Namazı Böyle Kıldırın!

VİDEOLAR

Sahabeler neden namazı terk edecek gibi olurdu? Bunun üzerine Peygamberimiz namaz kıldıranlara ne buyurdu?  Sahabelerin kaybolan mallarla ilgili sorusuna Peygamberimiz ne cevap verdi? Dr. Murat Kaya anlatıyor...

Ebû Mûsâ el-Eş’arî (r.a) Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in şöyle buyurduklarını haber vermiştir:

“Üç kişinin ikişer ecri vardır:

- Onlardan biri Ehl-i Kitap’tan olup da hem kendi peygamberine hem de Muhammed (s.a.v)’e îmân eden kimsedir.

- Diğeri köledir ki, hem Allâh Teâlâ’nın, hem de efendilerinin hakkını edâ ettiğinde (o da iki ecre nâil olur.)

- Üçüncüsü öyle bir kimsedir ki nezdinde tasarruf edebileceği bir câriye bulunur da onu terbiye eder, ammâ (sertlik ve şiddetten uzak bir şekilde güzel güzel) terbiye eder, yine rıfk ile güzel güzel ilim öğretir, sonra da âzâd edip onunla evlenir. (İşte) böylesinin de iki ecri vardır.”

Tâbiînden Âmir eş-Şa’bî, kendisine böyle bir meselede sual soran bir Horasanlı’ya bu hadîs-i şerîfi rivâyet ettikten sonra şöyle buyurmuştur:

“İşte bunu biz sana hiçbir bedel taleb etmeden veriyoruz. Hâlbuki vaktiyle (Peygamber Efendimiz [s.a.v] ve ashâb-ı kirâm zamanında) bundan daha basit bir mesele için tâ Medîne’ye kadar yolculuk yapılırdı.” (Buhârî, İlim, 31)

BU HADİSTEN NE ANLAMALIYIZ?

Nasihat ederken, vaazda bulunurken ve eğitim esnâsında mühim bir hatâ görünce onu düzeltmek için bazen kızmak gerekir. Aksi takdirde o yanlış düzeltilemez. Burada olduğu gibi insanları dinden ve ibadetten soğutacak veya dîni bozacak ve ona bid’atler karıştıracak yanlışlara müsâade edilmemelidir.

Tabiî ki her yanlış ve hatâda kızılmaz. Daha çok af ve musâmaha yolu tutulur.

Zeyd bin Hâlid el-Cühenî (r.a) şöyle buyurur:

“Bir kişi, Nebiyy-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz’den lukatayı, (yâni yitik malı) sordu.

Efendimiz (s.a.v):

«‒Bağını, yâhud kabını ve kılıfını iyice belle, sonra insanlara bir sene boyunca îlân ve tarif et! Ondan sonra (muhtâc isen) onu kullanabilirsin. Daha sonra sâhibi çıkarsa malını kendisine verirsin!» buyurdular.

O zât:           

«‒Yitik deve de böyle mi?» diye sordu.

Rasûlullâh (s.a.v) Efendimiz o kadar gazab ettiler ki mübârek yanakları, yâhud yüzü kızardı ve:

«‒Ondan sana ne? O, su tulumunu ve ayakkabısını berâberinde taşır. (Muhtâc oldukca) su başlarını bulur, ağaç yapraklarından otlar. Onu, sâhibi buluncaya kadar kendi hâline bırak!» buyurdular.

Sahâbî:

«‒Ya, yitik davara ne buyurursunuz?» dedi.

Efendimiz (s.a.v):

«‒O ya senindir, ya kardeşinindir, ya kurdundur.» buyurdular.” (Buhârî, İlim, 28)

KAYBOLAN EŞYALAR NE YAPILMALI?

Bir kimse bir yerde kaybedilmiş bir mikdar para veya eşya bulsa, bunu sahibine vermek üzere oradan alıp kaldırabilir. Fakat kendisi için alıp kaldıramaz, bu bir hırsızlık sayılır, haramdır.

  • Görüldüğü yerde alınmayıp bırakıldığı zaman zâyi olmasından korkulmayan bir yitiği alıp kaldırmak mubahtır.
  • Alınmayıp bırakıldığı takdirde zâyi olmak ihtimali bulunan bir yitiği almak ve sahibi için saklamak mendubdur.
  • Zâyi olacağı anlaşılan bir yitiği almak ve saklamak vâcibdir.

Kayıp eşyâları hükümete teslim etmek de câizdir. Hele gayrimüslimlere ait olduğu anlaşılan yitikler, devlet hazinesine konmalıdır. Sahipleri çıkarsa aynen kendilerine verilir, eğer satıldıysalar bedelleri ödenir. Sahibleri çıkmazsa, toplumun ihtiyaçlarına harcanır.

Kayıp bir mal bulan kişi, onu uygun bir şekilde ilan eder ve malın kıymetine göre uygun bir müddet bekler. Sahibi çıkmazsa onu fakirlere tasadduk eder, kendisi fakir ise bundan istifâde edebilir. Fakat sonradan sahibi çıkarsa bedelini borçlanır.

Sahibinin aramayacağı belli olan pek cüz’î şeylerde ise, bir müddet beklemeye lüzum yoktur. Bir kuruş, bir meyve, basit bir mendil gibi...

Ebû Mûsâ el-Eş’arî (r.a) şöyle anlatır:

“Bir defasında Nebiyy-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz’e hoşlanmadığı bâzı şeyler soruldu. Bu gibi suâller çoğalınca Efendimiz (s.a.v) gazaplandılar. Ondan sonra:

«‒Bana istediğinizi sorunuz!» buyurdular. Birisi kalkıp:

«‒Benim babam kimdir?» dedi.

Allah Rasûlü (s.a.v):

«‒Baban Huzâfe’dir.» buyurdular. Bir diğeri kalkıp:

«‒Yâ Rasûlâllâh, ya benim babam kimdir?» dedi.

«‒Şeybe’nin âzâtlısı Sâlim’dir.» buyurdular.

Hz. Ömer (r.a) Peygamber (s.a.v) Efendimiz’in mübârek yüzlerindeki gazap alâmetlerini görünce:

«‒Yâ Rasûlâllâh, Azîz ve Celîl olan Allâh’a tevbe ediyoruz.» dedi.” (Buhârî, İlim, 28)

Diğer rivâyette:

“Efendimiz (s.a.v): «Ne istiyorsanız sorunuz!» diye defalarca tekrâr edince Hz. Ömer (r.a) dizleri üzerine çökerek:

«‒Allah’ın Rabbimiz olduğuna, İslâm’ın dînimiz olduğuna, Muhammed (s.a.v) Efendimiz’in peygamberimiz olduğuna râzı olduk yâ Rasûlallâh!» dedi.

Bunun üzerine Efendimiz (s.a.v)’in gazapları zâil olup sükût buyurdular.” (Buhârî, İlim, 29)

HZ. ÖMER'İN DİZ ÇÖKMESİ

İdârecinin ve âlimin önünde diz çökmek câizdir. Nitekim Hz. Ömer (r.a), Peygamber (s.a.v) Efendimiz’in huzûrunda diz çökerek özür dilemiş, Allah’a ve Rasûlü’ne teslim olduklarını beyân etmiştir.

Hz. Ömer (r.a), görüşleri isâbetli, hakkı konuşan ve lisanından hak cereyân eden fevkalâde kıymetli ve âlim bir sahâbîdir.

Hz. Âişe (r.a) anlatıyor:

Fahr-i Kâinât Efendimiz (s.a.v) ruhsatı tercih ederek bir amelde bulunmuşlardı. Bazılarının bundan kaçındıklarını işittiklerinde buna fevkalâde öfkelendiler ve insanlara şöyle hitâb ettiler:

“−Allah için söyleyin, bazıları benim yaptığım şeyi beğenmeyip kaçınıyorlarmış, doğru mudur bu? Allah’a yeminle söylüyorum, ben Allah’ı onlardan çok daha iyi biliyorum. Allah’tan haşyetim de onlarınkinden çok daha fazladır.” (Buhârî, Edeb, 72; Müslim, Fedâil, 127, 128)