Namazın Rükünleri
Namazın sünnetleri kaç tanedir? Namazın rükünleri nelerdir? Namazın rükünleri ve anlamları...
Rükünler namazın ana parçaları olup, bulunması bakımından şart gibidir. Ancak şart, namazdan önce yapılması gereken şeylerdir. Rükünlere “namazın farzları” da denir.
Namazın rükunleri altıdır. İftitah tekbiri, kıyam, kıraat, rükû, secde ve son oturuşta teşehhüd miktarı oturmak. Bunlardan başka, İmam Ebû Yûsuf ile İmam Şâfi, Mâlik ve Ahmed İbn Hanbel’e göre namazda ta’dil-i erkâna riâyet etmek bir farz olduğu gibi, İmam Ebû Hanîfe’ye göre namazdan kendi isteği ile çıkmak da bir farzdır.
NAMAZIN RÜKÜNLERİ KAÇTIR?
Namazın rükünleri 6 tanedir. Bunlar;
1. İftitah Tekbiri,
2. Kıyam,
3. Kıraat,
4. Rükû,
5. Secde,
6. Son Oturuş.
NAMAZIN RÜKÜNLERİ VE ANLAMLARI
Aşağıda bu rükünler sırasıyla açıklanacaktır.
1) İftitah Tekbiri: Namaz kılan kişinin ayakta ve kendisinin işitebileceği kadar bir sesle “Allahu ekber” demesine “iftitah tekbiri” (Allâh’ı ta’zime başlama) veya “tahrime” denir. Bu tekbirle namaza girilmiş ve dış âlemle ilgi kesilmiş olur.
Hz. Peygamber’in tekbir alırken ellerini kulak hizasına kadar kaldırdığına dair rivâyetler bulunduğu gibi, tekbir alırken, rükûa eğilirken ve rükûdan doğrulurken omuz hizasına kadar kaldırdığına dair rivayetler de vardır. Hanefîler ilk rivayetleri esas almışken, Şâfi ve Hanbelîler “omuz hizası” uygulamasına dayanmışlardır.[1]
Tekbir, gücü yetenler için Arapça alınır. Başka dilde olmaz. Arkasındaki cemaate duyurabilmesi için imamın tekbiri açıktan alması müstehaptır. Dilsiz veya başka dilde tekbir getirmekten âciz olan kimseden, tekbir getirme farîzası düşer.
İmama uymak üzere alınan iftitah tekbirinin tamamının ayakta alınması gerekir. Ayakta iken tekbir alıp, rükûda bulunan imama uymakla o rekâta yetişilmiş olur.
İmam Ebû Hanîfe’ye göre, Arapça dışında bir dilde tekbir getirmek de yeterlidir. Çünkü Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
“Temizlenen, Rabb’inin adını anıp namaz kılan kimse mutlaka kurtuluşa ermiştir.” [2] Bu kişi de Allâh’ı anmıştır. Ebû Yûsuf, İmam Muhammed ve İmam Şâfi (r. anhüm)’ye göre ise, bir kimse ancak, Arapça okuyuşu güzel yapamaması durumunda başka dilde tekbir getirebilir. Eğer Arapça’yı güzel telaffuz edebiliyorsa, başka dilde tekbir alması yeterli olmaz. Çünkü Rasûlüllah (s.a.v.) “Beni namaz kılarken gördüğünüz gibi namaz kılınız.” buyurmuştur.[3]
2) Kıyam: Doğrulmak, dik durmak, ayakta durmak demektir. Gücü yetenin farz veya vâcip namazlarda başlangıç tekbiri ve her rekâtta Kur’ân’dan okunması gerekli olan en az miktarı okuyacak kadar bir süre ayakta durması namazın rükunlerindendir. Bir rahatsızlığı yüzünden ayakta namaz kılmakta zorlanan İmran İbn Husayn (r.a.)’ın sorusu üzerine Allâh’ın Rasûlü şöyle buyurmuştur: “Namazı ayakta kıl, eğer buna gücün yetmezse oturarak, yine gücün yetmezse yaslanarak kıl.” Nesâî’nin rivâyetinde şu ilâve vardır: “Eğer gücün yetmezse sırt üstü kıl. Allah kimseye gücünün yeteceğinden fazlasını yüklemez.” [4]
Bu duruma göre, hasta ayakta namaz kılmaya güç yetiremez veya ayağa kalkınca hastalığının artmasından veya uzamasından yahut da şiddetli ağrı duymasından korkarsa, namazı oturduğu yerde kılar, gücü yeterse rükû ve secdeye varır. Çünkü zorluk kolaylığı celbeder, zaruretler kendi miktarlarınca takdir olunur.
Yere inip kılma imkânı bulunamayan durumlarda, namazlar binit üzerinde îma yoluyla kılınır.
Yine bir süre ayakta kılmaya gücü yeten kimse o kadar ayakta durur, sonra oturarak namazını tamamlar. Hatta yalnız iftitah tekbirini ayakta alabilen kimse, bu tekbiri ayakta alır, sonra oturup namazını kılar, başka türlü yapamaz.
Rahatsızlığı yüzünden secdeye tam olarak eğilemeyen kimse rükû ve secdeleri gücünün yettiği kadar eğilerek îma ile yapar. İmâ; namazda başı önüne doğru eğmek sûretiyle yapılan işarettir.
Başı ile de îma yapamayacak kadar rahatsız olan kişi, İmam Ebû Hanîfe’ye göre namazı iyileşme zamanına erteler. Ebû Yûsuf’a göre ise, bu kişi göz ve kaşları ile îmada bulunur. İmam Züfer ile İmam Şâfi’ye göre, kalbi ile de îmada bulunarak da namazını kılar.
Başka bir rivâyete göre böyle bir hastanın güç yetirememesi bir gün ve bir geceden fazla sürerse, bu süreye ait namazları aklı başında olsa bile düşer. Bunları kaza etmesi gerekmez. Çünkü namaz kılmaya gücü yetmemiş olur.
Baygın veya komada olan, ya da aklı giden kişi, tam bir gün ve bir gece geçmeden kendine gelse, bu süreye ait namazları kaza eder. Bu durum bir gün ve bir geceden uzun sürerse namazları düşer.
Sünnet ve müstehap namazlar, bir özür bulunmasa da oturularak kılınabilir. Çünkü nâfile namazlar, kolaylık ve yumuşak muâmele esasına dayanır. Bununla birlikte, nâfile namazları da ayakta kılmak daha faziletlidir, bu konuda görüş birliği vardır. Ebû Hanîfe’ye göre, yalnız sabah namazının sünneti bunun dışındadır. Teravih namazını oturarak kılmak caiz ise de, bunda kerâhet vardır.
3) Kıraat: Sözlükte, “okumak” anlamına gelen kıraat, “Kur’ân okumak” demektir. Namazda, kıyam halinde iken bir miktar Kur’ân okumak gerekir. Bunun en az miktarı, kısa üç âyet veya buna denk uzun bir âyettir. Kıraat diğer rükunlere göre, zâit bir rükun sayıldığı için imama uyan kişiden düşer. İmamın okuyuşu cemaatın da okuyuşu sayılır. İmama uyan kişi, açıktan okunan bir namaz ise imamı dinler, değilse susar.
Kıraatın farz oluşu Kur’ân ve sünnete dayanır. Âyette şöyle buyurulur:
“Kur’ân’dan kolayınıza geleni okuyun.” [5] Hz. Peygamber de, “Kıraatsız namaz yoktur.” buyurmuştur.[6]
Kıraat herçeşit nâfile namazın, vitir namazının ve iki rekâtlı namazların bütün rekâtlarında, dört veya üç rekâtlı farz namazların ise herhangi iki rekâtında farzdır. Dört rekâtlı farz namazlarda kıraatın tercihen ilk iki rekâtta olması vâcip, son iki rekâtta Fâtiha’yı okumak ise bir rivâyete göre vâcip, başka bir rivâyete göre ise sünnettir.
Hanefîler dışındaki üç fıkıh mezhebine göre kıraatın en az miktarı her rekâtta Fâtiha sûresinin okunmasıdır. İlk iki rekâtta Fâtiha’dan sonra bir sûre veya birkaç âyet eklemek sünnettir. Şâfilere göre imama uyan kişi sesli namazda yalnız Fâtiha’yı okur, Mâlikî ve Hanbelîler’e göre bir şey okumayıp sadece dinler. Ahmed İbn Hanbel’e göre, tercihen hem dinlemeli, hem de imam ara verdiğinde okumalıdır.
Kur’ân Meâliyle Kıraat: İslâm’ın ilk yayıldığı beldelerde ana dilin Arapça olması ve Kur’ân’ın da bu dilde inmiş bulunması yüzünden, namazda Arapça’dan başka dille kıraat meselesi, Hz. Peygamber döneminde gündeme gelmemiştir. Ancak Hz. Ömer (ö.23/643) döneminde Suriye, Irak ve İran beldeleri fethedilince, farklı şiveler ve başka bir dille ibadet problemi gündeme geldi. Çünkü kitleler halinde İslâm’a giren bir yöreye, ilk günden itibaren namaz farz olduğu için, hemen ilk namazı kılmada, başta “Fâtiha” olmak üzere Kur’ân’dan bir bölüm okumak (kıraat) gerekiyordu. Ancak Arapça bilmeyen yörelerde, yeni Müslüman olan kimselerin bunu yapabilmesi belli bir zaman sürecini gerektiriyordu. İşte böyle bir zamanda İranlılar, aslen İranlı olup, gençliğinde oradan ayrılarak önce Hristiyan olan, İslâm’ı haber alınca da Müslüman olarak Medine’ye yerleşen Selman el-Fârisî’ye (ö.36/656) bir mektup yazdılar. Ünlü Hanefî fakihlerinden Serahsî (ö.490/1097) bu mektuptan şöyle söz eder: “İranlılar Selman’a bir mektup yazdılar ve Fâtiha’yı Farsça’ya terceme ederek kendilerine göndermesini istediler. Çünkü onlar bunu, dilleri Arapça’ya alışıncaya kadar namazlarında okuyorlardı.” [7]
Ebû Hanîfe (ö.150/767)’ye göre, Kur’ân’ın mûcizelik yönü, lafzı gibi anlamında da gerçekleştiği için, Arapça olarak okumaya gücü yeten kimse bile, Kur’ân’ın başka dildeki meâli ile namaz kılsa, bununla okuma farzı yerine gelmiş olur, ancak Kur’ân’ı asıl dilinde okumadığı için kerâhet işlemiş bulunur. Dayandığı delil; İslâm’dan önceki döneme ait sahife ve kutsal kitaplardan çeşitli olay ve metinlerin, Arapça’ya nakledilerek Kur’ân’da yer alması ve yukarıda sözünü ettiğimiz Selman (r.a.)’ın mektubudur.
İmam Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed’e göre ise, Kur’ân’ın mûcize yönü metin ve anlamda birlikte gerçekleşir. Her ikisine gücü yetenin okuyuşu en güzel olandır. Bunlardan yalnız birisine gücü yeten onunla yetinebilir. Arapça okumayı güzel yapmaya başlayınca artık meali okuması yeterli olmaz. Bu durum rükû ve secdeye gücü yetmeyenin, îma ile (işaret yoluyla) namaz kılmasına benzer.
Ancak Hanefî mezhebinde tanınan bu ruhsat, Selman el-Fârisî’ye yazılan mektubun sonundaki “dilleri Arapça’ya alışıncaya kadar” ifadesinden de anlaşılacağı gibi, geçici bir süreyi kapsar. Diğer yandan Ebû Hanîfe’nin “özür olmasa bile, Kur’ân meâli ile sürekli kıraat” görüşünden rucû ettiği nakledilmiştir. Bu konuda fetvaya esas olan Ebû Yûsuf’la İmam Muhammed’in görüşüdür.[8]
Şâfiler’e göre, hiçbir durumda, Arapça dışındaki bir dille ibadet caiz olmaz. Güzel okuyamayan “ümmî” sayılır ve namazı kıraatsız kılar. Çünkü Farsça, dünya kelamı olup, tercemenin ilk cümlesinde namaz bozulur.[9]
Sonuç olarak şunu belirtelim ki, Arapça bilmeyen bir mü’min, ibadetlerinde yıllarca okuduğu Fâtiha sûresi, dua vb. lerinin anlamını da, cümle cümle ezberlemeli ve orijinalini okurken, anlam yönünü de izlemeye çalışmalıdır. Bunun namazda gerçek “huşû” ya yardımcı olacağında şüphe yoktur.
4) Rükû: Namazın ana unsurlarından olan rükû, kıraatten sonra, öne eğilerek, baş ve sırt düz olacak şekilde eller diz kapaklarının üstüne konularak yapılır. Özrü yüzünden eğilemeyen kişi, rukûu gücünün yettiği kadar yapar.
Kur’ân’da rukû ve secde etmeyi emreden çeşitli âyetler vardır. Bunların bazılarında “parça zikredilerek bütünü kastetme” yoluyla namaz ibadeti kastedilir.[10]
Hz. Peygamber, namazını kötü bir şekilde kılmakta olan bedevîye “Sonra uzuvların sâkin olacak şekilde rükû yap, sonra uzuvların sâkin olacak şekilde secde yap.” buyurmuştur.[11]
Rukûda üç kere, “sübhâne Rabb’iye’l-azîm (Yüce olan Rabb’imin adını tesbih ve tenzih ederim.)” demek sünnettir. Çünkü, “O yüce olan Rabb’inin adını tesbih et” âyeti inince, Allâh’ın elçisi, “Siz rukûunuzda bunu söyleyiniz.” buyurmuştur.[12]
İmama rükûda iken yetişen kimse, ayakta tekbir alır, sonra rükûa varır. Bu bir tekbirle hem iftitah, hem de rükû tekbirini almış olur.
5) Secde: Secde sözlükte; “itaat, teslimiyet, tevazu ile eğilmek ve yüzü yere sürmek” anlamlarına gelir. Sünnete en uygun secde şekli alın, yüz, iki ayak, iki el ve iki diz yere veya yere bitişik bir şey üzerine konularak yapılır.
Secdede alın ve burnu birlikte yere koymak vâcip, elleri ve dizleri yere koymak ise sünnettir.
Cemaatin çok sıkışık olması gibi sebeplerle yere secde edemeyen kimse; insan, hayvan, eşya ve benzeri şeyler üzerine secde edebilir. Nitekim Hz. Ömer’in şöyle dediği rivâyet edilmiştir: “Namazda, cemaat aşırı kalabalık olunca, sizden biri kardeşinin sırtı üstüne secde etsin.” [13]
Atılmış yün, pamuk, saman, sünger ve kar gibi bir şey üzerine secde edildiği zaman, bunların içinde yüz kaybolup hacimleri anlaşılmaz ve yüz aşağıya tam yerleşip sertlik hissedilmezse secde caiz olmaz.
Secde sırasında ve iki secde arasında oturunca “sübhânellâhi’l-azîm” diyecek kadar durmak Ebû Yûsuf’a ve Hanefîler dışındaki üç mezhebe göre farz, Ebû Hanîfe ve İmam Muhammed’e göre vâciptir.
Rükûda üç kere, “sübhâne Rabbiye’l-azîm (Yüce olan Rabb’imin adını tesbih ve tenzih ederim.)” demek sünnettir. Çünkü, “Yüce olan Rabb’inin adını tesbih et.” [14] âyeti inince, Allâh’ın elçisi, “Siz rükûunuzda bunu söyleyiniz.” buyurmuştur.[15] Diğer yandan secdede üç kere, “sübhâne Rabb’iye’l-a’lâ (En yüce Rabb’imi tesbih ederim)” demek sünnettir. Çünkü, “Sebbihısme Rabb’ike’l-a’lâ (En yüce Rabb’inin adını tesbih et!)” [16] âyeti inince, Allah Rasûlü’nün, ashâbına, “Siz de bunu, namazlarınızın secdesinde söyleyin”, buyurduğu nakledilmiştir.[17]
Her rekâtta iki secde yapılır. Bunlardan birisi bilerek terkedilse namaz bozulur, sehven terkedilse, selâmdan sonra bile hatırlansa, namaza aykırı bir şey yapılmamışsa secdeye varılır, sonra yeniden son oturuş yapılarak sehiv secdesi ile namaz tamamlanır. Çünkü farz olan secde, kendi yerinden geri bırakılmıştır.
6) Son Oturuş: Namazın sonunda tehiyyatı (teşehhüd) okuyacak kadar oturup beklemek namazın rükunlerindendir. İki rekâtlı namazlarda ikinci, üç rekâtlı namazlarda üçüncü ve dört rekâtlı namazlarda ise dördüncü rekâttan sonraki oturuşlar “son oturuş” tur.
Hanefîlere göre son oturuştaki süre, teşehhüd miktarıdır. Bu ise “Tehiyyat” duasını okuyacak kadar bir süredir. Bütün oturuşlarda tehiyyat duasını okumak vâcip hükmündedir.
Şâfi ve Hanbelîler’e göre, son oturuşta farz olan oturma süresi, teşehhüd miktarına ek olarak, Hz.Peygamber’e salevât getirebilecek, yani, “Allahümme salli alâ Muhammed” diyecek kadardır. Mâlikilere göre farz olan, en azından selâm vermeye elverişli bir süre oturmaktır.
Abdullah İbn Mes’ud (r.a.)’ten rivâyete göre, Allâh’ın Rasûlü namazın tamam olmasını, teşehhüd miktarı son oturuşa bağlamıştır.[18]
Ebû Hanîfe ve Ebû Yûsuf’a göre, iki, üç veya dört rekâtlı bir namazın sonunda oturmaksızın, ayağa kalkılarak bir rekât daha kılınıp secde yapılınca, bu namazlar nâfileye dönüşür. Bu durumda, birer rekât daha ilâve edilir. Böylece fazlalık çift rekât haline getirilerek sonunda selâm verilir. Sağlam görüşe göre, bu durumda sehiv secdesi de gerekmez.
İmam Muhammed’e göre ise, namazda son oturuş terk edilerek, bir rekât daha secdeleriyle ilâve edilince, bu namaz, namaz olmaktan çıkar, nâfileye de dönüşmez.
Ta’dîl-i Erkân: Ta’dîl-i erkân, namazın rükunlerini düzgün, yerli yerinde ve düzenli yapmak demektir. Düzgün yapma işi; rükûda, rükûdan doğrulmada, secdede, iki secde arasındaki oturuşta söz konusu olur. Meselâ; rükûdan kıyama doğrulurken vücut dimdik bir hale gelmeli, sükûnet bulmalı, en az bir kere, “sübhânallahilazîm (Yüce olan Allâh’ı her türlü eksiklikten tenzih ederim)” diyecek kadar ayakta durup daha sonra secdeye varmalıdır. İki secde arasında da bu şekilde bir tesbih miktarı durmalıdır.
Hz. Peygamber, namazını kötü bir şekilde kılmakta olan bedevîye namazını bu şekilde sükûnet ve vakar içinde kılmasını bildirmiştir.[19]
Ebû Yûsuf’a ve Hanefî mezhebi dışındaki üç mezhebe göre, namazda ta’dîl-i erkânı yerine getirmek farz, Ebû Hanîfe ile İmam Muhammed’e göre ise vâcip hükmündedir. Buna göre, ta’dîl-i erkân gözetilmeksizin kılınacak bir namazın, çoğunluğa göre iâdesi gerekirken, Ebû Hanîfe ve İmam Muhammed’e göre, namazın sonunda sehiv secdesi yapmak yeterli olacaktır.
Namazdan Kendi Fiili İle Çıkmak: Namaz kılan kimsenin, namazdan kendi isteğine bağlı bir fiil ile çıkması Ebû Hanîfe’ye göre bir rükun ve dolayısıyla bir farzdır. Namazın sonunda selâm vermek farz değil vâciptir. Bu yüzden, bir kimse teşehhüd miktarı oturduktan sonra bir tarafa selâm vermek, konuşmak, bir iş yapmak gibi fillerle namazdan çıksa bu yeterlidir. Namaz, birinci selâmda “selâm” sözünü söylemekle son bulur.
Hz. Peygamber (s.a.v.), namazlarını selâm vererek bitirmekle birlikte, selâmın farz olmadığını göstermek için arada başka türlü amelleri de olmuştur.[20]
Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed’e göre, teşehhüd miktarı oturmakla namaz rükunleri bakımından tamamlanmış olur. Bundan sonra kendi isteği ile veya istek dışı namazla bağdaşmayacak bir fiil işlese namaza zarar gelmez. Ebû Hanîfe’ye göre ise, bu durumda kendi isteği dışında bir sebeple namazı bozulsa, hemen abdest alıp, kendi istek ve iradesiyle namazdan çıkması gerekir. Aksi durumda namazı bâtıl olur.
Şâfi ve Mâlikîler’e göre namazdan çıkmak için birinci selâmı vermek farzdır. Bu, birinci selâmla namaz son bulmuş olur.
Dipnotlar:
[1] bk. Buhârî, Amel fi’s-Salât, 316, Mevâkît, 24; Müslim, Salât, 21-26, Mesâcid, 225; Ebû Dâvûd, Salât, 115, 116, 178, 181; Tirmizî, Salât, 63, 76, 110; İbn Mâce, İkâme, 115. [2] A’lâ, 87/14, 15. [3] Buhârî, Ezân, 18, Edeb, 27, Ahad, 1. [4] Buhârî, Taksir, 19; Ebû Dâvûd, Salât, 175; Tirmizî, Salât, 157; İbn Mâce, İkame, 139; krş. Bakara, 2/286. [5] Müzzemmil, 73/20. [6] Müslim, Salât, 42; Ebû Dâvûd, Salât, 132, 167. [7] Serahsî, Mebsût, 3. baskı, Beyrut 1398/1978, I, 37. [8] bk. Serahsî, age, I, 37; Abdulazîz el-Buhârî, Keşfu’l-Pezdevî, I, 25. [9] Serahsî, age, I, 37. [10] bk. Hac, 22/77; Âl-i İmrân, 3/43. [11] Buhârî, Ezân, 95, 122; Müslim, Salât, 45; Ebû Dâvûd, Salât, 164; Tirmizî, Mevâkît, 110. [12] bk. Vâkıa, 56/96; Ebû Dâvûd, Salât, 147; İbn Mâce, İkâmet, 20. [13] A. İbn Hanbel, I, 32. [14] Vâkıa, 56/96. [15] bk. Ebû Dâvûd, Salât, 147; İbn Mâce, İkâmet, 20; Dârimî, Salât, 69; A. İbn Hanbel, IV, 155;. Elmalılı, age., IX, 139. [16] A’lâ, 87/1. [17] bk. Ebû Dâvûd, Salât, 147; İbn Mâce, İkâmet, 20; Dârimî, Salât, 69; A. İbn Hanbel, IV, 155; Elmalılı, age, IX, 139. [18] Ebû Dâvûd, Salât, 178; Nesâî, Tatbîk, 15; Dârimî, Salât, 84; A. İbn Hanbel, I, 422. [19] Buhârî, Ezân, 95, 122; Müslim, Salât, 45; Ebû Dâvûd, Salât, 164; Tirmizî, Mevâkît, 110. [20] bk. Buhârî, Ezân, 156, Cenâiz, 93; İbn Mâce, Salât, 8; Tirmizî, Salât, 183; Ebû Dâvûd, Salât, 187, 230.
Kaynak: Prof. Dr. Hamdi Döndüren, Delilleriyle Aile İlmihali, Erkam Yayınları, Erkam Yayınları