beraberliğin bir faydası yok.

Bu sebeple hayattayken gözümüzün önünden ayırmak istemediğimiz, Cenâb-ı Hakk’ın bize bir emaneti olan yavrularımıza dînî tahsil zarûrî. Allah korusun, kıyamet günü hazin bir ayrılığa dûçâr oluruz.

Yavrularımızı hayır-hasenat ile yetiştirmemiz. Hem de onların bize bir sadaka-i câriye olarak intikal edecek. Yani Kur’ân ve Sünnet çerçevesinde yetiştirmezsek, o zaman evlâtlar da anne-babadan davacı olacak.

Bugün maalesef, onun dünyevî istikbâline kıymet veriliyor, esas olan… Dünya, bir mekteb-i âlem. Ya âhiret mektebi? Onun âhiret tarafı ikinci dereceye kalıyor: “Ben diyor, yazın diyor, camiye gönderiyorum, işte orada iyi diyor, orada oluyor…” diyor.

İslâm, bu kadar basit değil! İslâm, en büyük kültürdür. Bu, 23 senede tamamlandı.

اِقْرَاْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِى خَلَقَ

(“Yaratan Rabbinin adıyla oku.” [el-Alak, 1]) ile başladı, ilk âyet.

اَلْيَوْمَ اَكْمَلْتُ (“…Bugün size dîninizi tamamladım…” [el-Mâide, 3]) âyetiyle 23 sene sonra tamamlanmış oldu.

Rasûlullah Efendimiz, ashâb-ı kirâma yaşatarak, onlar bir fazîletler medeniyeti inşâ etti. Bugün birtakım meslekler; tıp olsun, mühendislik, mîmarlık vs… Evet, dünya için bunlar zarûrî, olması lâzım. Fakat bunlar için de âhireti unutmamak zarûrî.

Eğer biz, dînî bir, onlar için dînî bir tahsilden mahrum kalırsak, bu, diğer tahsiller, iki uçlu bıçak gibi, hayra da şerre de sevk etmiş olur.

Efendim, günümüzde bir gaflet, bu televizyondu, internet vesâireydi…

“–Efendim! Çocuk diyor, hevesini alsın diyor, daha diyor, çocuktur diyor, zamanla bu biter diyor, olur diyor. İçinde bir ukde kalmasın diyor. İleride zaten yapmaz…” diyor.

Gayr-i İslâmî kıyafetler giydiriyor. Ve çocukları yanlışlığın tiryâkisi hâline getiriyor. Sonra da bundan vazgeçiremiyor. Mektup yazıyor, telefon açıyor;

“–Efendim! Böyle böyle, duâ edin!” diyor.

Baştan sen ne verdin ki ne bekliyorsun!.. Bir bahçıvan bir tohum ekmeden bir şey bekleyebilir mi? O zaman kendi kendine kaktüsler çıkar.

Unutmayalım ki çocuk yaşta öğrenilenler, mermere kazınmış yazılar gibi ömürlük olur.

Ecdâdımız da evlâtlarına, daha küçük yaştan itibaren istikâmet vermek gerektiğini ifade sadedinde; “Ağaç yaşken eğilir.” buyuruyor.

Bugün Batı “İslâmofobi” hastalığı ile İslâm’ın kadını tahkir ettiği mavalını tekrarlıyor. Hazret-i Âişe’nin -hâlbuki tamamen zıddı, İslâm merhamettir, şefkattir- Efendimiz buyuruyor:

“Sizin en hayırlınız, âilesine karşı en hayırlı olanınızdır. Ben de âileme karşı en hayırlı olanım.” buyuruyor Efendimiz. (Tirmizî, Menâkıb, 63)

Yine, evlâdımızı ne şekilde yetiştireceğiz? Yine;

“Bir kadınla dört şeyden dolayı evlenilir. Bir, malı, soyu, güzelliği ve dîni için. Sen dindar olanı seç. (Aksi hâlde) fakr u zaruret, (yani perişan) olursun.” buyuruyor Efendimiz. (Bkz. Buhârî, Nikâh, 16)

Yine Efendimiz buyuruyor:

“Dînini, ahlâkını beğendiğiniz bir kimse size (dünür olarak) geldiğinde, onu (kızınızla) nikâhlayın. Böyle yapmazsanız, yarın fitne ve bozgunculuk çıkar.” (Tirmizî, Nikâh, 3)

Yine Muhyiddîn-i Arabî Hazretleri buyuruyor:

“En üstün sadaka-i câriye, evliliğe vesîle olmaktır. Zira onların neslinden gelen kimselerin yaptıkları her iyilikten, vesîle olana bir ecir gelir. Yani vesîle olana da bir ecir gelir.”

Fakat bu hayırlı işe adım atarken dikkat edilmesi gereken en mühim husus da “küfüv” denklik olmasıdır.

Mevlânâ diyor:

“Zevc-zevcenin birbirine benzemesi gerekir diyor. Ayakkabı çiftlerinin birine bak diyor. Ayakkabının biri ayağına dar gelirse, ikincisi bir işe yaramaz buyuruyor. (Giymeye zorlarsan, topal olursun.)” diyor.

Yine Efendimiz buyuruyor:

“Hiçbir anne-baba, çocuğuna güzel terbiyeden daha kıymetli bir bağışta bulunmamıştır.” (Tirmizî, Birr, 33)

Yani en büyük mîras, bir anne babanın evlâdını bir takvâ olarak yetiştirmesidir. En güzel mîras, insan mîrâsıdır.

Efendimiz’in irtihâl edeceği gün, yani vefat günü Efendimiz’in, Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- anlatıyor:

“Efendimiz’in mihrâba kadar gidecek bir gücü yoktu diyor. O kadar hâlsiz ve bitkindi diyor. Babam Ebû Bekir namazı kıldırdı diyor -radıyallâhu anh-. Efendimiz perdeyi araladı, şöyle bir seyretti diyor. Arkasında güzel bir asr-ı saâdet insanı, güzel bir ümmet… Efendimiz o kadar memnun oldu ki o ıztıraplı hâlinde, O’nun diyor, Efendimiz’in en güzel tebessümü o andaydı.” diyor. (Buhârî, Meğāzî, 83; bkz. İbn-i Hişâm, IV, 331)

Velhâsıl en büyük mîras, arkamızdan hayırlı bir nesil yetiştirme... Bilhassa evlâtlarımız.

Yine Efendimiz buyuruyor:

“Bilin ki sizin hanımınız üzerinde haklarınız olduğu gibi, hanımların da sizin üzerinizde hakları…” (Tirmizî, Radâ, 11) Karşılıklı haklar.

Yine, bir israfa gitmemek şartıyla, âilesine bir insanın yaptığı ikramlar, bu da bir sadaka olmuş oluyor. Fakat israfa gitmemek şartıyla. Fakat bugün maalesef israf, bu AVMler vs. birtakım şeyler, israfa götürüyor maalesef.

Cenâb-ı Hak:

“…Gereksiz yere saçıp savurma! Zira böyle saçıp savuranlar, şeytanların dostlarıdır. Şeytan ise Rabbine karşı çok nankördür.” (el-İsrâ, 26-27) Cenâb-ı Hak buyuruyor.

“(O kullar ki ibâdurrahmân/Allâh’ın rahmetinin tecellî ettiği kullar) harcadıklarında ne israf ne de cimrilik ederler, her ikisinin arasında orta bir yol bulurlar.” (el-Furkân, 67)

Bilhassa bu düğünler, nikâh akdinin îlân edilmesi ve bir âile yuvası kurmanın sevinç ve memnuniyeti toplumla paylaşılmalıdır. Yani yeni bir dünya evine adım atmaktır. Bu sebeple Cenâb-ı Hakk’ın rahmetini celb edecek şekilde icrâ edilmelidir. Zira saâdeti ihsan edecek olan, Cenâb-ı Hak’tır.

Evlilik, nikâh ve düğünle başlar. Âdem -aleyhisselâm- ile Havvâ Annemiz’in nikâhları kıyıldığında, mehrin şartı, üç kere salevât-ı şerîfe getirdi melekler. Bu şekilde nikâh, ayrı bir ulviyet kazandı. Rahmet, bereket, feyz ve rûhâniyetle dolu bir tecellîlerle doldu.

Nikâh ve düğün, birbirini tamamlayan unsurlardır. -Sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, nikâhla beraber bir velîme, yani bir düğün yemeği verilmesini, zengin-fakir ayırt edilmeden müslümanların davet edilmesini tavsiye buyurmaktadır.

Bu hususta Efendimiz buyuruyor:

“Zenginlerin davet edilip de fakirlerin çağırılmadığı düğün yemeği, ne fenâ bir yemektir.” (Buhârî, Nikâh, 72; Müslim, Nikâh, 107)

Maalesef bugün ayrı oluyor, protokol deniyor, bilmem ne oluyor, oraya fakirler vs. muhtaçlar çağırılmıyor.

Hâlbuki bu düğünde en büyük ihtiyaç, ümmet-i Muhammed’den bir hayır-duâ almaktır. Çünkü yeni bir hayatın başlangıcı olan evlilikte hayat, takvâ temelleri üzerinde inşâ edilmelidir ki burada duâya çok ihtiyaç vardır.

Düğün merasimi, yeni bir hayata Kur’ân-ı Kerîm tilâvetiyle, mânevî sohbetlerle, Cenâb-ı Hakk’a duâlarla-ilticâlarla, bilhassa fakirlerin ve sâlihlerin ihmâl edilmediği ikramlarla adım atılmalıdır. O âile yuvasında Cenâb-ı Hakk’ın rahmeti, inâyeti ve bereketi o yuvada tecellî etsin. Efendimiz’in o âile dokusundan hisseler nasîb eylesin Cenâb-ı Hak -inşâallah-.

Fakat maalesef bu düğünler, İslâmî ölçü hassasiyetinden uzaklaşıyor maalesef. Müslümanlar, gayr-i müslimlerin düğününe benzer gibi oluyor. Bu da saâdeti zedeliyor, boşanmalar artıyor.

Birincisi, aile için maddî-mânevî yıkım sebebi olan israf çılgınlığı olmayacak. Güç gösterisi olmayacak, riyâ olmayacak. Kadın-erkek ihtilâtının olduğu mahremiyetin çiğnendiği yerlerde rahmet olmaz, ona dikkat edilecek. İhtilâtlar olmayacak. Helâl-haram sınırlarının unutulduğu bir merasim olmayacak.

İslâm’ın tanımadığı bu hâller, evliliğin rûhânî tarafını zedeler.

Cenâb-ı Hak:

لَاۤ اُقْسِمُ بِيَوْمِ الْقِيٰمَةِ

“Kıyâmete andolsun (yemin olsun).” (el-Kıyâme, 1) buyuruyor. Arkadan da;

وَلَاۤ اُقْسِمُ بِالنَّفْسِ اللَّوَّامَةِ

(“Kendini kınayan (pişmanlık duyan) nefse yemin ederim (di­riltilip hesaba çekileceksiniz).” [el-Kıyâme, 2])

Burada, İslâm’ın bazı umdelerini tatbik ediyor, bazı umdelerini tatbik etmiyor. Ona Cenâb-ı Hak, “hesaba çekileceksiniz” buyuruyor.

Diğer okunan âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak:

“Bekârları, (çalışan müstahdemleri) kölelerinizi, câriyelerinizden elverişli olanları evlendirin (buyuruyor). Eğer bunlar fakir iseler, Allah kendi lûtfuyla onları zenginleştirir. Allah (lûtfu) geniş olan ve (her şeyi) bilendir.” (en-Nûr, 32)

Ecdâdımız, böyle vakıflar kurulmuş; hattâ yetim kızların çeyizini hazırlama, onları evlendirme vs… Bugün buna da çok ihtiyaç var.

Yine:

رَبَّنَا هَبْ لَنَا مِنْ اَزْوَاجِنَا وَذُرِّيَّاتِنَا قُرَّةَ اَعْيُنٍ وَاجْعَلْنَا لِلْمُتَّقِينَ اِمَامًا

((Ve o kullar): «Rabbimiz! Bize gözümüzü aydınlatacak eşler ve zürriyetler bağışla ve bizi takvâ sahiplerine önder kıl…” [el-Furkân, 74])

Burada da göz nûru zevceler, eşler… Demek ki baştan eşler geliyor, zevceler geliyor. Eşlerin, yani hanımların, evlenilecek kızlarını çok iyi yetiştirmesi lâzım ki dînî ahlâk, edep, velhâsıl en büyük tahsil, bu olmuş oluyor.

Dünyevî tahsiller, demin bahsettim; tıp, mühendislik, mîmârî, iktisat gibi tahsiller, dünyaya ait. Bu tahsillerin Hak rızâsı için yapılmış olması gerekir. Lâkin son nefesle birlikte bütün bu tahsiller hükmünü bitirir. Orada yegâne geçerli tahsil;

لِيَعْبُدُونِ (“…Bana (Allâhʼa) kulluk etsinler diye.” [ez-Zâriyât, 56])

لِيَعْرِفُونِ (Ben’i (Allâhʼı) bilsinler diye)

Allâh’a kul olmak, Allâh’ı kalpte tanıyabilmek olacak.

Cenâb-ı Hak yine İnsan Sûresi’nde îkaz eder, 27. âyet:

“Şu insanlar, çarçabuk geçen dünyayı seviyorlar, önlerindeki çetin bir günü (âhireti) ihmâl ediyorlar.”

Cenâb-ı Hak:

“Ey îmân edenler! Allah’tan gereği gibi korkun, ancak müslümanlar olarak can verin.” (Âl-i İmrân, 102) buyuruyor.

Onun için en büyük, hepimizin tahsili;

لِيَعْبُدُونِ (“…Bana (Allâhʼa) kulluk etsinler diye.” [ez-Zâriyât, 56])

لِيَعْرِفُونِ (Ben’i (Allâhʼı) bilsinler diye)

Cenâb-ı Hakk’a kul olabilmek.

Çocuklarımız, Rabbimiz’in en büyük lûtuf ve ihsânıdır. Evlâtlar bize Allâh’ın bir emanetidir. Boş bir kaset misali, anne-baba onu güzel ahlâk ile doldurması zarûrîdir.

Şöyle bir kelâm-ı kibar var:

“Bir erkeği terbiye edin, bir insanı yetiştirmiş olursunuz.

Bir kadını terbiye edin, bir âile hattâ toplumun büyük bir bölümünü yetiştirmiş olursunuz.”

Velhâsıl hayırlı evlâtlar; hayırlı anneler ve hayırlı babaların mahsulüdür.

Rasûlullah Efendimiz buyuruyor:

“Hepiniz çobansınız, hepiniz güttüklerinizden sorumlusunuz. Erkek, ailesinin çobanıdır, sürüsünden sorumludur. Kadın, kocasının evinin çobanıdır, o da sürüsünden sorumludur.” (Buhârî, Vesâyâ, 9; Müslim, İmâre, 20)

Şimdi, demek ki çobanın hususiyetleri;

Çoban, güttüğü sürünün hâlet-i rûhiyesini anlar. Onu kurak bir yerde bırakmaz. Onu yeşillik bir mecrâya götürür. Demek ki nasıl bir mânevî terbiye vereceğiz?

İkincisi; çoban, sürüsünü otlak yerde yayar, onu dinlendirir, orada gıdalandırır. Kurak yere sürmez. Yani anne-baba da evlâdına rûhânî gıdalar verecek.

Çoban, sürüsünü kurtlar ve canavarlardan korur. Demek ki anne-baba da evlâtlarını günün şerlerinden, Allâh’ın haram kıldığı şeylerden; uyuşturucu, internet vs. yanlış sokaklara dûçâr olmaktan koruyacak.

Çoban, hasta olan bir kuzuyu kurtlara bırakmaz. Kucağına alır, sürüye dâhil eder.

Demek ki anne-baba, evlâdına namazı telkin edecek. Merhameti ve şefkati tâlim edecek. Çünkü merhamet, îmânın meyvesidir.

Çoban, bazen önden gider, arkadan gider, daima mes’ûl olduğu sürüyü kontrol eder. Bir anne-baba da evlâdını o şekilde bir kontrol edecek.

Bazı mektuplar geliyor:

“–Efendim, ben diyor evlâdımı İmam-Hatip okuluna gönderdim. Böylece üzerime düşen vazifeyi yaptım…” diyerek bir kenara çekilmesi, evlâdın terbiyesi hususunda geri plânda kalması, aslâ doğru hareket değildir.

“–Ben evlâdımı gönderdim.” diyor, öyle bırakıyor.

“–Sonradan diyor, evlâdım böyle böyle oldu...” diyor.

Onun için; evlâdımızı, evet İmam-Hatip okuluna göndereceğiz, Kur’ân Kursu’na göndereceğiz fakat yine anne-baba olarak takip edeceğiz.

Efendimiz buyuruyor:

“Kişi, dostunun dîni üzeredir. Onun için her biriniz kiminle dostluk ettiğine dikkat etsin.” buyuruyor. (Ebû Dâvûd, Edeb, 16/4833)

OSMAN NURİ TOPBAŞ HOCAEFENDİ DİĞER SOHBETLER