Namazda İhlas ve Huşu Nasıl Sağlanır?
Namazın kabulüne dair manevi kaideler nelerdir? Mü’minûn 1-2. ayetlerinde bildirilen kurtuluşa eren müminlerin vasfı nedir? Namazdaki huşû hâli nasıl korunur? İhlâs ve huşûnun kalbe yerleşmesi ve namazdan hâsıl olacak mânevî fayda için dikkat edilmesi gereken 6 husus nedir?
Namazın zâhirî tarafını “fıkıh” tanzim eder. Fıkıhsız bir namaz mümkün değildir. Ancak huşûdan uzak, darmadağınık bir kalp ile de namaz mûteber olamaz.
Dolayısıyla namazın zâhirini tanzim eden fıkhî kâideler, kalp âlemini tezyîn eden mânevî kâidelerle bir araya geldiğinde ancak mûteber ve makbûl bir namaz kılınabilir. Kalp âleminin tezyîni ise, Kur’ân-ı Kerîm’de buyrulan tezkiye (arınma) sırrını gerçekleştirmekle mümkündür.
Âyet-i kerîmede buyrulur:
“Nefsini tezkiye eden (temizleyen) kurtuluşa ermiştir.” (el-A‘lâ, 14)
Bu mânevî terbiye, namaz için son derece mühim bir husustur. Zira Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’de namazın farzları, vâcipleri ve rekât sayısı üzerinde durmamasına mukâbil; huşû, ihlâs ve huzur hâlinin ehemmiyetini, bilhassa ve defaatle beyan buyurmaktadır. O hâlde namazın mânevî tarafına âit hissiyat, âdab ve erkân, musallînin riâyet etmesi gereken en mühim husustur.
Zira âyet-i kerîmede:
“Namazlarında huşû içinde olan mü’minler gerçekten kurtuluşa ermişlerdir.” (el-Mü’minûn 1-2) buyrulmaktadır.
Hadîs-i şerîfte buyrulur:
“Kişi rükû ve secdesini tam yaparak namazı güzel bir şekilde edâ ederse, namaz o kişiye:
«–Beni muhafaza ettiğin gibi Allah da seni muhafaza etsin!» der. Namaz yükseltilir (ve kabul edilir).
Kişi rükû ve secdesini tam yapmayarak namazını güzelce edâ etmezse namaz ona:
«–Beni zâyî ettiğin gibi Allah da seni zâyî etsin!» der.
Kıldığı namaz, bir paçavra gibi toplanıp o kişinin yüzüne çarpılır.” (Beyhakî, Şuab, III, 143; Süyûtî, Câmî, I, 58/364)
Bir Kul, Namazda Nasıl Huşû Hâline Erer?
Bahâüddîn Nakşibend Hazretleri’ne sordular:
“–Bir kul, namazda nasıl huşû hâline erer?”
O da cevâben:
“–Dört şeyle.” buyurup şunları beyân etti:
“1. Helâl lokma,
- Abdest sırasında gafletten uzak durmak,
- İlk tekbiri alırken kendini huzûr-i ilâhîde bilmek,
- Namaz dışında da Cenâb-ı Hakk’ı aslâ unutmamak, yani namazdaki huzur ve sükûn ile mâsıyetten uzak durma hâlini namazdan sonra da devam ettirebilmek.”
Namazdaki Huşû Hâli Nasıl Korunur?
Namazdaki huşû hâli o derece mühimdir ki kul, ona riâyeti nisbetinde muâmele görür. Hadîs-i şerîflerde buyrulur:
“Kişi namazı bitirince, kıldığı namazın sevabından kendisine ya onda biri, ya dokuzda biri, ya sekizde biri, ya yedide biri, ya altıda biri, ya beşte biri, ya dörtte biri, ya üçte biri, ya da yarısı verilir…” (Ahmed, Müsned, IV, 321; Ebû Dâvûd, Salât, 123-124/796)
“Çok kimseler var ki kıldığı namazın, altıda, hattâ onda biri bile kendisi için yazılmaz. Ancak bilerek, huzûr ile kıldığı kısmı yazılır.” (Gazâlî, İhyâ, I, 161)
“Kişiye namazından, ancak kalbinin hazır olduğu kısım yazılır.” (Süheylî, Ravdu’l-Ünf, II, 208)
Yani kul için ancak bilerek ve huzur ile kıldığı namazın sevâbı vardır.
Gerçek musallîler, namaz için kalktıklarında onu lâyıkı vechile edâ edip rızâ-yı ilâhîye nâil olma arzusuyla gönüllerini Rabʼlerine bağlar, namazdan başka hiçbir şeyle meşgul olmazlar. Bütün dış alâkalardan sıyrılırlar ve rûhânî duyuşlar içinde namazı ikāme ederler. Gözlerini secde yerine dikerler ve ilâhî müşâhede altında olduklarını pek derinden hissederek mânevî bir haz içinde âdeta kendilerinden geçerler.
Bu hâl, hiç şüphesiz kalb-i selîme ermiş ihlâslı kulların hâlidir. Yani huşû bir bakıma ihlâsın meyvesidir. Zira ihlâs, kulu samîmiyet ve huşû sahibi yaparak Allah indinde pek yüksek derecelere erdirmenin yanında ilâhî muhafaza vesîlesi olur.
Hadîs-i şerîfte:
“İhlâslı kişilere müjdeler olsun ki, onlar nûr-i hidâyettirler. Onlardan dolayı en şiddetli fitneler yok olur gider.” buyrulmuştur.[1]
İhlâs ve Huşûun Kalbe Yerleşmesi ve Namazdan Hâsıl Olacak Mânevî Fayda İçin Dikkat Edilmesi Gerekenler
İhlâs ve huşûun kalbe yerleşmesi ve namazdan hâsıl olacak mânevî fayda için kısaca şu hususlara riâyet îcâb eder:
- Huzûr-i kalp: Gönlü, sadece okunan duâ, tesbîh ve âyet-i kerîmelerin rûhâniyetine bürümek. Mâsivâ ile meşgûliyeti tamamen kesmek. Zira türlü türlü düşünce ve meşgalelerden kopmayan bir gönül, kendisini namaza teksîf edemez. Hakk’ın huzûrunda bulunabilme hâlinden gâfil olur.
İşte kul, bu gafletten sıyrılıp Hak ile beraber olabilir ve lisânının telâffuz ettiği âyet, tesbihat ve duâların mânâ ikliminden hisse alabilirse, o zaman huzûr-i kalbi elde eder. Nitekim ehlullâh, yalnız tâdil-i erkâna riâyet etmedikleri namazları değil, huzûr-i kalp ile kılamadıkları namazları da kazâ etmişlerdir. Ancak bu hâl, herkesin böyle yapmasını îcâb ettirmemekle birlikte, namazdaki huzûr-i kalbin ehemmiyetini îzah sadedinde câlib-i dikkat bir husustur.
Huzûr-i kalbin sebebi himmettir; mânen yükselme arzusudur. Himmet, arzu edilen Hakk’a yakınlığın en çok namaz ile hâsıl olacağını idrâk etme neticesinde gerçekleşir.
- Tefehhüm: Okuduğunun idrâki içinde olmak, mümkün mertebe ne okuduğunun şuurunda olabilmek. Bu incelik, huzûr-i kalpten sonra en ehemmiyetli husustur. Bu da, namazdaki hâlin diğer zamanlara da taşınabilmesi noktasında büyük bir köprü vazifesi görür.
- Tâzîm: Cenâb-ı Hakk’ın huzûrunda bulunduğunun farkında olup vücut ve gönül huşûunu muhafaza etmek. Yani namaz ibadetini gönül huzuru ve tefehhüm ile tezyîn ettikten sonra, bir de ondaki âdâba riâyet içerisinde olmak demektir.
Namazdaki bu edep ve hürmet hâli, onun değerini kat kat artırarak Hak katında musallîye şefaatçi olur. Yani kul tâzîm makâmında:
“Eğer namazının bir mîrâc olmasını istiyorsan, Allâh’ın azametini ve sana verdiği sayısız nîmetleri tefekkür ederek kendi ibadetini noksan say! Sakın kendi ibadetine bakarak Allâh’a lâyıkıyla şükrettiğini sanma! Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- dahî, Cenâb-ı Hakk’a lâyıkıyla kulluk yapamadığı endişesi içinde istiğfarda bulunmuştur.” îkazlarından nasîb alır ve kıldığı namazdan son derece istifade eder.
- Heybet: Tâzîmden doğan bir korku içerisinde bulunmak. Bu korku, kulun kendini bilmesi ve Hak Teâlâ’nın yüce azametini idrâk etmesine vesîle olur ki, namazdaki ciddiyet ve takvâ böylece hâsıl olur. Takvâ, yani Allah korkusu ve kalbi gafletten koruyabilme de, kulun Allah indindeki derecesini yükselten yegâne müessirdir. Âyet-i kerîmede buyrulur:
“...Şüphesiz Allah indinde en üstününüz, takvâ bakımından en üstün olanınızdır...” (el-Hucurât, 13)
Ebû Zer -radıyallâhu anh- anlatıyor:
Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir güz mevsiminde dışarı çıkmıştı. Ağaçlardan yapraklar dökülüyordu. Buyurdu ki:
“Yâ Ebâ Zer! Şüphesiz ki, müslüman bir kul, sırf Allah rızâsı için (yani ihlâs ve takvâ üzere) namaz kılarsa, onun bütün günahları şu yaprakların ağaçtan döküldüğü gibi dökülür.” (Ahmed, Müsned, V, 179; Münzirî, et-Tergîb ve’t-Terhîb, I, 248)
- Recâ: Ümitvâr olmak. Namazda tâzîmle beraber kulun Cenâb-ı Hakk’ın rızâ ve rahmetini ümit etmesi, bu meyanda namaz sonrası da duâda bulunması, kulluk şiârındandır. Zira yalnız korku, gönlü son derece mahzun eder ve an gelir mânevî dengeyi altüst eder. Dolayısıyla ümit, bu tehlikeyi bertaraf edici bir vazife görür. Gönül âleminde muvâzeneyi temin eder.
- Hayâ: Utanmak. Bu, diğer meziyetleri tamamlayan bir ziynettir. Cenâb-ı Hak’tan hayâ eden kul, lâubâlî hareketlerden kaçınır; bu vesîle ile namazdaki kusur, hatâ ve gafletlerinin farkına varır. Amellerine güvenme illetine yakalanmaz.
Nitekim Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir gün güzelce abdest aldıktan sonra şöyle buyurdular:
“Her kim şu benim abdest alışım gibi abdest alır, sonra iki rekât namaz kılar ve bu esnâda kalbinden namaz hârici düşünceler geçirmezse, geçmiş (küçük) günahları mağfiret olunur.” (Buhârî, Vudû, 24, 28; Müslim, Tahâret, 3-4)
Sonra da Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“Sakın aldanmayınız!” buyurdular. (Buhârî, Rikāk, 8; İbn-i Mâce, Tahâret, 6)
Yani hiç kimse namazla günahlarının affolunmasından ötürü rehâvete kapılmamalı, diğer amellere gerek duymama veya ilâhî af vaadine güvenerek günahları hafife alma gafletine düşmemelidir.
“İşte, nasıl olsa namaz vesîlesiyle günahlar affolunuyor…” diyerek gaflete düşmemenin yegâne çâresi de, hayâya bürünmek ve namazdaki edebi her zaman muhafaza etmektir.
Zira af; Allâh’ın lûtuf, kerem ve merhametle muâmelesidir, rahmetinin muktezâsıdır. Yoksa yaptığımız ibadetlerin iç yüzleri bizlere de mâlumdur ki, bunlar, gerçek mânâda Yüce Allâh’ın şânına lâyık ibadetler değildir. Ancak bu hakîkati bilerek büyük bir mahviyet ve hayâ içinde edâ edilen ibadetler de, Cenâb-ı Hakk’ın fazl u ihsânı bereketiyle kulu rahmet-i Rahmân’a ve rızâ-yı ilâhîye nâil eyler.
Bütün bu hususların özü şudur ki, namazda kalbin huşûu ile bedenin ritmini birleştirmeyen kimse, namazın hakîkatine nâil olamaz. O hâlde hem rûhen hem de bedenen namazın hakîkatine hazır olmak gerekmektedir. Öyle ki kalp ve vücut âhengini zedeleyen hususları bertaraf sadedinde, kulun beşerî vasfı göz önünde bulundurularak, zihnin gafletten korunması için hadîs-i şerîfte:
“Akşam yemeğiniz önünüze konduğu vakit, akşam namazını kılmadan önce yemeğe başlayınız...” buyrulmuştur. (Buhârî, Ezân, 42)
Ebu’d-Derdâ -radıyallâhu anh- da şöyle buyurmuştur:
“Kişinin, kalbini başka düşüncelerden boşaltarak kendini tamamen namaza verebilmek için âcil ihtiyaçlarını karşılayıp öyle namaza durması, dinde derin anlayış sahibi olduğunun alâmetlerindendir.” (Buhârî, Ezân, 42)
Kalp ve vücudun birlikte namaz hâlinde olup arzu edilen huşû hâlini temin etme konusunda âlimler büyük titizlik göstermişlerdir. Bunun için dikkat edilmesi gereken noktalara, eserlerinde bilhassa yer vermişlerdir. Hulâsa olarak, namazdaki durumlarına göre mecâzen sınıflandırılan şu üç kişinin namazlarının makbul olmayacağını ifade etmişlerdir:
- Avcı
- Hamal
- Tüccar
Burada avcıdan maksat, gözleriyle namaz esnâsında etrafı kolaçan eden ve diğer uzuvlarıyla başka işlerde, “amel-i kesîr”de[2] bulunan kişidir.
Hamaldan maksat, darlandığı hâlde abdest tazelemeden namaz kılan kişidir.
Tüccardan maksat, namaz esnâsında zihin ve kalbini dünya işlerinden kurtaramayan kişidir.
Bu üç kişi, namazda arzu edilen huşû ve huzûr hâline eremeyeceklerinden, kendilerini ibadetlerine veremezler ve “yasak savma” kabîlinden namaz kılmış olurlar. Bu hâl, Allah indinde aslâ makbûl değildir. Zira vücudun ve âzâlarının da namaza hazır ve dâhil olması, namazın şartlarındandır.
Nitekim Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in, namaz kılan bir şahsın elleriyle sakalını karıştırdığını görünce;
“–Eğer bunun kalbinde huşû olsaydı, vücudunun uzuvları da huşû içinde olurdu.”[3] buyurması, kalp ile vücudun namazdaki müşterekliğinin zarûretini ifade etmektedir.
Şu hadîs-i şerîfler de bu hakîkate mebnîdir:
“Sizden biri namaza kalkınca bütün vücudu hareketsiz kalsın! Yahudîler gibi sallanıp durmasın. Çünkü vücudun namazda hareketsiz durması, namazın tam olmasını sağlayan hususlardandır.” (Hakîm et-Tirmizî, Nevâdiru’l-Usûl, II, 171; Ebû Nuaym, Hilye, IX, 304; Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, XVIII, 3)
“Namazda aksırmak, uyuklamak, esnemek, hayız, kusmak ve burun kanaması şeytandandır (yani şeytanın sevdiği hususlardandır).” (Tirmizî, Edeb, 8)
Bu hâller, namazın mânevî yapısını zaafa uğratır.
Diğer taraftan, dış görünüş huşûlu, fakat iç âlem huşûdan uzak bir hâlde ise, buna münâfıkça huşû denir ki, böyle bir duruma düşmekten de kalbi muhafaza etmelidir.
Huşû bahsinde söylenecek son söz, Cenâb-ı Hakk’ın Kur’ân-ı Kerîm’de bizlere güzel bir misâl teşkil etmesi için beyan buyurduğu Hazret-i İbrahim -aleyhisselâm-’ın şu duâsıdır:
“Ey Rabbim! Beni gereği üzere (ihlâs ve huşû ile) namaza devam edenlerden kıl! Zürriyetimden de böyle insanlar yarat! Ey Rabbimiz! Duâmı kabûl eyle!” (İbrâhîm, 40)
Dipnotlar:
[1] İbn-i Ebi’d-Dünyâ, el-İhlâs ve’n-Niyye, thk. İyâd Hâlid et-Tabbâʻ, Dâru’l-Beşâir, 1413, s. 31; Ebû Nuaym, Hilye, I, 15.
[2] Amel-i kesîr: “Çok iş” mânâsına gelen ve namaz kılarken, namazdan olmayan ve namazı bozan hareketlerdir. Uzaktan bakan birine, namaz kılan kişinin namazda olmadığını düşündüren namaz dışı fiillerdir.
[3] Ali el-Müttakî, VIII, 197/22530; Bkz. Abdurrazzâk, Musannef, II, 266-267.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Kulu Allâhʼa Yaklaştıran NAMAZ, Erkam Yayınları